Yol bir akıl bir… 'AN' şimdi kullanılır

Geçmişte bir yazımda, çoğunluk tarafından sevilen ve seçilen anlamında, ‘halkın tercihi’ gibi sunulan “Popüler Kültür” tanımına değinmiş, Popüler Kültür olarak tanımlanan şeyin aslında “Sahte/Çarpık Kültür (Kültürsüzlük)” olduğunu, Popüler Kültür denilmesi gereken şeyin, her devir/dönemde ‘doğru’ olan kültürün, ‘alkış’ değil, ‘tekbir (İslam)’ kültürünün adı olduğunu ifade etmiştim (1).

‘Alkış Kültürü’nü/kültürsüzlüğüPopüler kültür’ zannedenlerin biri, Can Dündar nam zat, “Onları materyalizmin devrim marşlarıyla tanımıştık. Cem Karaca tekbirlerle gömülmek istedi. Timur Selçuk, ‘Ben namazını kılan bir sosyalistim’ dedi. Mahzar Alanson ‘Yandım Yandım’ı Hz. Muhammed için yazdığını söyledi. Ne oluyor? Popçular mı dindarlaşıyor? Yoksa din mi popülerleşiyor?...” diye sormuştu (2). Sahip olunan ‘Çarpık Kültür’ sebebiyle ne olduğu görülemiyordu. “Karaca'nın vasiyeti, zorlamalara bir isyandı” deniyordu (3). Oysa ‘tercih’ini ‘gereği gibi’ yapan Cem Karaca rahmetli, “Vakti zamanında söylediğim o sert ajitatif şarkılardan dolayı gaza gelip, afiş asarken yakalanan, ya da başına başka şeyler gelen delikanlıların hesabını nasıl vereceğimi düşünüyorum.” diyordu ama (4), algıma zorluğu ya da bilgisizlikte ısrar sebebiyle neler olduğu görülemiyordu.

‘Aydın olma’nın (toplumda kabul edilir olmanın) en belirgin yolu, “Tanrıya inanmama ya da din olan İslama uzak olmak” olduğu için ‘aydın’ olmayı (aydınlanmamayı) seçen, ‘68 kuşağı’ da denilerek övünç zemini oluşturulan bu insanlar (dünün bu kandırılmış çocukları), son yıllarda yaşanan ‘din eksenli’ gelişmeleri anlamakta güçlük çekiyorlardı. Kendilerini dev/i/rimci (aydınlanmamış) yapan, önlerinde (ellerinde), ‘Allah’a isyanı’, marifetmiş gibi sunan ‘akıl hocaları’ da ortalıkta pek (yoktu) görünmüyorlardı. Oysa, kendinden küçük erkek çocuklarını ellerinden tutup gezdiren (!) Pınar Altuğ’un ‘devrimciliği’ benzeri bir şekilde devrim marşları ile gezdikleri yıllarda, İlhan Selçuk, Çetin Altan, Aziz Nesin gibi, milletin % 40’nın aptallaşmasına (bilgisizleşmesine) sebep olan ‘akıl hocaları’, neden Tanrıya (dine) inanmamak, İslam olanı neden reddetmek (!) gerektiğini yazarak dine karşı olma (aydın olma ya da aydınlanmama) zeminini kendilerine oluşturmuşlardı.

Fakat gel gör ki, ağabeylerinden sonra kendileri ‘aydın’ olup da bu defa kendileri başkalarını kandırdıkları (yanılttıkları) dönemlerinde, Batılı ünlü dinsizlerin bile dine dönüş (!) yaptıklarını görünce sarsılıyorlardı. Önlerinde, imanlarını (!) tazeleyecek ‘ağabeyleri’ bulamayınca ne yapacaklarını bilemiyorlardı. “‘Allah yoktur' diyenlerin sesi eskisi kadar çıkmıyor…Tam tersine, pek çok önde gelen yazar 'Ben teistim', yani 'Allah'a inanırım' diyen açıklamalar yapıyor. Dikkat ettiyseniz Perihan Maden birkaç gün önce bu doğrultuda bir yazı yazdı. 'Dini bir inanca bağlı olmadan Allah fikrine inanıyorum' veya ona yakın bir şey dedi. Sanırım geçen yıldı, Mine Kırıkkanat da aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişti: 'Dini bir koşulla bağlı olmadan Tanrı fikrine inanıyorum' demişti…Yalnız Türkiye'de değil, genel olarak dünyada böyle bir eğilimle karşı karşıyayız. Kim bilir, belki de ileride buna 'dinin postmodernleşmesi' denecektir.” denilmesi (5) benzeri açıklamalar getirilmeye çalışılıyordu. Açıklayamadıkları için de, ‘din mi popülerleşiyor’ diye soruluyor ya da “ilk gününden itibaren din hiç değişmedi, değişmeyecek” bilgisinden yoksun oldukları için, dinin postmodernleşmesi hurafesinden bahsedebiliyorlardı. Yeryüzü ‘sahnesi’nin, insanoğlu için ‘imtihan salonu’ olarak hazırlanmış olduğunu bilmeden, “Tanrı sahnede!” deniyordu (6). Sahip olunan ‘Çarpık Kültür’ sebebiyle, asıl ‘sahnede’ olanın ‘Tanrı değil’, Tanrının, kendisi için yeryüzünü sahne yaptığı ‘insanoğlu’ olduğu görülemiyordu.

İnsanoğlu, ‘yeryüzü sahnesi’ne ‘ilk ayak bastığı’ dönemden; yaklaşık M.Ö.10.000’den beri her döneminin ilmi (bilgisi), kendisine, “Tanrı’nın var olduğunu” söylemişti ama, her dönemde ‘Tanrı’yı ‘tercih eden’ “gerçek bilgi (popüler kültür)” bulunduğu gibi, ‘tercih etmeyen’ “Sahte bilgi (Çarpık kültür(Kültürsüzlük)” de bulunabiliyordu. Bu şekilde 20’nci yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, yaşanan bilimsel gerçekler, istenilse de “Tanrısız bir dünya inşa edilemeyeceğini (Tanrı yoktur denilemeyeceğini)” kesinleştirince, ‘sahne’de bulunup da “sahte varlıkbilimleri” ile yaşayanların (yanlış tercih yapanların) önemli bir kısmı şaşkına dönüyordu.  21’nci yüzyılın ilmi ile de, bilim adamları, ‘Tanrı Parçacığı’ olarak da adlandırılan Higgs atomaltı partikülünü (eğer Higgs parçacığı olmasaydı, o zaman tüm evrende atomların diziliş mantığı farklı olurdu, Yıldızlar farklı parlardı, insanoğlu olmazdı) tespit edebilmek için 3 milyar pound (8 katrilyon TL) değerinde dev bir deney yapıyor, dev bir tünel içerisinde bir Elektronla, Pozitronu çarpıştırarak, “kainatın ilk oluşma” ‘An’ ı olan Büyük Patlama’nın (Big Bang’ın) hemen sonrasını (saniyenin milyarda biri kadar sonraki anını) yeniden canlandıracak projeyi hayata geçirmeye başlayınca (7), Tanrı/Yaratılış kavramları “artık dinin değil,  bilimsel gelişmelerin önermeleri” oluyor, Mutlak Gerçeği (İnsanın Gerçeği’ni) herkesin önüne  koyuyordu.

Bilimde yaşanan bu ve benzeri deneyler, ‘sahte bilgi (çarpık kültür)’ sahiplerinin aklını başına getiriyor, bilgilendikçe, “Tanrı’ın var olduğu” gerçeği kaçınılmaz “yeni tercihleri” oluyordu. İngiltere’nin en ünlü ateisti 81 yaşındaki felsefe profesörü Antony Flew, Dünyanın dört bir yanındaki akademisyenlere ateizm konusunda ilham verdikten sonra, şimdi fikir değiştiriyor, tanrının varolduğunu söylüyor, etkisi altına kalanlara verdiği zarardan dolayı da özür diliyordu (8). Çünkü artık ‘Tanrının varlığı’ matematik olarak bile hesaplanıyordu. İngiliz fizikçi Dr.Stephen Unwin, 200 yıllık bir matematik formülüyle, Tanrı’nın var olma olasılığının yüzde 66.66 olduğunu açıklıyordu (9). İnanılmak istenilmese de, “'Filozofların şaşırıp kaldıkları bir ortamda işletmecilerin yanıtı hazır ve kesin: Yüzde 67! Gel de inanma!'” deniyordu (10). Çünkü bilim, ‘Tanrı’yı inkârı yasaklamış bulunuyordu. Bu sebeple, ateistken ya da dini inançları kuvvetli değilken görülen maneviyata sarılmalar, ‘tercih değişiklikleri’ oluyordu.

Bilimsel gelişmelerin getirdiği bu tip ‘tercih değişiklikleri’ yanında, ‘ölüm korkusu’ da ‘tercih’ değiştirtebiliyordu. Serdar Turgut Bey, beyin kanaması geçirdikten sonra; “İçime döndüm ve manevi değerleri tanıdım diyebilirim rahatlıkla.. Evet. Ateistim zannediyordum. Şu anda böyle oldum. Bunun nedeni de hastalığımdır. Çünkü çok korktum. Bir anda bir baktım, ne yürüyebiliyorum, ne kolumu kullanabiliyorum. Dehşet verici bir şey…Tekrar düşündüm olayları. İçimde güç alacağım yerler aradım…Allah’tan yardım istedim.” diyordu (11). Eski ‘ağabeyler sistemi’, bazen de böyle ‘mecburiyet’ten ortadan kalkıyordu.

Her iki haldeki dönüş örneklerinde görülen hâl ise, geçmişlerinde ateist ya ya da dine uzak olan bu tip insanların önemli bir kısmının, “Tanrının var olduğunu” kabul etseler de, din olana (-Tanrıya) gereği (olması gerektiği) gibi inanmadıkları (gerçekte dön/e/mediklerinin görülmesi) oluyor. Mesela, ünlü ateist Antony Flew, “Tanrı vardır” dese de, “…yine de ölüm sonrasındaki hayata inanmadığını kaydetti. Hıristiyanlık ve Müslümanlığı reddeden Flew, ‘Benim düşündüğüm Tanrı, Hıristiyanların tanrısından çok farklı, İslamın tanrı anlayışından ise çok uzakta. Çünkü bu iki din de Irak diktatörü Saddam Hüseyin gibi sınırsız gücü olan despot bir tanrıyı tasvir ediyor’” diyordu (12). Yani, ‘özür dilemesi’ yetmiyor, geçmişindeki ‘yanlış tercih’inden bir başka ‘yanlış tercihe’ geçmiş bulunuyor. Yani, hala da ‘özür dilemesi’ gereken konumda (Tanrıya inanmamış pozisyonda) bulunuyor.

Ölüm korkusuyla tercihini değiştiren (!) sayın Serdar Turgut’a baktığımızda, insanların eksikliğinden kaynaklanan sonuçları dinin eksikliği zannederek ya da bilerek, şık bir din (dinde reform) istiyordu: “..camilerde ayakkabı çıkararak girmek zorunluluğunu ortadan kaldıracak bir iç düzenlemeye gidildiği takdirde güzel ve hoş kokması gereken bu mekanlar ayak kokusundan arındırılacak ve hayat estetiğinin darbe yemesi de engellenecektir…Yaşamın estetiğine fena darbe vuran bir başka olay da ramazan aylarında oruç tutanlarda olan doğal ağız kokusudur…Ben ramazan ayında bana kimsenin yüzüme bakarak konuşmasını istemiyorum, buna tahammül edemiyorum. Oruç tutmayan ben, insanların önünde yemek yememeye özen gösterirken, oruç tutanlar neden benim ağız kokusu çekmeme hakkıma saygı göstermezler bilmiyorum…inançlı olanlar bunu kendileri için yaparken, yaşam estetiğini bozabilecek ve genel mutsuzluk yaratabilecek hareketlerden kaçınmalılar değil mi? Yanlışsam söyleyin.” diyordu (13). Sayın Turgut, dine ‘gereği gibi’ yaklaşmadığı için, yanlışlığının cevabının (ölüm korkusu geçince döndüğü hâlin) 1400 küsur sene önce Kur’an-ı Kerim’de verilmiş bulunduğunu bilmiyordu:

 

“Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak: "Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız" diye Allah'a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar.” Yunus: (10) 22,23

 

“Gereği gibi dönmek gerektiği”nin, bizi ölüme hazırlayan değerlerin (-Varlık İlkeleri’nin) reddedilmesi ya da kaybedilmemesi gerektiğinin bilinmesi gerekiyordu.

Peki de, ateist olarak ya da dine uzak yaşanırken yapılan bu gibi ‘tercih değişiklikleri’ni (olması gerektiği gibi olmayan bu dönüşümleri) nasıl açıklayacağız? “Paradoks şurada ki, insanlar, varlıklarının nedenini açıklamak, yeryüzündeki seyahatlerine bir anlam verebilmek için de 'kutsal'a muhtaç gözüküyorlar. Bu 'ontolojik' anlamda bir kutsal olabileceği gibi, toplumsal veya tarihsel anlamda bir kutsal da olabilir. İnsanların 'kutsal'sız yapabileceklerini (en azından ruh sağlıklarını tehlikeye atmadan) sanmıyorum. Belki yapılacak şey, insan varlığının, onurunun ve eleştirel aklın da kutsanması, demokrasinin de kutsal değerler mertebesine çıkarılmasıdır.” deniyor (14). Fakat, “kutsal (ilahi) olan”ın, ancak ve ancak ‘gerçek kutsal’ olduğu, diğer inanılan şeylerin her ne olursa olsun ‘kutsal’ olamayacağı; ‘sahte bilgi’nin oluşturduğu ‘Sahte aydın’ gibi, ancak ‘sahte kutsal’ olacağı, ‘ölüm yakınlaşınca’ hemen yeniden (kaybedilen, reddedilen) ‘gerçek kutsal’a sarılınacağı görülmek istenmiyor. ‘Gerçek aydın’, yani ‘aydınlanmış olan’, yani ‘varlıkbilimini bilen’ olmalı ama, mürekkep yalamışların çoğunluğu ‘aydın’ olmadıkları (gerçek olanı göremedikleri, doğru tercih yapamadıkları)’ için ‘gerçek kutsalı’ gereği gibi göremiyor.

Aydınlanmamış (sahte aydın) oldukları için, “sahte varlıkbilimleri” sekteye uğrayınca, ‘gerçek varlıkbilimi’ne değil, bu defa bir başka “sahte varlıkbilimi”ne dönüşleri sözkonusu oluyor. Yani tercihleri ‘aydınlanma’ değil, yine ‘sahte aydın’lanma oluyor. Geçmişlerinde bir “yanlışlıkta” olanların, ‘yanlışlığı yanlışlanınca’ yine bir ‘başka yanlışlığa’ döndükleri görülüyor. ‘Özür diledikleri’ bir hâlden, yine ‘özür dileyecekleri’ bir başka hâl’e geçiliyor. Oysa, tekraren özür dileyecek konuma girmemek gerekiyor. Çünkü, insanoğlunun ‘yeryüzü sahnesi’nde soluk almaya başlamasından sonra yaşanan “Her ‘an’, sonlanacak bir koşuşturma ya da her ‘An’,  gerçekleşecek ölümle buluşmadır.” (15).

Tarih, 17 Ağustos 1999, saat 03.02. Marmara Bölgesi, Gölcük merkezli 7,4 büyüklüğündeki depremle sarsıldı. 17 binden fazla insan hayatını kaybetti; on binlercesi de yaralandı. Büyük felaketten saatler önce Gölcük Donanma Komutanlığı’nda devir–teslim töreni vardı. Törenle ilgili çeşitli spekülasyonlar ortaya atıldı. Hâlâ tartışılan o geceyi 16 Ağustos’taki törende Donanma Kurmay Başkanlığı görevini devralan Tümamiral Mustafa Özbey'in eğitimci ve ressam eşi Münire Özbey kaleme aldı. Sayın Özbey, kitabında, ‘hayatla ölüm arasındaki yakınlığı’ örneklerle anlatıyor, Depremi, ‘Tanrı tarafından kendisine verilmiş yeni bir hayatın başlangıcı’ olarak değerlendiriyordu (16).

Geçmişte Web site’mde de yazan sosyalpsikolog-yazar Efser Selamet Hanım, bir yazısında; “Her ‘An’  bize yeniden, tekrar tekrar verilen hayatımız, bir tohumdur. ‘Şu anımız ya şimdi sonsuza atılan imza olur, yada hiçbir zaman değerlendirilmemiş boş bir tarla. ‘An’ sermayemiz ya şimdi kullanılır, ya da ah vah edilir ardından giden zamanın.” diyordu (17). İşte, ölümle buluşmadan önce gerçek bir hayatı ‘sonsuza kadar’ yaşamak için ‘An’ ı gereği gibi değerlendirmek, bunun için dönüşümün, ‘dönülmesi gereken’ olması gerekiyor.

İşte, “aydınlanma” budur, ‘aydın olma” da budur. Her ‘An’, gerçekleşecek ölümle buluşmadan önce “mutlak gerçeği (gerçek kutsalı)” görebilenlerden, ‘Alkış’ değil, ‘Tekbir Kültürü’nü ‘tercih’ edenlerden biri, Cem Karaca rahmetli, ‘Allah Yâr’, isimli parçasında:

 

Bu can emanet  bu bedene. Sonunda sararlar kefene...

Yol bir akıl bir, bak da görebil….diyor.

 

Cem Karaca’nın dediği gibi, ‘yol bir akıl bir’; Efser Hanımın dediği gibi de, “sonsuza atılacak imza için ‘An’ şimdi kullanılır”… yoksa, öyle bir ‘An’ gelir ki, yani kainatın “ilk oluşma” anı olan Big Bang ile 10-43’üncü saniyede başlayan ‘ilk’ ‘An’, “kainatın (-İnsanoğlunun) ölümü (Kıyamet) demek olan Big Crunch ile ‘son’ ‘An’ olurken (yani Yeniden Doğuş İçin An / Zaman biterken)  ah vah edilse de (-Hz.Musa’yı Kızıldeniz’de kovalaması sırasında boğulmakta olan Firavun’un, son anında dönmesi gibi dönmenin) faydası olmaz artık ardından giden zamanın diyorum da ben…

‘Sonsuza imza atmak’ ya da ‘yeryüzü (-kainat) sahnesi’ ile ölecek (bitecek) An ’lardan sonra Ahiret Yurdu’nda ‘yeniden doğacak’ ve bu defa ‘hiç ölmeyecek AN’ları yaşamaktan keyif almak, ancak ‘doğru tercih’ ile olur

Hadi bakalım kolay gelsin; ‘kader’ değil, ‘tercih’…

Tercih sizin’…

 

Ahmet MUSAOĞLU

http://www.ahmetmusaoglu.org

 

Yayın Tarihi
10.02.2014
Bu makale 7109 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

ÇOK OKUNAN

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!