Ayanıslı tosbağa

“Var mısın?” Diyor Nihat:

 

“Karıncanın su içtiği el değmemiş kıyılarda yüzmeye Hocam?”

 

Durur muyum genç dostun bu davetine. Vuruyoruz kendimizi Van’ın kuzey yolundan Van Gölüne kıyılarına doğru.

 

Harman yerlerinden geçiyoruz… Yol boyunda köyler…

 

“Son depremin en etkili olduğu ve en çok zarar gören köyleri buralar.”Diyor.

 

Bir köy camisinin yanında duruyoruz. Duvarları ha yıkıldım ha yıkılacak durumda.

 

—Neden yıkılıp yenisi yapılmamış? Diye soruyorum.

 

“Köyde yaşlılar daha çok. Kazma kürekle yıkılacak durumda değil. Mutlaka iş makineleri gerek. O da ciddi anlamda finans gerektiriyor.” Diye yanıtlıyor sorumu.

 

Van ki koca bir bölge kenti… Burnunun dibindeki bir köyde bir facianın geride bıraktıklarıyla insanları baş başa bırakmak ne garip? Duvarları patlamış bir caminin uzağından korkuyla geçen insanlar.

 

Göle doğru uzanıp giden kıvrımlı yolda sürüyor aracını Nihat.

 

“Bu yolun sağı solu baharın kır çiçekleriyle güzelleşir. Sanki çiçekler size yol gösterir. O zamanlarda geliyorum buralara.”

 

Ve yaz… Aylardan Ağustos… Van’ın en sıcak ayı… Kayısıların iş babaya dönüştürüldüğü, ekinin kaldırıldığı, pestilin, salçanın yapıldığı ay… Yani mahsulün alındığı bereketli günler. 

 

Keyifliyiz. Önümüzde uzanıp giden ve sanki hiç bitmeyecek gibi görünen tarlaları, tepeleri, düzlükleri aşıyoruz. Ve birden son tepenin en son noktasında Van Denizi bütün görkemiyle karşımıza çıkıyor. Sağ yanda ve göle bir kartal başı gibi yükselen Amik Kalesi sola doğru uzanan alanda yeşil bahçeler üzerinde şirin evleriyle Amik.

 

Rastlantı mıdır, ilahi bir sezgi midir tam o sırada telefonum zili çalıyor… Telefonda Sait Ebinç Hocam… Ankara’da olduğunu söylüyor. Ve bizde Amik’e inecek tepenin üzerinde olduğumuzu söylüyoruz. Şaşırıyor ve sonra:

 

“Keşke orda olsaydım… Ancak ordaymışım gibi hissedin. Amik köyüne girişte küçük bir çeşme ve tam karşısında siyah demir kapılı bir evin önünde durun. Annem ve babam ordalar. Soluklanın sonra da bahçeden kayısı toplayın.” Diyor.

 

Sait Hocanın daveti güneşin iyice yıkıldığı bir sırada serin bir selam gibi oluyor. Tozlu yoldan geçip Sait Hocanın baba evinin önünde duruyoruz. Tam karşısında akan bu gibi çeşme suyundan kana kana içiyoruz.

Mehmet Ebinç ve annesi karşılıyor bizi.

 

O güzel cennet bahçeye hakim bir noktada duran sandalyelere kuruluyoruz. Hasbıhalimizde Amik’in bahçeleri var. Yaklaşık on sekiz dönümlük o muhteşem arazisini nasıl böyle güzel bir hale getirmek için sarf ettiği gayretten söz ediyor Hacı Mehmet Ebinç… Ve günümüze dönüyor. Biraz hüzünlü sesle:

 

“Kimi yapar, cennet eyler; kimi de harap ve viran eyler hocam.”

 

Bahçeden toplanan kayısıları ikram ediyorlar. Tam kalkarken iki kocaman torbayı elimize tutuşturuyor Ebinç anne:

 

“Çocuklara, komşulara götürün diye topladım. Afiyetle.” Diyor. Vedalaşıyoruz.

 

Arabamızı Amik, İrini ve Ayanıs istikametindeki yola yönlendiriyor Nihat. Amik’in cam gibi sahiline çadır kuranlar, yüzenler var. Tertemiz doğa, uzanıp giden bereketli bahçelerin, yolun tozundan nasiplenmiş iğde ağaçlı yoldan İrini ve derken Ayanıs’a doğru yollanıyoruz. Göle bakan noktalarda yazlıklar kurulmuş. Kimi tüm olanaklarını zorlayarak su depoları kurmuş.

 

Ayanıs’ta yol kenarında öylesine akan çoban çeşmesinin başında duruyoruz. Çeşmeden akan buz gibi suyun aktığı ince kanala ayaklarımızı sokuyoruz. Bir ara Nihat çeşmeden ayrılıyor. Döndüğünde ise elleri arasında kafasını kabuğunun altına çekmiş kaplumbağa var.

 

“Hay Allah nereden buldun bu tosbağayı?” Diye soruyorum.

 

“Etrafta çok var hocam. Tahmin edersem büyük bir kaplumbağa ailesi yaşıyor buralarda. Kaplumbağayı çeşmenin kenarına bırakıyor. Öyle sessizce duruyor kaplumbağa. Resim çekiyoruz telefonlarımızın kameralarıyla. Bizden zarar gelmeyeceğini anlayınca usulca kabuğundan kafasını çıkarıyor tosbağa.

 

Gölün parıldayan kumsallarından birinde duruyoruz. Duru muyum kendimi serin sularına bırakıyorum Van Gölünün. Hemen yakınımızda gençler var göle giren. Karpuz kesmişler. Bize de birer dilim ikram ediyorlar.

 

Gölün tadını çıkarırken bir martı sürüsü beliriyor gölün üzerinden. Sonra birer ikişer kıyıya inip diziliyorlar. Belli ki bizden sonra geride kalan yiyeceklerden nasiplenecekler.

 

Kıyı boyunca en üzüldüğümüz şey bu cennet sahile gelip yediklerinin içtiklerinin çöpünü bir poşette toplayıp götürmek yerine orada bırakanlar. Pet şişeler, mangal atıkları, ambalaj kalıntıları o muhteşem doğaya sıkılan birer kurşun yarası gibi duruyor.

 

Yola koyuluyoruz… Güneş çoktan gölün sularıyla buluşmuş. Gölgelerin çoğaldığı yoldan Mollakasım istikametine doğru hareket ediyoruz.

 

“Kirlilik için ne diyorsun?” Diye soruyor Nihat.

 

-Buralarda belediye melediye görev yapamaz Nihat’ım. Buraların belediyesi insanların vicdanı… Bu kirlilik ise ne büyük ayıp… Doğa ‘al ben seninim’ diyor. İnsanlar da bir güzel kullandıktan sonra benden sonrası tufan diyor. Hep birlikte, eğitimle, algıyla çevre bilincini ve ahlakını yerleştirmek zorundayız. Yoksa her güzel değerimiz gibi bu güzellikler de göz göre göre yok olup gidecek.

 

Aracının radyosunu açıyor Nihat Işık... Güzel bir türkü yavaş yavaş inen Van akşamına jilet gibi dokunan bir tuhaf hüzün olup düşüyor. Belki de bu duyguyu ben yaşıyorum sadece…

 

Koca yazar, hemşerimiz Yaşar Kemal’in o şablonlaşmış betimlemesi olan karıncanın su içtiği Van Denizinden, gelişi güzel büyüyen ve kendisini betonlaşmaya terk eden kent merkezine doğru yol alıyoruz.

 

 

 

Yayın Tarihi
15.08.2016
Bu makale 312 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!