Gâh çıkarım gökyüzüne seyreylerim âlemi

Harran’ın uçsuz bucaksız düzlüğü geride kaldığında ve Suriye sınırına doğru yol aldığımızda irili ufaklı tepelerle karşılaşmıştık.

Muhtar:

“İşte bu köyün ilk öğretmeni sen olacaksın.” Demişti toprak damlı, küçük ve dar pencereleri olan köy evlerini göstererek.

Küçük de olsa kentimiz, bir kent çocuğuydum ve köy yaşamının çok uzağındaydım.

Muhtarın evinde kaldığım o gece ise beynimin içinde geçen onlarca soru hiç bitmemişti.

Sabah uyandığımızda evin önünde toplanan köy çocukları birbirlerinin omuzları üzerinde boylanıp, yüzümü görmeye çalışıyor ve Arapça konuşuyorlardı.

Ahırdan bozma tek sınıflı derslikte ders için tunçtan yapılma zili elimde sallayarak çaldığımda öğretmenliğe ilk adımı atmıştım.

Türkçe biliyordum, öğrencilerim ise Arapça… Onlara Türkçeyi öğretirken ben de Arapçayı öğrenecektim.

Günler ilerledikçe alışmaya başladım yeni hayatıma. İşim zordu. Bir başka dilde öğrenci eğitmek hem de yağmur biriktiren sarnıçlardan su alarak gereksinimleri karşılamak hiç de kolay görünmüyordu.

En sevdiğim saatler öğleden sonra okulun güne paydos dediği saatlerdi. Dersliği düzenleyip, bir sonraki günün ders planını yapar yapmaz kendimi sınıra yakın tepelerin altında toklularını yazıya seren çobanların yanına atıyordum. Türkçeleri çok azdı. Ama gönül dilini kullanınca birbirimizi anlamamızda hızla çoğalıyordu.

Helivan diye kökü soğansı bir bitkiyi ellerindeki soba maşasına benzeyen demirlerle çıkaran çobanların ikramını geri çevirmiyordum. Tatlımsı ve az sulu bu bitkiyi akşamları çobanlar köydeki küçük kardeşlerine şeker niyetine götürüyorlardı.

Her akşam yemeği bir hanenin konuğu oluyordum. Anlaşılan muhtar hane reislerini sıraya koymuştu. Karanlık çökmeden bir köylü yanıma yaklaşıp, koluma girerek evine götürüyordu. Yemek sonrası uzun süren çay faslına diğer hanelerden gelen köylülerde katılıyordu. Sınır ötesinden getirilmiş çayların demlenmesi sohbetleri de koyulaştırıyordu.

“Siye kurban hoca hele bir anlat.” Diyordu Türkçesi iyi olan köylüler. Bir taraftan da kaçak tütün sarılmış sigaraları önüme doğru ikram niyetine atıyorlardı. Topladığım sigaraları küçük bir naylon poşetin içine katıp, her akşamüzeri bir araya geldiğimiz çobanlara götürüyordum.

Akşam yemeği ve çay faslının kısa sürdüğü geceleri de çobanların yanına gitmeye başladım.

Harran’da gökyüzü bulutsuzsa eğer geceleri olağanüstü bir güzellikte olur. Koyu laciverte dönük gökyüzündeki yıldızlar sanki elinizi uzattığınızda dokunup, tutacakmışsınız gibidir.

Çobanlar sigaralarını tüttürtürken hemen yanlarında yere sırt üstü uzanıp yıldızları seyreder,  bir süre sonra kendimi derin bir kuyunun içindeymiş gibi hissederdim. O sırada gökyüzünde kayıp giden bir göktaşını yıldız kaydı olarak algılayan çobanlar ellerini havaya kaldırıp:

“Bir ömür daha söndü.”Diyerek Fatiha okurlardı.

Harran’ın uçsuz bucaksız yazısında tek güzelliğin bu olmadığını da fark ettim. Bulgar malı göçmen motorlarını ulaşım aracı olarak kullanan köylülerden arada biri coşar:

“Hoca gel gezelim. Seyreyleyelim âlemi.” Diye motosiklet gezisine davet ederlerdi.

Köyün kırmızı topraklı yolunu aşıp Şanlı Urfa’yı tepeden gören noktaya gelir, kentin binlerce lambasının ta tepelere kadar uzanan ve sanki gün batımı gibi şavkı her yana yayılan ışıklarını seyrederdik.

O günler ülkemizin en sıkıntılı günleriydi…

Sağ-sol çatışmasının kentlere yayıldığı, Suriye sınırından sürü geçirmek için mayınlarda can veren, sakat kalan acılı insanların olduğu günlerdi. Bütün bu sıkıntıları küçük el radyomdan haber saatlerinde öğrenebiliyordum. Bazen T.R.T’nin yayın istasyonlarına erişmek yüzlerce Arap radyo istasyonları arasında Türkçe yayın bulmak çok zordu. On beş günde ya da haftada bir kente ihtiyaç temini için indiğimde aldığım gazetelerdeki haberler yaklaşan fırtınalı günlerin yakında olduğunu sezinletiyordu. Her şey karaborsaydı. Karaborsa olmayan Urfa’daki dostlarım ve o sırada o kentte Yüksek Meslek Okulunda öğrenci olan liseden sınıf arkadaşım ve can dostum Necdet Altıntepe’ydi. Köyde geçen günlerimi onlara anlatıyordum.

İnsanların üç çıkış noktası vardı…

Birisi o yıl iyi bir yağmur ve yağmur sularından dolan sarnıçları…

İkincisi canları pahasına kaçakçılık…

Diğeri de son günlerde adı sıkça söz edilmeye başlayan Harran Su Tünelleri ve Barajı Projesiydi.

Bana her kese göre tek kurtuluş Harran Su Tünelleri ve Atatürk Barajıydı.

Yani üç umut…

Ne zaman yıldızlı bir gecede gökyüzüne başımı kaldırsam aklıma 1980 öncesi Harran Ovası geliyor.

Kendimi bir göçmen motosikletinin ardında, egali rüzgârda savrulan sürücü Abit’in sırtına sımsıkı sarılmış, sınıra doğru uçup giderken hissediyorum.

Şükür şimdi o toprakları rahmetle buluşturan Harran Tünelleri, Atatürk Barajı var. Mayında ölenlerin, kaçakta çatışmalarda can verenlerin isimleri haber olmayalı çok yıllar geçti.

Yayın Tarihi
31.07.2014
Bu makale 4945 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!