Doğu Garajı kazısı: (2)

Antik Dünya’da ölüm öncesi ve sonrası inancı

 

[Antik Yunan ve Roma’da ölünün tekrar dirileceği düşünülerek mezara ölü ile birlikte onun günlük hayatta kullandığı ve sevdiği eşyalarından bazıları ile bazen de ölünün ağzına dişleri arasına bir gümüş veya altın para konurdu. Ölünün gömülmesinden dokuz gün sonra yas günleri sona ermiş kabul edilir ve mal­ları mirasçılar tarafından paylaşılırdı.

 

 

 

 

Zamanımızdan iki bin yıl önce de insanın ölümden sonra tekrar dirileceğine ve ölen insan toprağa verilmedikçe ruhun bedenden ayrılmadığına inanılırdı. Bu ruh herkese zarar verebileceğinden, ruhun rahat ettirilmesi için, düşmanı tarafından da olsa muhakkak gömülmesi gerekirdi. Gömülmemek ruh için büyük bir talihsizlik sayılırdı. Bu nedenle bir kente yapılan saldırılarda, mezarlıklar da düşman tarafından tahrip edilirdi. (*)

Ailesi ve yakınları onu kokulu sularla yıkarlar, yüzü açık kalacak şekilde beyaz bezlerle sarıp sarmalayarak son yolculuğuna uğurlarlardı. Havanın sıcak olduğu günlerde ölü aynı gün gömülmesine karşılık, soğuk kış aylarında ölüye iki gün boyunca ağıtlar yakılır; böylece bedenden ayrılan ruh korkutularak yeraltı dünyasına kaçması sağlanırdı. Ağıt yakıcılar bu işi bir ücret karşılığında yaparlardı. Ölünün yakınları onu ziyaret ederek onunla vedalaşırlardı. (**)

İki günün sonunda ölü, gün doğmadan sabah karanlığında bir cenaze alayı eşliğinde mezarlığa götürülürdü. Cenaze alayının başında vazo taşıyan bir kadın cenazenin ardında ise ölünün akraba ve yakınları bulunurdu.

Ölü mezarlıkta ya yakılır ya da gömülürdü. Yakılarak gömülmüş ölülerin külleri ve yakma töreninden geriye kalanlar çoğu kez ‘urne’ denilen kaba, bazen de tekne ve kapaktan oluşan ‘ostothek’ ya da ‘larnax’ denilen küçük taş muhafazalar içine konurdu. Ölünün tekrar dirileceği düşünülerek mezara ölü ile birlikte onun günlük hayatta kullandığı ve sevdiği eşyalarından bazıları ile bazen de ölünün ağzına dişleri arasına bir gümüş veya altın para konurdu. Ölünün gömülmesinden dokuz gün sonra yas günleri sona ermiş kabul edilir ve mal­ları mirasçılar tarafından paylaşılırdı.

 

HADES’İN SARAYI

Eski Yunan şairlerinden Hesiodos'a göre; yeraltının en derin ve korkunç karanlıkları içinde, Ölüler Tanrısı Hades’in sarayı kurulmuştu. Ölenler Hermes tarafından sürüler halinde yeraltı dünyasına götürülür, Hades’in egemenliği altına girerlerdi. Yeryüzünden Hades’in sarayına ulaşmak için, dokuz gün dokuz gece bir süre gerekirmiş. Onun büyük kapıları, oraya gelmek için acele eden ruhlara daima açıktı. Tersine olarak oraya girmiş olanlar için, ebediyen kapalı idi. Sarayının tunç kapısı ‘Kerberos’ denilen korkunç bir köpek tarafından korunmakta idi. Yılan kuyruklu ve üç başlı olan bu köpek, içeri girenlerden her hangi birisi dışarı kaçmak istese, hemen üzerine atlardı. Üç ağzı ile birden yakalar, azgın dişlerini geçirir ve onu kapıdan içeri sürüklerdi.

İnsanlar mezara gömülünce kaynayan, korkunç rüzgârlarla çalkanan katran göllerinden ve Styks Nehri’ni ücreti karşılığında Charon’un kayığı ile geçerlerdi. Ruhlar dört cehennem ırmağını geçtikten sonra, nihayet baştanbaşa soluk, çiriş otları ile kaplı hazin bir çayırlığa ulaşırlardı. Hiç durmaksızın şiddetli bir kuzey yeli esen bu sıkıcı ve kederle dolu çayırlığın sonunda üç yol birleşirdi. O yollardan biri; o bölgenin, yani pis çiriş otu çayırlığının yolu idi. İkinci yol, “iyiliksever, mesut insanlar diyarı”nın, yani cennet’in yolu idi. Üçüncü yol cehennemin dibine giden yoldu.

 

CENNET - CEHENNEM

Bu üç yolun birleştiği yere  ‘Adalet meydanı’ derlerdi. Orada insanların kalplerinden geçenleri bile sezen, hafızası hiçbir şeyi unutmayan, her şeyi anlayan ve gözünden hiçbir şey kacmazdı. Ruhlar Tanrı Hades’in muhteşem tahtı önünde yargılanırlardı. Onun Eakos, Minos, Rhadamanthos adlarını taşıyan üç yardımcı yargıcı vardı. Onlar da, Tanrının etrafında yüksek sandalyelere otururlardı. Ellerinde altın değnekler bulunurdu. Ruhlar yargılanırken Hades’e yardım ederler, suçluları cezalandırırlardı. Ruhlar, dikkatle, birer birer tartılırlar, bu suretle suçlular belli olurdu. Hiçbir suç hoş görülmez, cezasız bırakılmazdı. İyi kalpli insanların, yeryüzünde kimseyi incitmeden, namuslu yaşayan insanların ruhları 'Cennete' giderlerdi. Ellerini cinayetlerle kirletenler, vicdanlarını karartanlar, hırsızlar, imansızlar, çeşitli cezalara çarptırılmak üzere cehenneme atılırlardı.

‘Cennet’ denilen yer ise sakin ve geniş bir ova idi. Gümüş yapraklı kavak ağaçları, gül ve mersin ağaçları ile süslenen, hiç batmayan bir güneş ile aydınlanan bu yerde ılık ve kokulu bir rüzgâr eserdi. Oralarda eşsiz meyve bahçelerinde her cinsten meyveler dallardan, dolar taşardı. Adları sayılamayacak derecede çeşit çeşit olan ve güzel kokular saçan çiçeklerle bezenmiş yeşil çayırlar arasından binlerce küçük çaylar, nehirler hoş sesler çıkararak akarlardı. Nehirlerin kenarlarında yetişen sık gülfidanları üstünde kuşlar durmadan ötüşürlerdi. Daima saf bir hava, bulutsuz bir gök, tatlı ve neşeli bir ışık bu emsalsiz ovayı, kırları rahatlıkla doldururdu.

Burada faziletli ve iyi insanların ruhları Tanrılar gibi üzüntüsüz, kedersiz, sonsuz saadet, içinde yaşıyorlardı. Cennet bahçelerinde yaşayanlar tam bir mutluluk içinde, hayatın bütün zevklerini tadıyorlardı.

 

MEZAR SOYGUNCULARI

İşte böyle bir inanç ile insanların kıymetli eşyaları ile birlikte gömüldüğü bu dönemlerde, mezar soygunculuğu da adeta bir meslek haline gelmişti. Bunlardan korunmak amacıyla mezarların üzerine baktığı zaman insanları taş haline getiren mitolojik yaratık Medusa başı veya mezarı soygunculardan koruyacağına inanılan aslan kabartmaları yapılırdı. Ancak ne bu kabartmalar, ne de mezar üzerine yazılan beddualar soyguncuları durduramamıştı. Hatta bu bu mezar soyguncuları yüzünden mezarlıklarda, mezarların korunması amacıyla mezar bekçileri görevlendirilmesi o devirlerde bir gereklilik haline gelmişti.

 

BİR MEZAR BEDDUASI

Pamukkale, Hierapolis  antik kentindeki bir lahit üzerine mezar soyguncularına karşı yazılan bir beddua’da şu cümleler yer almaktadır: (**)

“Kim ki benim mezarıma kötülük yapar, buna cüret ederse, hayatında hiçbir zaman mutluluğu tadamasın; hiçbir zaman çocuğu olmasın. Gidecek bir ülke ve yelken açacağı bir deniz bulamasın. Hayatı boyunca çocuksuz ve acılar içinde kıvransın. Her türlü beladan mustarip olarak yerin dibine batsın. Ve ölümünden sonra onu yeraltı tanrılarının hiddet ve intikamı çarpsın. Aynı beddualar mezarımın böyle kişiler tarafından, rahatsız edilmesine göz yuman kişiler için de geçerlidir.”  

 

(*) Selçuk Gür, Antik Dünyada Günlük Yaşam. Antalya-1991

(**) E. E. Vardiman, die grosse Zeitwende, W.Heyne Verlag, München-1981

(***) G.Bean. Kleinasien 3, W. Kohlhammer Verlag, Mainz 1974.

 

HAFTAYA: Açılan mezarlar, Antalya Tarihi’ni değiştirebilecek mi?

Yayın Tarihi
26.11.2008
Bu makale 11369 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Yazdığınız eserlerden faydalanıyorum Hocam. Size çok çok teşekkür ediyorum. Saygılarımla. Kokartlı Rehber/ Öğretmen Ayşegül Şamhili

Ayşegül Şamhili 28.11.2008

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!