Ağa takıldıktan sonra bile?

      Yaşadıklarımıza bakılırsa, ülke siyasi ve ekonomik aklın yerini duyguların, hırsların, hınçların, kör rekabetin, saplantıların, savruklukların, iktidar sarhoşluğunun aldığı bir zamanın kara deliğinde savrulup duruyor, bir oraya bir buraya…

    “Siyasi aklın”  hâli yazının konusu değil! “Yönetim” makamlarında oturanların  ülkeye dayattığı gündeme bakın, hâlin durum ve vaziyetini anlarsınız!  Durum fena değil de vaziyet mi kötü yoksa vaziyet idare eder de durumu hiç sorma mı… Ben bir şey söylemeyeyim; hayatın içinde gelişmeleri görebilenleriniz takdir etsin!

    Ama, bu demek değil ki siyasi akıldan hiç söz etmeyeceğim. İşte ediyorum: Yazının konusu, bir oraya bir buraya savrulmanın ekonomiye yansımaları olunca ve ortada  tutarlı, açık hedefli iktisat politikası namına yönetilebilir, konuşulabilir bir şey kalıp kalmadığı son derece tartışılır hâle geldiyse, bunda “siyasi aklı” taşıyanların birinci derece sorumlu olduklarına dikkati çekiyorum.     

   Ve diyorum ki, gelinen noktada Türkiye ekonomisi  yaşanan ve gittikçe ağırlaşan iç ve dış şartların gerektirdiği kurumsal bilgi, analiz, dikkat, özen, politika üretimi, kararlılık ve yetkinlikle yönetilmiyor.  Elbette kamu yönetiminden ve ona komuta eden iktidar unsurlarından söz ediyorum.

    Bırakın emek dünyasını, işçi, memur sendikalarını filân bir tarafa… özel sektörü dahi başta Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi, anayasada yazılı danışma kuruluşlarını işletmeyerek yönetime katılımdan fiilen dışlayan bir iktidar zihniyeti, devletin ekonomiyle ilgili ve yasalarla yetkili temel kurumlarını da “sorun-bilgi-analiz-çözüm” hiyerarşisinin kıyısına iterek, meselelere “kişisel zihin dünyası” üzerinden kafasına göre  “çözüm” öneriyor veya dayatıyor. Ne var ki indir faizi, tut doları, üst akıl, algı yönetimi türü  “inanç” söylemleriyle işler yürümüyor!    

                                        AB ile kapışılır da…

    Bu satırların yazarı, ekonomi gazeteciliği yaşamı boyunca Avrupa’nın da sahiplendiği çağdaş uygarlık değerlerini savundu. Ama, bu değerleri ayırarak, Türkiye’nin 1950’li yıllardan itibaren kurduğu “tam üyelik” hedefli ilişkinin ülkesini dengesiz, eşitsiz, ana karar mekanizmalarının dışında tutan, “nalıncı keserini” Avrupa Birliği (AB) üyesi ülke ekonomilerinin çıkarları lehine yontan yapısına karşı çıktı.

    Aynı  zamanda, Türkiye’yi yöneten sağ’lı “sol”lu bütün iktidarların AB ilişkilerini bir taraftan “iç politika” malzemesi olarak kullanırken, diğer taraftan inisiyatifi AB’ye bırakan protokol ve anlaşmalara imza atarak kamuoyunu yanıltmalarını da eleştirdi.

   Kişisel yaklaşımımda bugün de bir değişiklik yok.  Meseleye Türkiye ile AB’nin çıkar dengeleri açısından bakarım. Değerlendirmelerimde nispi kazançları inkâr etmem. Ama büyük kayıpları esas alırım. Özellikle Türkiye’yi AB ile gümrük birliğine sokan 6 Mart 1995 tarih ve 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın (1 Ocak 1996’dan beri yürürlükte) ekonomimizde yarattığı ağır dengesizlik ve kayıplar AKP iktidarı ve özel sektör tarafından ancak bugün kavranabilirken, bu ülkede bir avuç gazeteci ve akademisyen, uzman gelinen noktayı yıllar öncesinden görüyor, yazıyor, uyarıyordu.

   

                            Reel politikadan ne haber?

     Bugün gelinen noktada Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler, genel ekonomik çıkarlar ve  gümrük birliği sultasından kaynaklanan ekonomik zararların da ötesinde, siyasi alanda gittikçe sertleşen bir sürece doğru ilerliyor:  AB liderliği, demokratik normlardan koptuğu gerekçesiyle Türkiye’ye ekonomik ambargo anlamlı tedbirler uygulamaktan, AKP liderliği de ilişkileri dondurmaktan hatta referandumla işi bitirmekten söz ediyor.

    AB liderlerinin Türkiye’ye yönelik tutumlarında kendi iç politik şartlarından ciddi ölçüde güç aldıkları bir gerçek. Dikkati çeken bir “yabancı alerjisi” bu tutumu destekliyor olmalı. AKP liderliğinin de AB’nin “demokrasi eksenli” eleştiri  ve baskılarına karşı gösterdiği tepkide, iç politikaya dönük bir boyut var.

    Ancak, çok şey söylemenin mümkün olduğu bu konuda her iki tarafı bağlayan bir “esas mesele” var; reel ekonomi politik! Yani, gerçek ekonomi politik durum ki bu yönüyle bölgesel ve küresel ölçekte alınacak veya alınması gerekli duruşları belirler; diğer yönüyle ikili ilişkiler ağını oluşturan unsurların taraflar açısından taşıdığı ekonomik önem ve değeri  içerir.                

    Sadece ekonomik ilişkiler açısından bakarsak, Türkiye’yi yönetenler AB’yi bir kalemde silip atabilirler mi? Ya da AB, gümrük birliği ile bağladığı Türkiye gibi bir “pazarı” bir kalemde feda edebilir mi? Hele  Türkiye, yıllık ortalama toplam ihracatının ve ithalatının ortalama yüzde 50’sini yaptığı AB üyesi ülke pazarlarından bir şekilde yoksun kalırsa, ekonominin dengelerinde neler olabileceğinin farkında mıyız?

    Türkiye ulusal ekonomik çıkarlarını korumak ve kollamak için değil AB, herhangi bir dünya ülkesine karşı gerekli gördüğü ekonomik ve politik tedbirleri alma hakkına elbette sahip. Tek şartla, tedbirler reel küresel veya bölgesel sorunların çözülmesinde katkıda bulunabilecek düzeyde “siyasi akıl” ürünü olsun. Duyguların, anlık veya günlük tepkilerin “patlamasından” kaynaklanmasın! Türkiye’nin bugün “aklı başında siyasi ve bürokratik akla” ihtiyacı var!

Yayın Tarihi
16.11.2016
Bu makale 1337 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!