Millet olarak, tarihimiz
boyunca; gerilikçi ve yobazların yarattığı önemli olumsuzluklarla karşılaşmış
bulunuyoruz. Son günlerde taksimde görülen eli palalı ve sopalı yobazların
günümüzde hortladıklarını görünce, bu konuyu kısaca kamuoyu ile paylaşma gereği
duydum.
Bunlardan biri 28 Eylül 1730
yılında yaşanmış “Patrona Halil İsyanı” dır.
Ne yazık ki bizde bazı tarihçiler gerçekleri saptırarak kendi kafalarındakileri
tarih diye yazmaktalar. Bu itibarla geçmiş olayları değerlendirme zorluğu
çekmekteyiz. Mümkün olduğu kadar tarafsız kalmaya çalışarak bu bahtsız olaydan
kısaca söz etmek istiyorum.
İsyanın çıktığı dönem,
Osmanlı’nın büyük harcamalar yaparak şatafatlı bir yaşam sürdüğü “Lale Devri” dir. Olayın çeşitli
boyutları vardır. Öncelikle safahat alemine karşı bir halk hareketi olarak
başladığını öne sürenler olmuştur. Öte yandan bunun yobazlar tarafından
çıkarılan gerici bir isyan olduğunu yazanlar vardır. Bu isyan sonunda;
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile birlikte 30 kişinin boynu vurulmuş ve Sultan
III. Ahmet tahttan indirilerek yerine yeğeni I. Mahmut getirilmiştir. Böylece Lale
Devri de sona ermiştir. Bir süre sonra da Patrona Hail ile birlikte arkadaşlarının kelleleri vurularak ayak takımının devlet
yönetiminden ellerini çekmesi sağlanmıştır..
İkinci olarak 13 Nisan 1909 (Mart
1325) sabahı patlak veren ve İstanbul’u günlerce heyecan ve korku içinde titreten “31 Mart Vakası” ndan söz etmek istiyorum.
Bu meşum olayın nedenleri hakkında 104 yıldan bu yana çeşitli yorumlar ileri
sürülmüştür. Çoğu insanın bilgi sahibi olduğu bu olayın ayrıntılarına girmeyi
gereksiz görmekteyim. Olaydan sadece kısa bir özet sunacağım.
Resmi tarih tezlerinde ele
alınan bir çok çalışmada dönemin önemli isimlerinden biri olan Bediüzzaman'ın;
31 Mart Olayı’na katıldığı ve isyanı çıkaranlardan olduğu anlatılmış; ayrıca 31
Mart Olayı bir "irtica"
hareketi olarak yorumlanmıştır.
O dönemde İstanbul'da
bulunan, dönemin siyasi, sosyal ve kültürel olaylarıyla ilgili bir alim olduğu
bilinen Bediüzzaman Said Nursi, yazılı ya da sözlü olarak yaptığı yorumlar ve
verdiği fetvalarla olaylara katılmıştır. Hatta Volkan Gazetesi’nde yayınlanan yazılarıyla
bizzat olayları içinde yer almıştır.
Bastırılmadığı takdirde,
ayakların baş olacağı ve yobazların devletin başına geçeceği 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909); isyanını
bastırmakla görevli Mustafa Kemal “Hareket
Ordusu” ile gelerek olaya el koyup ayaklanmayı kısa sürede bastırmasaydı, bu
olay Türkiye’yi uzun yıllar sürecek bir çöküntüye götürebilirdi. Bu nedenle, Mustafa
Kemal’in bu kurtarıcı rolüne açıklık getirilmesi kaçınılmaması gereken önemli bir
görevdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında
ülkemizde yaşanan gericilik ve yobazlık olayları çok değerli yazarlarımız
tarafından romanlaştırılmıştır. Halide Edip’in ikinci romanı olan “Vurun Kahpeye” 1923 yılı sonlarında Akşam Gazetesi’nde tefrika
edilmiş ve 1926'da kitap olarak yayımlanmıştır.
Daha sonra da Türk sinemasında; 1949, 1964 ve 1973 yıllarında üç kez beyaz
perdeye aktarılmıştır.
Konusunu Millî Mücadele
günlerinden alan romanda; İstanbullu idealist
öğretmen Aliye’nin Anadolu’da bir kasabaya gidişi ve bölgede Milli Mücadele
düşüncesine destek veren çalışmaları aktarılır. Romanda, bölge halkının Millî
Mücadele’ye bakışı ve söz konusu mücadelenin sembolü olan Kuvayı Milliye ruhu
ve yobazların buna karşı çıkışları ele alınır.
Vurun Kahpeye, Cumhuriyetin
kuruluş yıllarında yobazların genç bir kadına nasıl tecavüz ettikleri ve onu
taşlayarak öldürdükleri vahşet olayı gerçeğe çok yakın bir şekilde dile
getirilmiştir. Din ve şeriat adına yapılan bu vatana ihanet olaylarının
İslamiyet Dini ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Taksimde yalanan son palalı
saldırı olayı, iyi eğitilmemiş kişilerin, sonu insanlık düşmanlığına ve vatana
ihanete kadar yol açabilecek tehlikeli durumlar
yaratabileceklerine talihsiz bir örnek olarak kabul edilmelidir.
Son olarak, ülkemizde
yaşanmış son derecede hainane bir gericilik ve yobazlık olayına değinmek
istiyorum. Cumhuriyet rejiminin 1925
yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci ve önemli irticai
hareket 23 Aralık 1930 tarihinde cereyan eden "Kubilay Olayı" dır. Cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biri olan bu “Menemen Olayı” nın izleri toplumsal
bellekten hala silinmemiş olup, olayın kahramanı Şehit Kubilay "Devrim Şehidi" olarak
simgeleşmiştir.
Giritli bir ailenin çocuğu
olan, 1906 doğumlu Kubilay, Cumhuriyet döneminin ilkeli bir öğretmenidir.
İzmir’in Menemen İlçesi’nde askerlik görevini yaparken, şeriat isteyen yobazlar
tarafından 1930 yılında, 24 yaşında linç edilerek şehit olmuştur. Bu arada
gerici yobazlar, olaylara müdahale etmek isteyen iki bekçiyi de şehit
etmişlerdir.
Ne yazık ki, halkımız
arasında; bugün bile bu tür eylemleri yaratmak için bahane arayan ve fırsat
bekleyenlerin bulundukları görülüyor. İstiklal Caddesi’nde yaşanan palalı
saldırı işte bu söylenenlere tipik bir örnektir.
Bu olaydan daha elim ve
vahim olanı; eli palalı saldırganın yakalandıktan sonra, önce gözaltına alınıp
sonra serbest bırakılması, “Kaçma
ihtimali olmadığı” gerekçesiyle tutuklanmayarak yurt dışına kaçmasına zemin
hazırlanması, ancak yurtdışına kaçtıktan sonra hakkında “Yakalama” emri verilmesidir.
Bu ülkenin seçkin insanları,
Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, Değerli Gazeteci ve Bilim Adamları,
suçları kanıtlanamadığı halde “Yurt dışına kaçacakları” gerekçesiyle yıllardır cezaevlerinde yatırılırken,
eli palalı bir suçlunun, üstelik yaptığı eylem ve işlediği suç gözler önünde
olup, her gün televizyon ekranlarında yüzlerce defa yayınlanırken, hangi mantıkla
yurt dışına kaçmayacağı kanaatine varıldığını anlamak mümkün değildir.
Bu koşullarda; Türk halkı,
Türk adaletine ve yargı sistemine ve devletine nasıl güvenecektir. Ülkeyi
yönetenler bunun yanıtını vermelidir.
www.fikirplatformu.net