Depremsellik bir nevi Nuh’un Gemisi

Tıpkı, BM emirleri doğrultusunda üye ülkelere kabul ettirilen; “Küresel Isınma VAR, buna inanacaksınız” kandırmacası üzerinden hemen her disiplin alanındaki uzman denilenlerin, “Küresel ısınma Var” kabulü yapıp yaptıkları açıklamalarla ‘nemalanma’ arzuları benzeri; yerkabuğunun belirli zonlarında deprem hadisesi yaşanmasının, normal bir hadise olmasının yanında, depremlerin ne zaman olacağının ‘kesin bilinemeyeceği’ de ‘bilim gerçeği’ iken, kimi ‘deprem nemalanmacıları’nın da, yaşanan her depremden sonra ‘sahne alıp’ kamuoyunu yanlış yönlendirmeleri, aynı zamanda, korku salımı da olmaktadır.
Bugünlerde de ülkemizde demrem oldu ama, Nisan ayı içerisinde İran-Afganistan-Pakistan sınırında oluşan 7.8 büyüklüğündeki deprem de, yine ‘deprem çığırtkanlarının depremine’ sebebiyet vermiş, İstanbul Üniversitelerinden kimi “nema” peşinde koşan “Deprem VAARRR, çağrısı yapan çığırtkanlar” benzeri, KTÜ’müzden de ‘deprem çığırtkanlığına’ soyunan bir arkadaşımız da, sanki yeni bir şey oluyor ya da doğru bilgi sunu(lu)yormuş gibi; Japonya’dan Avustralya’ya ve oradan da batıya, İran’a doğru göç eden depremselliğin, Doğu-Güneydoğu Anadolu’ya doğru ilerlemesi olasıdır (!) yoluna devam edip Avrazya Levhasının güney sınırını oluşturan doğu-güneydoğu Anadolu faylarını etkilemesi ihtimallerden biridir (!) diyerek ‘sahnedeki yerini’ pekiştirmiştir.
Sözedilen, Güneydoğu Asya’dan başlayıp da, İran da dahil Asya kara parçasının altından geçerek ülkemizi de içerisine alan ve bu bölgeden Avrupa’ya uzanarak Cebeli Tarık Boğazından Atlas Okyanusuna kavuşan ‘yerkabuğu çatlağı’ boyunca deprem olması, ‘normal bir hadise’ olmasına rağmen de, “sanki mucize yaşanıyor” gibi açıklamalar yapılıp, peşinden de, ‘olasılık/ihtimal’ iddialarıyla bilimdışılık sergilenmesi durmak bilmiyor. İstanbul’daki basındakiler gibi yerel’de de basın, ‘olması gereken basın’ olmayınca, ‘mal bulmuş mağribi gibi’, depremlerle ilgili yapılan açıklamalar halkımıza, ‘gerçek bilim’ haberleri gibi servis yapılması da sürüyor. Fakat, ‘gerek basın, gerekse de deprem çığırtkanlarının’ halkın önüne gereği koy(a)madığı ise, ‘depremsellik’ olmaktadır. Deprem konusunu bugün Biz, bir başka şekilde yazacağız, imdi…
***
Doğup da yaşayan varlıkların nasıl bir ‘hayat hikayesi’ varsa, insanın yeryüzünde görülmesine göre çok yaşlı sayılabilecek olan yerküremizin de bir ‘hayat hikayesi’ vardır.
İşte, bu hayat hikayesinin ne olduğunu ve ne olabileceğini tahmin etmek, Jeoloji ilminin uğraşları arasındadır.
Dağların oluşumu, deprem hadisesi, madenlerin oluşumu, volkanik faaliyetler ve benzeri jeolojik olaylar, günümüzde “Levha (Plaka) Tektoniği Kuramı” ismi verilen bir teori ile açıklanmaktadır.
İlmi gelişmelerin ancak 20’inci yüzyılda, ‘Levha Tektoniği Kuramı’ ile sözedebildiği; bugün yeryüzünde “birbirlerinden ayrı olarak” izlenen Kıtaların, Jeoloji (Dünya) Tarihi boyunca hep aynı yerde, yani, bugünkü konumda olmadıkları; geçmiş devirlerde ‘Tek süper- Kıta’ olan Pangeae şeklinde bulunduğu; sözkonusu bu ‘Süper Kıta’nın, zaman içersinde “yarılarak-çatlayarak” Yerkabuğu Levhalarına-Plakalarına ayrıldıkları, birbirlerinden ayrılarak uzaklaşmaya başlayan Levhaların, havadaki bulutlar gibi veya denizlerdeki gemiler gibi hareket etmekte, adete “yüzmekte” oldukları; Yerkabuğun üzerinde izlenebilen dağların, “yeryüzününün istikrarı” ve “insanoğlunun istifadesi için” belirli yerlerde olması gerektiği ve bütün bu gerçeklerin Kur’an-ı Kerim’in vahyinden 14 küsur asır sonra “Levha Tektoniği Kuramı” ile öğrenilecek olmasına rağmen, inançsızların yine de iman etmeyecekleri de, “ilahi tek kitap” olan Kur’an-ı Kerim tarafından bildirilmiş bulunmaktadır…
***
Bugün yeryüzünde birbirlerinden ayrı olarak izlenen kıtaların, içerisinde ‘sessiz yolcular’ gibi durduğu, yerkabuğu ‘Levhaları’nın, ortaya çıkışları sonrasında ‘birbirlerine göre hareketleri’nin sonuçları, depremlerin de kökeni olmaktadır. Jeoloji ilminde Mezozoyik Zaman; yani, 225-65 milyon yıl arası yaşanan ve “Triyas-Jura-Kretase Dönemleri” olarak adlandırılan son 200 milyon yıllık zaman dilimi; dünyanın bugünkü genel morfolojik yapısının ortaya çıktığı devre olmaktadır. Çünkü, deprem hadiselerini de ama, esasta Jeolojik olayları açıklayan “Levha Tektoniği Kuramı”nın; çok daha eski geçmişte “ilk dağları” meydana getiren mekanizması, dev eğrelti otları ve dev sürüngenler olan dinozorların da görüldüğü Mezozoyik Zaman’ın ilk katı olan Triyas’ta, bir defa daha ‘yeniden’ etkinleşmiş bulunmaktadır. 
Triyas’ın başında, “Tek-Bütün” halde bir süper kıta olan anakara “Pangeae”; ‘yarılarak’ parçalanmış ve ortaya çıkan yerkabuğu ‘Levhaları/Plakaları’, bugün yeryüzünde izlenebilen bulundukları yerlerini alabilmek için “birbirlerine göre hareket etmeye” başlamışlardır. Pangeae, ilk önce Atlas ve Hint Okyanuslarının çizgileri boyunca yarılmış, yerkabuğunda çeşitli çatlaklar meydana gelmiş bulunmaktadır: 
Birinci çatlak: Atlas Okyanusu’nun kuzeyinden, Grönland adasının açıklarından başlayarak Antartika’ya kadar kuzeyden güneye doğru uzanır.
İkinci çatlak: Hint Okyanusu boyunca gelişmiş olan çatlaktır.
Üçüncü çatlak: Kuzey ve Güney Amerika kıtasının batısında, kuzey-güney yönünde uzanan Pasifik çatlağı’dır.
Dördüncü çatlak: Güneydoğu Asya’dan başlayıp, büyük kısmı kara parçalarının altından geçerek ülkemizi de içerisine alan ve bu bölgeden Avrupa’ya uzanarak Cebeli Tarık Boğazından Atlas Okyanusuna kavuşan çatlaktır.
Beşinci çatlak: En genç oluşmuş çatlak olup, Kızıldeniz boyunca izlenir.
Pangeae isimli ‘süper kıta’ kütlesinin ‘yarılma’ hadisesi 50 milyon yıl önce tamamlanmış, dünya daha o dönemde ‘bugünkü şeklini’ almaya başlamıştır. Pangeae’nın ‘yarılıp’ parçalar halini alması ile ortaya çıkan (kıtaların, içerisinde gömülü olduğu) yerkabuğu Levhalarının, sürüklenmeleri sonucunda değişik iklim bölgelerine doğru itildikçe, yeni ekolojik barınaklar doğmuş ve her kıta kendine özgü hayvanlar için bir nevi Nuh’un gemisi rolünü oynamıştır (1). Triyas’tan sonra gelen Jura katında da ‘kıta açılmaları ve dağ oluşumları’ devam etmiş, süreç içerisinde Alpin Sıradağları diye adlandırılan Pireneler, Karpatlar, Anadolu Dağları, Himalayalar (vb.) gibi  genç dağ şeritleri ve genç kara parçaları ortaya çıkmış, Mezozoyik Zaman’ın en son katı olan Kretase Dönemi sonuna gelindiğinde ise; bugün yeryüzünde birbirlerinden farklı yerlerde izlenebilen kıtalar, bugünkü biçimlerine benzer konuma gelebilmişlerdir. Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki de, henüz daha yeryüzünde insan yoktur; insanoğlu yaklaşık M.Ö.10.000 yıl civarında yeryüzüne ayak basacaktır.
Dünya denilen yaşam gezegeninin yerkabuğunun döşenilmesi de demek olan, ‘dağların belli yerlere yerleştirilmesi’ veya arz’ın ‘bugünkü konumuna gelebilmesi’ hadiseleri nasıl olmuştur(?)un ötesindeki soru, -Kim yapmıştır (?) olmaktadır…
***
İşte, bugünkü ilmin Pangeae ismini verdiği, geçmişte ‘Tek-Bütün’  bir parça halinde bulunan süper kıtayı; 200 milyon yıl önce bugünkü bütün kıtaların hepsinin bir arada ve Pangeae denen tek bir büyük kıta şeklinde olması halini (2), vahyinden 14 küsur asır sonra da Kur’an-ı Kerim, şu şekilde bildirmektedir:
“Arzda birbirine komşu kıtalar...vardır ki hepsi bir su ile sulanıyor.” Ra’d (13) 4 Bu gerçeğin yanında, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği bir diğer ‘Levha Tektoniği Kuramı’ gerçeği de, yerkabuğunun ‘çatlaklı’ bir yapı arz etmesi olmaktadır:
“And olsun, o yağmur sahibi semaya, Yarılan arz’a ki” Tarık (86) 11-12
Bu ‘bilimsel bildiriye’ paralel olarak Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği bir Astronomi gerçeği var ki, o da; yerkabuğunun çatlaklı olmasına karşın, göklerin çatlayışlı bir yapı olmaması olmaktadır:
“O Rahman’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi çevir gözünü (semaya), görebilir misin bir çatlak. Sonra gözü tekrar tekrar (sema’ya) çevir, nihayet o göz, zelil ve hakir olarak sana geri döner, artık o aciz kalmıştır.” Mülk (67) 3-4
 “…semaya bakmazlar mı ki…hiçbir gediği (çatlağı) yok.”  Kaf (50) 6 
Göklerin her türlü çatlaktan uzak olduğunu bildiren Kur’an, mucizevi yönünü Arz’ın (yerkabuğunun) çatlaklı olduğu ‘bildirisinde’ de göstermiştir:
“And olsun, o yağmur sahibi semaya, Yarılan arz’a ki” Tarık (86) 11-12
Bu noktadaki soru da şu olmaktadır..
Peki ama, yerkabuğunun ‘yarılmasıyla’ ortaya çıkan ‘dev çatlaklar’, hiç aksamadıkları gibi, nasıl olup da dengelenmekte, yerkabuğu üzerinde yaşayan canlılara hiçbir zararları olmadan işlevlerini nasıl sürdürebilmektedirler?
***
Gerçek bilim ve bilimadamlarının, yaşanan hadiseler karşısında şaşacak hiçbir yönü bulunmamaktadır. Çünkü, her bir eser, “Sanatkârsız’ hem ortaya çıkmaz, hem de işlev göremez. Böyle olunca da, “inanılmaz bir denge” sözkonusu olmakta; “ilahi program yürürlükte” denilebilmektedir. Evren Sistemi’nin ortaya çıkışından, Galaksilerin, sonrasında Güneş Sistemi’nin doğuşuna kadar geçen sürece de ‘eşlik eden programa’ göre; mesela da, ‘Üçüncü çatlak’ olan, Amerika kıtasının batısındaki “Pasifik çatlağı” çevresinde bu bölgede, yerkabuğunda meydana gelebilecek “istikrarsızlığı-depremleri” önlemek için dağlar, yani; Kayalık Dağları ve And Dağları oluşurken, yerkabuğunun diğer bir kısmında; ‘Birinci ve İkinci çatlaklar’ olan Antartika’ya kadar uzanan Atlas okyanusu çatlağı boyunca ve de Hint Okyanuslarındaki Okyanus Ortası Sırtlarda meydana gelen dağlar ile de, bu bölgelerdeki çatlaklar, rahmetli  Haluk Nurbaki’nin dediği gibi, ‘ilahi bir nakış gibi’ dikilmektedir (3).
Nakış gibi dikilmektedir, çünkü; üzerinde yaşadığımız yerkabuğunun altında, çok kızgın bir ‘ateş kümesi’ olan ‘mağma’ denilen “kaynayan kazan (kızgın lav kütlesi)”, her an bizim için tehlike oluşturabilir niteliktedir. Sözkonusu bu “kaynayan ateş kazanının” kapağının, açılması halinde yeryüzünde yaşanabilecek herhangi bir yaşamdan sözedilemez. Fakat, bu hâl olmamakta, çünkü; “kaynayan kazan”ın kapağı, bir kapak görevi gören, “yerkabuğu ile kapatılmış” bulunmaktadır. ‘Yüce Programcı’, sözkonusu ‘kazan kapağını’ sabit tutmak için, kapağın üzerine büyük ağırlıklar koymuş; ‘yerli yerinde, belirli yerlerde dağlar’ oluşmasını sağlamıştır.
“Arz’ı da döşedik ve oraya yerli yerinde dağlar koyduk..” Hicr (15) 19
“…onda (arz’da) yerli yerinde dağlar...yapan O’dur”          Ra’d (13) 3
İşte, dağların, ‘belirli yerlerde’ ortaya çıkması, yerkabuğunun istikrarı ve insanların arz üzerinde şehirler kurabilmeleri ve kuracakları bu yerleşim birimlerinde “rahat uyuyabilmeleri ve yaşayabilmeleri için” gerekli olmaktadır.
Yeryüzünün ‘istikrarı için’ gerekli olan dağlar; yerkabuğu Levhalarının, birbirlerine göre Uzaklaşmaları (Iraksayan Levhalar) veya Yaklaşmaları (Yakınsayan-Çarpışan Levhalar) ya da Levha Sınırları boyunca yatay/yanal olarak Birbiri yanından geçme “hareketleri” yapmaları sonucu ortaya çıkmaktadır. Levhaların bu “hareketleri” sonucunda levhalarda bir “büyüme veya eksilme” olmamakta; sadece ‘hareket’ etmeleri, buna bağlı olarak da, ‘depremleri’ meydana getirmeleri sözkonusu olmaktadır.
Mesela; Levhaların birbirlerinden Uzaklaşması (Iraksaması) ile meydana gelen çatlağın doldurulması sonucu oluşan yeni yerkabuğu (okyanus) oluşumu sebebiyle “dünyanın hacmi büyüyeceği”, bunun sonucu olarak da “dünyanın dengesi bozulacağından”, bunun olmaması için, birbirine Yaklaşan (Yakınsayan) levhaların bulunduğu bölgede, Uzaklaşma (Iraksama) ile oluşan bölgedeki yeni yerkabuğunun meydana gelmesi hızına eşit bir hızla, yerkabuğunun manto içerisine dalıp yokolması gerekmektedir. Iraksama ile Genişleme olmasına karşın, Yakınsama ile Yitme olacağından, yerkabuğunun/dünyanın hacminin artması “engellenmekte ve dengesi bozulmamaktadır”. Eğer bu olmasaydı, dünyanın dengesi bozulur, hacmi artar ve beton gibi şişmesi sözkonusu olurdu.
İşte, dünyanın “dengesinin bozulmaması hali”, yitim zonundaki “dağ oluşumu” ile sağlanmaktadır. Bir Yerkabuğu Levhası’nın, diğeri Yerkabuğu Levhası’nın altına ‘dalması’ yüzünden derinlerde eriyen kabuk parçası, yükselerek yeryüzünde dağları oluşturmakta; bu oluşum ise, “depremin sebep olacağı dengesizliği” ortadan kaldırarak ‘dengeyi’ sağlamaktadır. Deprem zonlarına bina kur(dur)ma hataları yüzünden yaşanan ölümler sebebiyle ‘tu-ka’ gösterilen depremlerin, sebep/fayda olduğu ‘dağ oluşumuna’ bağlı olarak da ‘yeryüzü dengesi’ sağlanmaktadır.
Gerek, yerkabuğu Levhalarının birbirlerinden Uzaklaştığı (Iraksadığı) zonlarda ortaya çıkan “Okyanus ortası sırt” bölgelerinde, gerekse de, Levhaların birbirlerine Yaklaştığı (Yakınsadığı) bölgelerde ortaya çıkan ‘Yitim zonu’ yönündeki karalarda belirli yerlerde “dağlar” yerleştirilip ‘arz uysal kılınmasaydı’, arzın derinlerinde bulunan ‘mağma’ denilen kızgın ateş disiplin altına alınamaz ve her an deprem içinde olurduk. Bu durumda da, değil şehirler kurmak, arz üzerinde çadır bile kuramazdık (4). Kurulu ‘denge’ sebebiyle bu olmamaktadır. Bu durum, “Levha Tektoniği Kuramı”nın temel dinamiği olan, Yerkabuğu Levhalarının/Plakalarının “hareket ediyor” olmalarıyla sağlanmaktadır…
***
Yeryüzündeki bu veya dahası ya da göklerde de sayılabilecek pek çok “denge hâlini”, kim neden yaptı (?) sorusunu sormak, sahip olunan akıl gereği oluyor.
Peki de, sorunun cevap ne olmalıdır?
Bu tür sorulara verilebilecek pek fazla cevap yoktur. Yaşamımız için “mutlaka olması gereken” sayısız ‘dengeyi’ kimin sağladığı (?) ile ilgili olarak; ya “kendi kendine oldu” görüşü ‘tanrı’ kabul edilip, -O yaptı denilmesi tercihi yapılacak ya da tüm evren sistemini kuran, nizam ve intizam içerisinde de yürüten bir “İlahi hesap”; “dengesizliğin” olmasını önleyip, ‘dengeyi’ sağlamaktadır tercihi kullanılabilecektir.
“İlahi eser/sanat” tercihi yapanlara göre; Yüce Allah; dağları yerli yerinde yaratarak ‘sürekli olabilecek’ deprem olaylarına ‘dur demiş’ olmaktadır.
“Yeryüzünde insanları çalkalamamak için sabit dağları yarattık” Enbiya (21) 31
“ O Allah’dır ki, sizin (istifadeniz) için Arz’ı uysal kıldı..” Mülk (67) 15
“O”, Allah; dağları ‘belirli yerlere’ koyarak, sürekli deprem ile yaşanılmasını önlemiş, döşek yaptığı arzı, insanoğlu yaşamı için dengede/uysal kılmış olmaktadır. Bildirdiği gerçeklerin daha iyi anlaşılabilmesi için de, Kur’an-ı Kerim ile, insanoğluna şu şekilde de seslenmektedir:
“Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiş?
Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikilmiş?
Yere de bakmazlar mı, nasıl döşenmiş?” Gaşiye (88) 18-20
***
Söz konusu ettiğimiz üç ayrı “Yerkabuğu Levha hareketi” oluşurlarken, kaymakta olan insanoğlunun üzerinde yaşadığı ‘Kıtalar’ değil, Yerkabuğu Levhaları (Plakaları) olmaktadır. Yerkabuğu Levhaları içerisine gömülü olarak bulunan Kıtalar ise, adeta ona itaat eden ‘sessiz yolcular’ gibidir. Çünkü, “hareket etmekte olan” Kıtalar değil, Yerkabuğu Levhaları olmaktadır.
Peki de, mutlaka olması gereken bu ‘Levha hareketlerini’, kim başlatmıştır (?) sorusunun cevabı ne olacaktır?
Bu sorunun cevabı olarak da kimileri, “kendi kendine olmuştur ya da Ben yaptım, çünkü, dünyayı ben inşâ ettim” söylem ‘tercihi’ kullanabilir!.
Peki de, bu cevap akli midir (?) diye sormaya gerek yok..
Diğer taraftan, insanoğluna; “Biz gerçekleri bilmek isteyenlere ayetlerimizi açıkça gösteririz. (Bakara-2/18)” bildirisi sunan Kur’an-ı Kerim’in, bu soruya cevabı; insana, hayvana olduğu gibi, ‘arz’a da vahyedildiği’ olmaktadır:
“Rabbin arza vahy etti”   Zilzal (99) 5
***
Yerkabuğu Levhalarının hareketlerine sebep olan, tıpkı bir ısıtıcı gibi çalışan yer’in “Demir çekirdeği” olmakta; Yerkabuğu Levhaları, Manto (Astenosfer) üzerinde yüzerek kaymaktadır (5). Aynen ifade edildiği gibi; “yüzerek” kaymaktadır.
Bu noktadaki soru ve sorun da şu olmaktadır:
Peki de, tüm canlıların yeryüzündeki yaşamı için “dünyanın kalbi”ne elmas gibi bir ‘Demir kristali’ konması gerektiğini; bir başka şekilde sorarsak, 20’inci yüzyıl ilminin ancak ulaşabildiği, “dünyanın kalbi’nde elmas kristali” gibi çetin bir “sertlik” gösteren bir “Demir top” bulunduğunu, 1400 küsur sene önce, kim, nasıl, hangi bilgiyle bilebilirdi ki? Ya da bunun olmasını kim nasıl sağlayabilirdi ki?
Diğer taraftan, Yerkabuğu Levhalarının, dolayısıyla da, Levhaların üzerindeki dağların, “yüzer gibi” hareket etmelerini hangi akıl bilip, nasıl yapabilirdi ki?
Sorulabilir bu sorular için de, yine kimileri, farklı görüşler bildirebilir olsalar da, bilimsel aklın kabul edebileceği, aşağıdaki Kur’an-ı Kerim bildirileri olmaktadır:
“..bir de demiri indirdik. Onda hem çetin bir sertlik, hem de insanlar  için bir çok  menfaatler vardır.”  Hadid (57) 25
“Bir de dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Halbuki onlar, bulut geçer gibi geçer (hareket ederler)” Neml (27) 88
Yukarıda görülebildiği gibi de, bilimin ‘Demir’ bildirisi de, Yerkabuğu Levhalarının “yüzerek kaymakta oldukları” öngörüsü de, yine birer Kur’an-ı Kerim bildirisi olmaktadır…
***
Dahası da şu...
Dağların ‘bulutlar gibi yüzdüğünü’ bildiren Kur’an, dağları ayrıca, “denizde hareket eden gemiler” gibi de tasvir etmektedir:
“O’nundur, denizde yüksek dağlar gibi giden gemiler” Rahman (55) 24
 “Denizde dağlar gibi hareket edip giden gemiler yine O’nun (kudretinin) alametlerindendir”  Şura (42) 32   
Yukarıda verilen ayetlerde, denizlerdeki gemiler gibi akıp giden şeklinde bildirilen bu tasvir bize, yine “Levha Tektoniği Kuramı”nda açıklamasını bulan ‘Hot-Spots (Sıcak Noktalar)’ etkinliğini hatırlatır niteliktedir.
Hot Spots olayını; bir kağıdın yanan bir sigara üzerinden yavaşça hareket ettirilerek geçirilmesine benzetmek mümkündür. Böyle bir geçiş esnasında kağıt üzerinde belirli yerlerde delikler açıldığı görülür. İşte, hareketli olan yerkabuğu Levhaları, sabit konumlu sıcak bacaların üzerinden geçtikçe, yanan bir sigara üzerinden bir kağıdın yavaşça geçirilmesi gibi geçtikçe, yerkabuğu başka başka yerlerinden delindiği için birbirlerinden farklı yeni yeni yükseltilere; tepe-dağ oluşumlarına imkan sağlamaktadır. Levhalar hareket ettiği sürece de, ki etmektedir, art arda oluşacak olan volkanik yükseltiler ve bu volkanik yükseltilerin bacalarından tütmekte olan gaz-buhar çıkışı, tıpkı bir gemi bacasının tütmesinin görülmesi haline benzer şekilde, Levhaların hareket yönüne uygun olarak “denizde akıp giden gemiler gibi” görülmektedirler.
Kimse kimseyi kabule zorlayamaz; “görmek -kurtuluşa ermek- isteyenler için” her bir Kur’an-ı Kerim ayeti, bir nevi ‘Nuh’un Gemisi’ olmaktadır…
***
Bilimsel gelişmelerin ancak 20’nci yüzyılda “Levha Tektoniği Kuramı” ile bahsedebildiği; geçmişte bir ‘Tek-Bütün süper kıta’ bulunduğu, söz konusu bu süper kıta’nın, sonraları ‘Yarılıp’ parçalara ayrıldığı ve ortaya çıkan yerkabuğu Levhaları’nın, ‘göklerdeki bulutlar veya denizlerdeki gemiler’ gibi ‘hareket ettikleri’ gerçeğini, 1400 küsur sene önce yaşamış olan bir insanın, Peygamber efendimizin; yaşadığı dönemin bilgileriyle, 20’inci yüzyılda ancak ortaya konulabilen ‘Levha Tektoniği Kuramı’nı o dönemde ortaya koyabilmesi, tabii ki imkansızın bile ötesindedir.
İşte, bu durumda da, Kur’an-ı Kerim’in “İlahi kitap” olduğu gerçeği, kesinleş(tiril)miş bulunmaktadır.  
Hâl böyle iken, kimileri Kur’an-ı Kerim bildirilerini kabul ediyor mu olacaktır? Kur’an-ı Kerim’i, artık bir başka gözle incelemeleri mi söz konusu olacaktır?
Sorulabilecek bu sorunun cevabını da “Ben verecek değilim”, cevap, “yine Kur’an-ı Kerim’in”..
Kur’an, bu sorunun cevabını da, yine mucizevi bir şekilde bildirmekte; yukarıda sunduğumuz ayetlerin dışında, ama yine “Levha Tektoniği Kuramı”nın esasını ortaya koyan bir başka ayetle cevaplamaktadır:
“Bir Kur’an ki, eğer onunla dağlar yürütülse veya onunla arz parçalansa...yine de o kafirler iman etmezler” Ra’d (13) 3

http://www.ahmetmusaoglu.org

Yayın Tarihi
16.05.2013
Bu makale 12171 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Hep havadan - sudan değil, biraz da halkın iradesinden, "Gezi"den anlat hoca efendi..

Melike AKATLAR 12.06.2013

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!