12 Eylül Askeri Darbesinin lideri artık yok!

12 Eylül 1980 tarihinde Kenan Evren liderliğindeki askeri darbenin olduğu gün Uşak’taydık.

İki hafta önce düğünümüz yapılmış Van’daki büyükler:

“Hadi bakalım Uşak’takileri ziyaret yapın el öpmeye gidin.”Gidin demişlerdi.

11 Eylül gecesi varıp ta uyuduğumuz Uşak akşamının sessizliği sabahleyin dışarıdan gelen askeri araçların motor sesleriyle bozulmuştu. Rahmetli kayınpeder fırından kucağı ekmek dolusuyla döndüğünde:

“Örfü idare ilan edilmiş. Sokağa çıkmak yasak! Aman yasaklara uyalım çocuklar.” Diye bizi uyarmıştı.

Radyoda Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türküleri çalıyordu.

Cumhuriyet Gazetesi okuruyduk ve düşünsel olarak dünya bakışımız soldu.

Kayınvalide de:

“Şu sıralar okuduğunuz gazeteyi de almayı verin. Hele bir ortalık durulsun.” Nasihatini vermişti.

Kaşla göz arası babamla Van’dan yaptığım telefon görüşmelerinde üzülerek onca kitaplarımızın adına bile bakmadan hamam sobasında yaktıklarını anlatıyordu.

“Ya aranan listelerde kimler var?” Diye sorduğumda:

“Muhbir vatandaşlar düşüncelerinden hoşlanmadıklarını askeri birimlere şikâyet etmişler. Mahalleden şunlar, bunlar gözaltına alınmış. Bir süre oralarda kalın.” Önermesinde bulunmuştu.

Okullar açılacak ya birkaç gün sonra dönmemiz gerek.

İzmir’den kalkan ve Uşak’tan geçen Van Gölü seyahatle dönüş başladığında sağdan, soldan aldığımız haberler iç karartıcıydı. Her kentin girişlerinde ve varoşlarında arama noktalarında durdurulan otobüsün içindeki yolcuların kimlikleri toplanıyor, ellerdeki tomar tomar listelerde aranan var mı kontrolü yapıldıktan sonra araca ancak yol veriliyordu.

Şimdi şu durakta ya da falanca kentin güvenlik arama noktasında adımız listede çıkacak diye uzun yolculuğumuz sırasında helak olmuştuk. Sabıkamız yoktu. Her hangi bir siyasi takibimiz yoktu. Ancak babamın anlattığı hain muhbir tuzağı kötü bir sürpriz yaşamamıza neden olabilirdi.

Kaygı ve korku dolu saatler sonra Van’a vardığımızda kitaplığımızdaki tüm canım kitapların yakılmış, yerlerine babamızın gazete kuponlarıyla aldığı ansiklopediler özenle dizilmişti.

Her kes birbirine şüpheyle bakıyordu. Akşam griliği indiğinde sokakların sahibi polis ve askeri araçlar oluyordu.

Ve hava akşam griliğinden yerini koyu karanlığa terk ettiğinde ise başka bir korku yüreklere çörekleniyordu. Sokaktan geçen veya duran bir araç, çalınan evin kapısı:

“Götürecekler mi?” Sorusunun kaygısını takıyordu yüreklerimize.

O bildiğimiz yağdanlık takımı çoktan kapısının, penceresinin ve de evinin görünen yerlerine Kenan Evren ve arkadaşlarının resmini iliştirmişti. Bizim gibi düşünmeyenlerin bakışlarında:

“Bak kafamızı bozmayın bir küçük ihbar alır götürür sizi Diyarbakır mahpushanesinin cehennemine!” Tehdidi yansıyordu.

Gelen haberler solcu ve sağcı gençlerin aynı cezaevlerinde tutulduğu, işkencelerin haddinin hesabının olmadığı üzerineydi.

Sokaklardaki kanlı pusuların ve çatışmaların hesabının faturası solculara çoktan kesilmişti.

Siyasi kimliklere yapılan suikastlar, mezhep kavgaları, öğrenci olaylarının tekmili büyük bir güce dönüşen solun önünü kesmek için ustaca kurgulanmış ve devreye devrimci, ülkücü kapışması da monte edilince gelen askeri yönetime olup bitenden bunalan halk sessiz kalmıştı.

Kenan Paşa da giydiği giysilerle, taşıdığı bastonla sözde Atatürk pozları veriyordu. Çıktığı meydanlarda bolca Allah ve dinden de söz etmeye başlamıştı. Nüfus planlaması, Türkiye’nin tarım politikasına sahip çıktığında gün gelince kaynaklarını yitiren dünyanın aranan ülkesi olacağı tezini sıkça savunuyordu.

Cezaevlerindeki gözaltında tutulanlar nüfus cüzdanlarında sadece soyadları tutanlar ve çok özel izinlerle görüştürülüyordu. Bu arada askeri propaganda uzmanları öğretmenlere yönelik toplantı ve seminerlerde Kürt diye bir kavramın olmadığını, Kürt adının da karda yürürken ayakların çıkardığı kar kur sesinden türediğini anlatıyordu.

Ülkücü ve devrimci gençler işkence hanelerin düzeneklerinden geçirilirken badem bıyıklı Milli Görüşçü gençlere kesinlikle dokunulmuyordu.

Dış basında kurgusu önceden yapılmış haberlerde:

“Altı kadifeyle kaplanmış postalların darbesi.” İmajı yaratılmaya çalışılıyor ve Diyarbakır ve Metris cezaevlerindeki işkence haberleri askeri yönetim tarafından sansürle yasaklanıyordu. Henüz yaşları tutmayan, reşit olmayan delikanlıların yaşı büyültülerek asılsız suçlar üzerlerine yıkılarak kurulan idam sehpalarında infaz ediliyorlardı.

Parti liderleri Yassı Ada’ya alınmış, siyaset yapmaları yasaklanmış, partileri kapatılmıştı. Suçları 12 Eylül’e zemin hazırlamak ve halkı birbirine düşürmek olarak belirlenmişti. Onlar askeri yönetim tarafından beceriksizlikle itham ediliyordu

Askeri vesayet Anavatan Partisini dizayn etti. Bülent Ulusu Başbakanlığı ile başlayan süreç, Askeri Darbe Konseyi tarafından seçilen bakanlarla devam etti. Turgut Özal dönemi ve onun Papatyalar Devri başlatıldı. Kenan Evren ise tartışmasız Cumhurbaşkanı oldu. 12 Eylül Askeri Darbesinin ürünü Anayasa yazılıp halkın güven oylamasından geçirildi.

Ve zaman akıp geçti…

Kenan Evren geçtiğimiz yıllarda askeri darbe yaptığı ve demokrasiyi sekteye uğrattığı gerekçesiyle yargılandı. Hakkında verilen ağırlaştırılmış müebbet cezası yaşlılığı göz önünde bulundurularak uygulanmadı.

Marmaris’te yaptığı yağlı boya resimlerini Cumhurbaşkanıyken milyarlar sunarak alan sermaye patronları paşa gözden düşünce resimlerine metelik bile veren çıkmadı.

Gün gelip de:

“Bana verilen tonlarca plâketi ve şiltleri Marmaris açıklarında denize attım.” Dediği haber olunca çevreciler tarafından mahkemeye verildi, hakkında doğaya zarar vermekten dava bile açıldı.

Darbe sürecinde yapılan işkenceler ve idamlar gün gelip de Genç Bakış televizyon programını sunan Abbas Güçlü tarafından konuk edilen paşaya:

“Pişman mısınız?” Diye sorulduğunda Kenan Evren:

“O kararların altına imza atarken elim bile titremedi.” Dedi.

Ve geçtiğimiz gün, 98 yaşında kaçınılmaz son ölümle yüzleşti.

İşkencelerde ölen ve sakat kalanların, darağaçlarında can verenlerin aileleri de şimdi onun ölümünde:

“O öldüğünde de bizim yüreğimizin teli hiç ama hiç titremedi.” Dediler.

Şimdi şu soruyu sormak gerekiyor:

— Mademki suçlu bulundu ve ağırlaştırılmış müebbet hükmü giydi. O halde bu zat için neden devlet töreni yapılır? Sizce de bu yaman bir çelişki değil midir? İnsana karşı suç işleyenlere, halkının canına okuyanlara ibreti âlem olacak bir dışlanma gerekirken bu sahiplenme duygusu iki yüzlülük değil midir?

Yayın Tarihi
12.05.2015
Bu makale 232 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!