Babil Sendromu, Babil Balığı, Mene Tekel Peres ‘sorunu’

AHMET TURAN ALKAN, AHMET TAŞGETİREN'E DE 'DERS NİYETİNE'

 Hemşehrim/Trabzonlu gazeteci Nuray Mert, Tunus’tan sonra Mısır’da baş gösteren ‘halk ayaklanması’ denilenler ile ilgili olarak; “Son umut Ortadoğu! Ne de olsa ‘Ortadoğu, eski Ortadoğu değil!’ Peki ‘yeni’si nedir, nelere gebedir? Kimsenin umuru değil!.” diyordu ama (1), gazeteci, yazar, profesör, stratejist ya da her kimlerse onlara, yıllardır; “tüm insanlığın”, “Küresel/Tek Dil-Devlet-Din” demek olan, “Babil Sendromu çözümü”ne sürüklendiğini anlatıp duruyorum. Bu iddiam bu ülkede, “sadece bana ait” bir görüş olduğu için, tabii ki de, “Trabzon’umdan Türkiye’me ders veren” oluyorum.

Hemşehrim, iyi yazar da olan bir dostum, sağolsunlar, beni ‘daha ünlü’ görmek istediklerinden, -Bırak şu Trabzon’u der bana ama, “Ben ünlü değil, kaliteli olmayı” seçmiş olduğum için, “Ulusal basındakiler de dahil” hemen herkese, “Ahmet Trabzoni” olarak ‘ders vermemi’ sürdürüyorum. Öğrettiklerimin zihinlere ‘fazla yerleşmeyişi sorunu’ bana ait değil, ‘Ben’ bugün de ‘ders vereceğim’, ama önce mini bir özet sunuyorum…

Hem makalelerimde, hem de kitap eserlerimde, dünyada yaşananların, ‘Altın/Yeni Çağ’ veya ‘Tarihin Sonu’ düşü gören, ‘Babil Sendromu çözümümisyonu yüklenmiş “Fundemantalist Anglosakson-Judea ortaklığı”nın, Katolik Hıristiyanlığı yok ederken, asıl da İslam/coğrafyasını yok ettiğini, buna, ‘Müslüman olarak bilinen’ bazı kişilerin de katkı koyduğunu, ‘Dinler Arası Diyalog’ denilen şeyin, ‘Katolik Hıristiyanlarla işbirliği değil’, ‘Protestan Hıristiyanlarla işbirliği’ olduğunu; “İslam olanın reforme edilmesinde” biri “siyasi”, diğeri ise, “dini ayak olmak üzere “iki hareketin” hizmet verdiğini; bu ‘ikilinin’ ortaklığının başladığı 2002 yılından beri -özellikle de- ‘Müslüman kadın kimliğin’ kırıldıkça kırıldığını, ‘İslam olanın’ Protestanlaştırıldığını yazıp duruyorum. Sözettiğim bu ‘iki ayak’tan birinin, “Model ülke/lider”, diğerinin ise, “Model İslam/lider” olarak gösterildiklerini de söylüyorum. Ayrıca da, ‘vizelerin’ kalkmasının ya da ekonomide, siyasette “Bölgesel Yapılanmalar” doğmasının sebebinin, bir üst aşamada bu yapıların, “birleş(tiril)ecek” olmaları sonucu doğacak, ‘Küresel Tek Yapı’ olduğunu da ileri sürüyorum…

Küresel Tek Yapı’ ya da ‘Küreselleşme’, Fundemantaslit Anglosakson-Judea ortaklığı”nın ‘Babil Sendromu çözümü’; yani, tüm insan soyunun ‘ortaklaşa’ kullandığı ‘Tek (Ata) Dil’ ve ‘Tek (Ata) Din’e dönülmesinin ‘Babil lanetini’ bitireceği ‘inancı’ oluyor. İşte, bu ‘Sahte inanç’ yüzünden ‘Tarih yeniden kuruluyor’, Tarihin Sonu’na gelmiş kabul edilen ‘Devletlerin/Dinlerin’ sonu getiriliyor. ‘Babil Kulesi Sendromu’nu aşma özlemi, Ortadoğu’da ve dünyada yaşanmakta olanların sebebi oluyor...

‘Babil Kulesi Sendromu’nu aşma özlemi!..

1.HATAY Medeniyetler Buluşması’nın (2005) açılış konuşmasında Başbakan Tayyip Erdoğan; “Bugün farklı medeniyetlerin bir ideal etrafında bir araya geldiğini, bu idealin, ‘Babil Kulesi’ felaketinden bu yana, insanların özlemlerinin en önemlisini temsil ettiğini, Babil'de dağılan insanlığın tekrar bir araya nasıl getirilebileceği üzerine bir adım olarak da kabul edilebilir, Artık Babil Kulesi sendromunu aşmanın da vakti geldi.” diyordu (2). “Babil Kulesi Sendromu’nu aşma özlemi”, Babil Kulesi’nden dağıldığına inanılan insanlığın (dillerin-dinlerin), tekrar bir araya getirilmesi (birleştirilmesi) isteği oluyor. Babil Kulesi Sendromu ‘lanetinin’ Muharref Tevrat’ın öngörüsü olduğunu göz önüne aldığımızda ise, “Küresel –Tek- Dil/Tek Din” özleminin, neyin ve kimin için olduğu ‘arka planı’ da okunabiliyor. Aynı gün, “Küreselleşme” konusuna da değinen Erdoğan; “Küreselleşmeye karşı kategorik reddediş çağrılarının karşılıksız kalmaya mahkum olduğunu’ söylemesinin yanında, tarih çevrimsel bir hat üzerinde sanki tekrar başa dönüyor, insanlık binlerce yıl aradan sonra yeniden aynı dili konuşan tek bir aile, yeryüzü tek bir coğrafyaya dönüşüyor da diyordu (3). İnsanlığın, ‘yeniden aynı dili konuşan tek bir aile’ özleminin ise, ‘Babil Sendromu çözümü’ olduğu bilinebiliyor…

Musevi inancı olan ‘Babil Sendromu’ öngörüsünü, Tayyip Erdoğan’dan yaklaşık 2 yıl kadar önce, 1997-2000 yılları arasında “Washington'da” kalıp da dönen adam, eski basın danışmanı (sözcüsü), şimdilerdeki gazeteci, Mehmet Akif Beki seslendirmişti. Siyasetçilerce önümüze konan ‘Babil Kulesi Sendromu’ hurafesini (bilimdışılığı), ‘Dinler Arası Diyalog’u savunanlar da hoş görüyor; “…insanlığın durumu Babil’den dünyaya dağılanlardan çok da farklı değil. Farklı diller ve kültürler zenginlik değil bir çatışma nedeni olarak kabul ediliyor. Bir dinin ya da kültürün üstün olduğu, diğerlerinin yanlışlığı üzerine politikalar geliştiriliyor…Hatay'da…Başbakan Erdoğan'ın açılışını yaptığı Medeniyetler Buluşması Toplantısı, Babil’de dağılan insanlığın tekrar bir araya nasıl getirilebileceği üzerine bir adım olarak da kabul edilebilir.” deniliyordu (4).

Peki de, Müslüman olarak tanınan bu insanlar, Tevrat’ın kendi içersinde bile “yanlışlanan” bu hurafesini (Bknz: ‘Babil Sendromu’ başlıklı yazım); “fundemantalist Anglosakson-Judea” özlemini niye dile getiriyorlar?..

‘Hurufi’ Mehmet Akif Beki; “Hurifilik yönünden ele alındığında, Tayyip Erdoğan’ın, harfler hiyerarşisindeki durumu şöyle: Yıldızı Müşteri, harfi dad. Harfler hiyerarşisinde bu mertebeye tekabül eden ilahi isim, Alim. Bu mertebenin peygamberiyse Musa. Günü Perşembe, yaratılışın beşinci günü…Müşteri yıldızından yola çıkarak bulunanlar bu kadar.” diyordu  (5). Akif Beki’nin bahsettiği ‘Yaratılış Günü’, Kur’an’ın değil, Muharref Tevrat’ın bildirdiği Yaratılış günü, yani ‘bilimdışılık’ oluyordu. Hâl bu olunca da, -Müslümanım diyen bu insanlar üzerinden, “İslamın aydınlık yüzünden, bilimdışılığın karanlık gününe” geçildiği de okunabiliyor. Sanırım buna, “Müslüman kalarak (!)”değişmek (İslamdışılığa yolculuk) demek gerekiyor! Çünkü, Müslüman görünüp (kalıp), Tevrat üzerinden konuşmak, bir ‘karmalık/sentez’ oluyor. Hatay’da ‘Medeniyetler buluşmasını’ gerçekleştiren, Vali Abdülkadir Sarı ile, diğer zevat, bu “karma/sentez dini” buluyor; Hatay Müftüsü Mustafa Varlı’nın önerisiyle oluşturulan ve içlerinde Katolik, Ortodoks, Musevi cemaat liderlerinin de bulunduğu, “Hatay Evrensel Değerleri Koruma Komisyonu’’, Hatay’ın ‘A’sını ‘Davut Yıldızı’, ‘T’sini ‘Hıristiyanların Haçı’, ‘Y’sini de ‘Müslümanların Hilali’ yaparak amblemlerini oluşturuyordu (6). Farklı diller ve dinlerin karıştırılmasıyla, ‘federatif inanç sistemi’ doğuyordu…

Amerikan Yahudisi Samuel Huntington, dinlerin “karma olması” gerektiğini, BOP başlangıcına yakın, 1993 yılında öngörmüştü. İnsanoğlundan (şimdilik) istenen de zaten, kendi dini dışında “başka bir din sahibi olması değil”, herkesin kendisini, “öteki dinden de olmayı hissetmesi” oluyor. “Karma/sentez din” anlayışı doğuran bu istek, bir üst aşamada devreye sokulacak, “inanılması gereken “Tek Din” için gerekiyor…

Biz bu ‘gösterimi’ edebiyatta ve sinemada da izlemiş, ülkesi Meksika’dan sürgünde olan Alejandro Gonzalez Inarritu’ya, Cannes Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülü kazandıran Babel (Babil) filmi, insanoğlunun zihnini bir “ortak yazgının ağları ile birleştirme” amacı oluyordu. Çünkü, ‘Babil Kulesi’nde konuşulan (!) ‘Ata Dil’ ve inanılan ‘Ata Din’, yerini ‘kırık parçalardaki çokluğa’ bırakmış, “Diller ve Dinler birleşinceye”, yani, Babil Kulesi yeniden inşâ’ edilinceye kadar kopmuş bulunuyor!..

İşte, sözkonusu bu “kopan zincir”, yani ‘Babil Sendromu sorunu’; “mutlaka çözülmeli inancı’ demek de oluyor. Bu “sahte inanç”, insanlık için ‘büyük tehlike’ olmasını hâlen de sürdürüyor…

17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve sonrasında diğer Kuzey Afrika ülkelerinde de vizyona sokulan ‘halk ayaklanmaları’, “Kıyamet yılı/Altın-Yeni Çağ” olarak öngörülen 2012-14 tarihinde “alenileş(tiril)ecek” olan ‘bu tehlike’nin yakınlaşan ayak sesleri oluyor; yoksa, “Domino Etkisi” olmuyor…

‘Domino/Kelebek Etkisi’ yok, ‘Babil Balığı’ kulaklara sokuluyor…

Kuzey Afrika ülkelerinde ortaya çıkan ‘ayaklanmalara’ paralel olarak duyduk ama, öncesinde filmlerde bile izledik; ‘Domino Etkisi’ ya da bir diğer ismiyle, ‘Kelebek Etkisi’ kandırmacası ortada dolaştırılıyor. Bu öngörüyle, her ne olursa olsun, insan hayatının ne kadar hassas dengeler üzerine kurulu olduğu; minik bir kartopunun nasıl bir çığa dönüşebileceği; en ufak bir uyaranın, kişinin psikolojisini, dolayısıyla sonraki yaşamını büyük ölçüde etkileyebileceği “beynimize” sokuluyor. Bu hurafe, ülkeler siyasetinde kullanılıyor. Mesela, 2008 yılı başlarında, Kosova Parlementosu’nun ‘bağımsızlık bildirisini’ onaylayıp ilan ettiği günlerde, “Kosova ile Pandora'nın Kutusu açılacak, Domino teorisi’nin dinamikleri harekete geçecek” deniliyordu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, Fransız Le Monde gazetesinde yayınlanan, “BOP'un çökmesinin temel nedeni, ABD'nin Türkiye'yi kaybetmiş olmasıdır, ‘Türkiye'nin Domino Etkisi’ tabirini asıl bu büyük tarihi hakikat için kullanmak gerekiyor!” açıklamasının ise (7), hiçbir anlamı yok, çünkü; Ahmet Davudoğlu sadece profesör, “dünyada neler olup bittiğini” bil(e)miyor, ne BOP çöküyor, ne de “Türkiye’nin Domino Etkisi” diye bir şey bulunmuyor. Kosova’ya ‘bağımsızlık’ verilmesi “ABD’nin işi” oluyor, yoksa, “Türkiye’nin Domino Etkisi” olmuyordu. 2008 yılı Şubat’ında Kosova, ‘himayeli bağımsızlık’ denilen uyduruk bir terimle “ABD uydusu devlet” oluyor, Anayasası da, ABD’li danışmanlar eşliğinde hazırlanıyordu. Bu ‘modelin’, Sovyet İmparatorluğu’nun 1989 yılı çöküşünde de kullanıldığı bilinebiliyor. Aynı ‘saldırı (demokrasi) modeli’ bu defa, “Ortadoğu/İslam coğrafyasına”; Kuzey Afrika’ya uygulanıyor, bugün Ortadoğu’da yaşananlar bu oluyordu. Davutoğlu, Tunus'la başlayan, Mısır'la devam eden süreç için, bölgede pozitif bir ‘Domino Etkisi’ yapacağını, Mısır konusundaki yaklaşımlarının ABD ile büyük oranda örtüştüğünü de söylüyordu ki (8), bu açıklaması da zaten, olmakta olanın, “ABD (Anglosakson-Judea) projesi” olduğunu; Ortadoğu ülkelerinde ortaya çıkacak yeni yönetimlerin de, tıpkı eskileri gibi, “ABD himayesinde” yaşayacağı anlaşılabiliyor. Hüsnü Mübarek’in gitmesinden sonra “iktidar verilen kağıt generallerin”, ‘ne kadar Amerikancı’ olup olmadığını araştırmaya gerek de yok, ABD’nin “Silahlı saldırı projesi/BOP ile, “Silahsız saldırı projesi/Sorosculuk-STÖ’ler, istediğini istedi mi zaten deviriyor! Ya da şöyle ifade edersek: Douglas Adams’ın “Galaksiler İçine Otostop” adlı eserinde insanoğlunu tatlı hayallere sürükleyen çözüm olan “Babil Balığı-Babelfish”, kişinin (toplumların) kulağına sokulduğunda “beynin konuşma merkezini etkileyerek ‘bütün dilleri’ anlamasını”, yani “ortak bilinç” oluşmasını, istenilmeyen ülkelerin, hükümetlerin ortadan kaldırılmasını sağlayan uygulama oluyor. Oluşturulan ‘ortak bilinç’ ile, BM lokomotifliğindeki Küresel Tren’le insanlığa ‘Babil Yolculuğu’ yaptırılıyor…

Bunun aksini düşünenler ya da ‘fundemantalist ABD’ politikalarını anlamak isteyenler, ‘Manifest Destiny (Belirlenmiş Kader)’ doktrininden üretilmiş misyonu iyi bilmeleri gerekiyor. Manifest Destiny’de tanımlanan ‘iki tip’ misyondan birinin, “müdahale yoluyla (BOP)”, diğerinin ise, “örnek yoluyla (Sorosculuk/STÖ’ler)” olması, sürdürülen “işletim sistemlerini” gösteriyor. Gerçek bu olduğu için de, Tunus’taki “Yasemin Devrimi” denilenin, diğer Arap ülkelerinde ‘Domino Etkisi’ yaptığı zırvalarının hiçbir anlamı bulunmuyor. Tunus’ta  olanlar, “Ortadoğu/İslam” dünyasının “Gdansk’ı/Polanya” örneğinde yaşananlar gibi, Doğu Avrupadaki ‘komünist rejimi’ bitiren Polonya’da oluşan işçi partisi hareketine benzer ‘senaryo’ oluyor; “İslam/coğrafyasında” da ‘aynı senaryo’ hayata geçiriliyordu. Babil/Nabukadnezar denilen ‘Irak’ın işgalinde de görülen “Büyük Ortadoğu Projesi (Silahlı güç)”ile Kuzey Afrika’da görülen “Sorosculuk-STÖ (Silahsız güç)” saldırıları, Magrip'ten Maşrık'a kadar uzanan coğrafyada durmasızın sürdürülüyor. ‘Domino (Kelebek) Etkisi’ denilen de bu “iki saldırı projesi” uygulamaları oluyor.

Taha Akyol isimli ‘Bilmediğini Bilmeyen’ kişi; “Arap dünyasındaki değişimin temelinde ‘küresel güçlerin gizli planları’ değil, toplumlarda eğitimin, şehirleşmenin… dünyadaki refah ve özgürlükler konusunda ‘farkındalığın’ gelişmesi vardır. Böylece…bireysel özgürlük, kadın eşitliği, ekonomik rasyonellik, demokrasi gibi kavramlar, sokakların özlemi olarak kalmayıp İslami düşüncelere de girmektedir. Bizde AKP bu sürecin ürünüdür ve temsilcisidir.” dese de (9), bu açıklaması büyük bir ‘kandırmaca’ oluyor. Çünkü, KüreselciNler yoksayılarak yaşananlar açıklanamaz. BM denilen ‘ABD gücü’nün, 2002 tarihinde İslam ülkeleriyle ilgili raporunda yer alan; “Nüfus hızla artıyor ve gençleşiyor, Fas'tan Pakistan'a kadar her ülkede milyonlarca barut fıçısı ürüyor. Bu barut fıçıları…tüm dünyayı tehdit ediyor. Çözüm? Kadını özgürleştirmekgençleri dünyayla bütünleştirmekrejimleri demokratik reformlarla evrimden geçirmek..." açıklaması bile, yaşanmakta olanları zaten ortaya koyuyor. İnsan Hakları, özgürlük, seçim, demokrasi denilen “kandırmaca” ortada olduğu müddetçe de, “kimin kimi seçeceği” sorunu, ABD için İran’ı bile ‘tehlike’ yapmıyor. Bu sebeple, Tunus’un ve diğer Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin kulağına sokulan ‘Babil Balığı (Babil Yolculuğu/Babil Sendromu çözümü)’, bundan sonraki istasyonlarına uğramak için sabırsızlığını sürdürüyor. I. ve II.Dünya Savaşları ile BABİL denilen Avrupa’daki Katolik Hıristiyanlık dünyasını çökerten “Anglosakson-Judea ortaklığı”, 5 Mayıs 1949'da Londra'da, Avrupa Konseyi adı verilen yeni bir kurumun oluşturulmasına ilişkin anlaşma imzalıyor (o dönemlerde demokrasiye geçmeyi kabul eden Türkiye de, Avrupa Konseyi'nin ‘kurucu üyeleri’ arasına kabul buyruluyor, haliyle de Gladioları da ürüyor), “Demokrasi evi”nin kurulumu, bir başka deyişle de, “Babil Kulesi’nin yeniden inşâsı” ya da “Nabukadenezar’ın, İbranilerin yüce tanrısına boyun eğdirilmesi” amacı daha o yıllarda hayata geçiriliyordu…

  ‘Nabukadenezar’, İbranilerin ‘yüce tanrısına’ boyun eğdiriliyor!..

Kosova Parlementosu’nun “sözde bağımsızlık” bildirisini onaylayıp ilan ettiği dakikalarda Kosova Filarmoni Orkestrası, Giuseppe Verdi'nin, Nabucco Operası’ndan “Kölelerin Korosu” ile başlıyordu. Türkiye üzerinden Avrupa’ya gaz pompalanması amacıyla geliştirildiği söylenilen projenin adının “Nabucco” olması da, ‘Nabucco’nun, sadece ‘Doğalgaz boru hattı’ olmadığını, esasta “ABD projesi” olması sebebiyle, senaristlerinin, Nabukadnezar’ın yaşattığı “Babil Esareti’nin bugünkü torunlarıolduğunu anlamamız da mümkün olabiliyor…

Kral Nabukadnezar için; “Babil Devleti'nin en güçlü kralı olan Nabukadnezar… Milattan önce 597…Kudüs’e girdi…Dokuz sene sonra…Kudüs’e tekrar girdi ama bu defa şehri baştan aşağı yağmalatıp Süleyman Mabedi’ni yıktırdı, bütün Yahudiler’i sürgün etti ve bu yüzden Yahudi tarihlerine ‘en büyük düşman’ olarak geçti…Eski Ahit'te Tanrı Yehova’nın ‘Kudüs’ün intikamını alacağına’ yemin ettiği Nabukadnezar, İslami metinlerde ‘Buhtünnasr’ adıyla geçer….” deniliyor (10). Nabukadnezar ismi Eski Ahit’in ‘Yeremya’ faslında lanetle anılıyor ve ‘Kudüs’ün intikamının ‘Babil’den günün birinde ‘mutlaka alınacağı’ söyleniyor…

Peki de, bu durumda, ‘Nabucco (Nabukadnezar)’ bugün için ne anlam ifade ediyor?

İbranilerin ‘Nabukadnezar’a/esarete’ başkaldırışı” ne demek oluyor? Türkiye’ye başrol verilen Nabucco projesi ile ya da “İslam/coğrafyasında” sürdürülen işgallerle, “ahdedilen intikam”, “Nabucco’nun, İbranilerin ‘yüce tanrısına’ boyun eğdirilmesi”  arasında ilişki kurmak mı gerekiyor!..

O zaman da, intikam alınacak “güncel Nabukadnezar” kim? İntikam alınacak Babil, bugünkü Bağdat/Irak mı ya da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” mi! Sahi kim/ne?..

Mutlaka yorumlanması gerekiyor...

1842 yılında seyirciyle buluşan Verdi’nin ‘Nabucco Operası’nın konusu, “geçmiş Ortadoğu”da geçiyor ve Yahudilerin köle olarak kullanıldığı Babil Kralı Nabukadnezar dönemini anlatıyor. Opera sonunda da, “zafer, inancın” oluyor.

Peki de, “bugünün zalim kralı/tanrısı” kim/ne ve “zafer hangi inancın” olacak?..

Soruna ve bugünkü Ortadoğu’da yaşananlara bu açıdan baktığımızda, “İslam için” büyük bir tehlikenin sözkonusu olduğu anlaşılabiliyor. “Köktendinci Protestan Hıristiyan-Yahudilerin” BOP (GOKAP) projesi, Yahudiler açısından Eski Ahit’te, Daniel’in haber verdiği ‘Günlerin Sonu’ misyonu ile; Hıristiyanlar açısından ise, Yeni Ahit’de, Yuhanna’nın Vahyi’nin 13’ncü bölümünde; ‘Tanrının Krallığı’nın gökten yeryüzüne inmesinden hemen önce Mesih/İsa’nın düşmanının yenik düşmesinin; yani Müslümanlarla yapılacak son savaş Armageddon’un öngörülmesinde ve o andan itibaren de ‘Yeni (Altın) Çağ’ın başlayacak olduğu kehanetinde kökenini buluyor.” (11). Nabucco Gaz projesinin senaristlerinin, “Babil esaretini’ yaşayanların bugünkü torunlarıolduğu, bugünkü Nabucco’nun, yani Nabukadnezar’ın “İslam/coğrafyası” olduğunu göz önüne alırsak eğer, “zafer kazanacak inancın” da, “Hıristiyan Siyonist (Anglosakson-Judea) din olan Musevilik” olduğunu anlayabilmemiz mümkün olabiliyor. Yaklaşık 200 yıldır, ‘dünyanın yönetici gücü’ olan ‘Anglosakson-Judea ortaklığı’nın, inançlarını dış politikalarına yansıttıklarını da göz önüne aldığımızda, ‘Duvardaki kehanet’ gibi Tevrat öngörülerini sık sık karşımızda bulmamız da anlaşılmaz olmuyor.

Duvardaki kehanet : Mene tekel peres (hurafesi)

Devletlerin, toplumların ‘ayakta durabilme’ koşulları insanlığa ‘Babil Yolculuğu’ yaptıranlarca şöyle anlatılıyor: Devlet yaşamının duvarları kırılıyor, çatlaklar meydana geliyor, kırıklar genişliyor. Eski, hatta sağlam devletler çatlak vermekle kalmayıp yıkılıyorlar. Devlet rejiminin köhne temelleri, halkı yöneten eski kurallar geçmişte anlamlı olsa da artık geçerli değildir. Yeni, sağlam bir devlet yönetimi oluşturmak gerekli deniliyor.

Bu iddia da kökenini, kimilerince ‘Kutsal kitap’ denilen ama ‘ilahi olmadığı’ kesin olan Tevrat’ta yerini buluyor…

Nabukadnezar tarafından Babil’e sürgüne gönderilen Yahudilerin, esaret hayatları Kral Baltazar döneminde de devam ederken yaşandığı ileri sürülen “Duvardaki kehanet” isimli bir başka ‘Tevrat öngörüsünde bulunuyor. Tevrat’ın bu öngörüsünün aktarıcılığı da -Müslüman olarak tanınan, ama Tevrat sevdalısı diyebileceğimiz- Akif Beki’den geliyor, 2010 yılı başında şunları söylüyordu: “2010’da nasıl bir yıl bekliyorum?...Yeni yıla, eski çağlardan kalma bir duvar yazısını tekrarlayarak girdim…Tek tek her birimizi nasıl bir yıl bekliyor? Ancak her zaman, her yerde ve herkes için geçerli bir kehanet, cevap verebilir bu soruya. Kader planımız, Baltazar’ın saray duvarına yazılı o 3 kelimeden ibaret: Mene, Tekel, Peres. Tarihin en büyük kehaneti, bu muamma yazıda saklı. Babil Kralı’nın kaderi, o şifreler çözüldüğünde çıkmıştı. Her birimizin kendi kişisel geleceği de, bir gün mutlaka aynı kehaneti doğrulayacak. Bu yıl olmazsa gelecek yıldır, o da değilse bir sonraki...Ama bu kehanetin lanetinden kaçış imkânsız...Duvardaki gizemli yazıyı kimler okuyabilir? Eski Ahit’e göre Daniel peygamber okudu. Gaipten bir elin saray duvarına nakşettiği esrarlı harfler, Baltazar’ın kaderini, Babil’in sonunu haber veriyordu. Mene, Tekel, Peres! Mene: Krallığının günleri sayıldı ve bitti. Tekel: Terazide tartıldın ve eksik çıktın. Peres: Krallığın bölünerek Med ve Perslere verildi. Kitapta, kehanetin aynı gece gerçekleştiği söylenir; Baltazar öldürülür...Yaşayan her canlı, bir gün mutlaka o muamma harflerin esrarını keşfedecek.” diyordu (12)…

Peki de, “Sonu” haber verilen bugünkü Baltazar/Babil kim/ne?.. Ya da her şey apaçık ortada iken, ‘Mene, Tekel, Peres süreci’ kimin için işletiliyor?

2006 yılında, “Mene, Tekel, Peres” başlıkla çıkan bir yazıda, “Batı Avrupa’dan kaçan, cani, asi, hırsız, altın arayıcısı, ırkçı, soykırımcı, tecavüzcü ve aşırı Hıristiyan püritenlerin kurduğu bir ülke olan Amerika, artık ilahi bir yasa olan Men, Tekel, Peres sürecine girmiştir...İmdi, Batı medeniyeti ve özelde Bush ve Amerika için Mene, Tekel, Peres zamanıdır…Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.” şeklinde öngörülerde bulunulsa da (13), bu öngörünün “bilgisizlik” olduğu, ‘Mene, Tekel, Peres’in ‘ilahi yasa olmadığı’, “köktendinci bir devlet olan ABD’nin (Anglosakson-Judea’nın), “İslam/coğrafyası” için ‘Mene Tekel Peres zamanı’ yaşattığı görülebiliyor…

“Müslüman olarak” bildiğimiz Akif Beki, “Yaşayan her canlı, bir gün mutlaka o muamma harflerin esrarını keşfedecek” diyor da, sahi, bizim neyi “keşfetmemizi” istiyor! Tehdit gibi de olan bu öngörüyle kabul etmemiz istenilen ne (?) diye sormama gerek var mı!..

‘Yeni Babil Kulesi’ İstanbul’da (mı) kuruluyor!…

“İstanbul”a Batılıların ilgisi giderek neden artıyor? Mesela da, Amerikan Basketbol Ligi’nin (NBA) Avrupa’daki ‘ilk mağazası’ bile İstanbul’da niye açılıyor?..

İstanbul’a olan bu ilgi için, ‘pusulasız keşiş’ Ertuğrul Özkök; “İnsanın aklına hemen şu soru geliyor: Niye İstanbul? Türk basketbolü Avrupa’nın en iyisi değil. Mesela niye Madrid değil? Veya Roma. Veya takımları Avrupa liginde başarıyla oynayan, kapalı salonları Türkiye’den daha çok seyirci toplayan Atina değil? Niye Berlin, Paris veya son yıllarda baskette çok iyi sonuçlar alan Hırvatistan’ın Zagreb’i, Ukrayna’nın Kiev’i değil de İstanbul? Niye basketin devleri arasında yer alan bu Hıristiyan ülkeler değil de Türkiye? Bu soru önemli. Cevabı da önemli. Çünkü İstanbul, giderek "küresel" bir şehir haline geliyor.” diyordu (14)… Peki de, İstanbul neden “Küresel” bir şehir haline geliyor?

Sahi, Merkez Bankası İdare Merkezi'ni, İstanbul'a neden naklediyor? Ya da İstanbul uluslararası sistemin ‘finans merkezi’ de neden oluyor! Ya da Dünya Gazeteciler Birliği'nin 57. kongresi’nde (2004 Haziran-İstanbul), Türkiye Gazete Sahipleri Birliği Başkanı Aydın Doğan; Babil Kulesi’nin, İstanbul’da kurulmasını neden istiyordu?

Ya da “Babil’den ayrılanlar”, ‘Yeni Babil’e (mi) geri dönüyor!..

Yaşananlar, ‘Eski Babil Kulesi’nin bulunduğu Eski Babil’de başlatılan sürecin, ‘Yeni Babil Kulesi’nin inşâ edildiği İstanbul’da ‘bit(iril)ecek’ olması gibi duruyor...

‘Evcilleştirilen’ Müslümanlar…

CIA'in eski Başkan Yardımcısı olan ve son kitabının ismi “İslamsız Dünya” olan Graham E. Fuller, bugünlerde Ortadoğu'da yaşanmakta olan ‘ayaklanmalar’ için, ‘Yeni bir Çağın başlangıcı', Büyük Ortadoğu Projesi için de, 'Bu bir Amerikan ideali' diyor (15). Sözettiği ‘Yeni Çağ’, Babil Sendromu’nun çözümü ile gelecek ‘Altın Çağ (Tanrının Krallığı)’; ‘ABD ideali BOP ise’, ‘İslamsız dünya istemek’ oluyor...

Graham Fuller, istedikleri “İslam dünyası” için öngördükleri ‘iki ayak’lı ‘Türk Modeli’ni 2004 yılında şu şekilde ortaya koyuyordu: “'Türk modeli' yeni yeni olgunlaşıyor…Bu model  Avrupa ve dünya adına…iyi bir modeli ifade ediyor…Türk nüfusunun çoğunluğu…Atatürkçü seçkinlerin Batı ile kurduğu muhabbeti paylaşmadı…Bu sürecin…doruk noktası ise…(AKP) 2002 seçimlerinde kazandığı muazzam zafer oldu…Benzer şekilde Türkiye'deki en büyük halk (-Hocaefendi) hareketihoşgörülü ve açık bir İslam öneriyor…bu iki önemli hareket…yeni bir seçkin tabakayı temsil ediyor.” diyordu (16). Bu ‘seçkinler’in neden olması gerektiğini de yine Fuller açıklıyor; “AKP gibi bir partinin iktidara gelmesiyle artık bir nevi siyasal İslam problemi için çözüm bulunmuş oldu…Bilhassa ABD'ye, İsrail'e karşı…İslam dünyasında büyük öfke var…Bunları evcilleştirmek lazım.” diyordu (17). Buna karşın 2008 yılı başında “Ben” de; çok açık ve net, ABD-İsrail’e ‘karşı’ olan Müslümanların evcilleştirilmesi için, artık ‘laikperest model’ değil, bu ‘iki ayak’ın ‘iktidarının’ sürmesi gerekiyor. Bu ‘ikili iktidar’ döneminde, önümüzdeki zaman içersinde, İslam ile ilişkilendirilebilecek daha fazla serbestlikler yaşanılacak olması hâli, mesela da, ‘Başörtüsünün serbest olacak’, hatta kucağımızda ‘Halife’ de bulabilecek olmamız hâli, kimsede laikperestlikten din devletine mi geçiliyor endişesi yeşertmesin; ‘Hocaefendi hareketli AKP Dönemi’, İslam geleneğinin içinin boşaltıldığı dönem oluyor diyordum (18).

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Mısır, Lübnan, Tunus ve Libya'da yaşanan olayların BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)  ile ilgisi olmadığını söyledi ama (19), doğru değil, doğru değerlendirme; “BOP’un Silahlı saldırı projesi” olduğu, Irak ve Afganistan gibi ülkelerde hâlen de kullanıldığı, Kuzey Afrika’daki isyanların ise, BOP’un ‘kardeş’ versiyonu olan, “Silahsız saldırı projesi Sorosculuk-STÖ’ler saldırısı” olduğu oluyordu. Diğer taraftan aynı gün, Diyologcu’lardan Hüseyin Gülerce; “Bush’un değil, Obama’nın BOP’u…” başlıklı yazısında; “AK Parti örneği ve Türkiye'de muhafazakâr-dindar büyük kitlenin, demokrasi ile İslam'ın bir arada olabileceğini gösteren tecrübesi, bölgedeki demokratik değişimi etkileyecektir….” diyordu ama (20), onun da bilmemesi mümkün değil; “Bush’un BOP’u ile Obama’nın BOP’u aynıdır, değişmez”; İslam ‘ilahi’, demokrasi denilen “Amerikan istekleri” ise, ‘insani’ oluyor; “Müslüman olanın”, ‘İslamsız dünya’ yeşerteceği için, bunları “birleştirme/sentez” yapmaması veya “köktendinci (fundemantalist)” bir devlet olan ABD (Anglosakson-Judea ortaklığı) ile ‘ortaklık’ yapılmaması gerekiyor…

Tarih, “Müslüman olup” da ‘Babil Sendromu çözümüne’ katkı koyanlar ya da ‘Babil Balığı’nın insanoğlunun yaşantısına girmesini sağlayanlar ya da ‘Mene Tekel Peres’ sürecine ‘hizmet verenler’ için hükmünü verecektir… Ben bu yazıyı bugünden, o günkü hüküm için yazdım…

Sahi, kim bana, “ders vermiyorsun” diyebilir!…

(NOT: Yazının yayınlanma tarihi/27.02.2011)

 

Ahmet MUSAOĞLU

http://www.ahmetmusaoglu.org

Yayın Tarihi
05.01.2014
Bu makale 10238 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!