Giderek ıssızlaşıyoruz, erkekler, kadınlar hatta çocuklar bile. Evler, sokaklar, anılar, okullar bile.
Issızlık kavramı bana kimsesizliği, çaresizliği, yalnızlığı çağrıştırır. Halbuki; çok da alakalı değillerdir. Çoğulluklar içinde olup da yine ıssız olabiliyor insan. Her birimizin onca kalabalıkta yaşadığı yalnızlıklar gibi.
Hepimizin bir yanı ıssız. Evimizin, yaşamımızın, mahallemizin, işimizin içinde bu ıssızlığı duyarız çoğu zaman. Issızlık ürkütür bizi. Mezarlıklar gibi mesela, ıslık çalarız sırf o anlamı bozmak için.
Sevgilinin gidişinden sonra ıssızlaşır geride kalan. Issızlığı suskunlukla doldururuz çoğu zaman. Çaresiz bir kabullenişti o.
Benzer ıssızlık harman yerinde olur harman kalktıktan sonra. Okullarda olur sömestir bittikten sonra, düğün evinde olur düğünden sonra. Ölü evinde olur sevilen biri ölünce. Bir de zemheride, karakışta dışarıda tipi varken ıssızlık dolaşır heryerde.
Yani hayatın olduğu her yerde var ve tercih edilen bir durum değildir aslında.
Bugünlerde bahsedilen ıssızlık alışılan bir anlamda değil. O bir film.
Çağan Irmak’ın Issız adam filmi; son zamanlarda herkesin dilinden düşürmediği bir fenomen. Hatta neredeyse etrafımdaki herkesten inanılmaz övgülerle dinledim filmi, öyküsünü, içinden geçen olayları. Hatta İngilizce kursundaki arkadaşlara tarçınlı havuçlu kek yaptığımda onlar bana Issız Adamdaki gibi lezzetli yapıyor musunuz dedi. Hatta benim hayatımı o filmdeki kahramanın hayatına benzetenler de az değil.
Dayanamayıp gittim filme. İzledim. Görsel olarak kom fazla malzeme vardı etkilendiğim. Filmin müzikleri muhteşemdi, ışıklar da. Her an fotoğrafik güzellikte enstantanelerden oluşuyordu.
Kast güzeldi. Esas oğlan ve esas kız rollerine oturmuşlardı. Hele kızın gözlerine bayıldım. Bir kadında bu göz rendi neden bana hep okyanusları hatırlatır?.
Ama filmin kurgusu ve konusu bana çok yavan geldi. Beklentimi karşılamadı. Ya da anlatıldığı kadar övgüyü hak edecek kadar güzel içerikte değildi.
Adamın ıssızlığı iyi vurgulanamamıştı. Adamın sizofrenik bozukluğu daha belirgin olmalıydı. Kızın adamla ilk tanıştığı sıradaki dik duruşunun, adamla ilk görüştükleri akşamda eriyip giden mumdan farkı yoktu.
Ama filmin finali çok güzeldi. Etkileyici idi.
Filmden aklımda kalan iki olaydan birincisi; kızın adamın çocukluğunun geçtiği mekanlara gidip de onun çocukken uyuduğu yastığa başını koyduğunda “bir insanın kokusu hiç değişmez mi” deyişi. Beni de alıp onlarca yolculuğa götürdü. Anamın, bende iz bırakmış üç kadının(kuzeyin, adı gülün açmamış hali olanın ve kelebeğin) ayrı ayrı, oğlumun ve hayatıma katkı sağlamış birkaç kişinin kokularını duydum.
İkincisi; esas adam ve esas kız hoyratça sevişirken, ADA’nın olaya el koyması ve insanın insanda nasıl eriyeceğini anlatmasıydı. “Şimdi ellerimi tut, elin elimde kaybolsun, sonra hisset bakalım hangisi senin elin, bana bak, benim yüzüme, bende sevdiğin herkesi ve her şeyi görmelisin” demesiydi.
Demek ki abartıyoruz her şeyi. Abartılı yaşıyoruz. Yada kendi yaşamlarındaki sığlıkları böyle filmlerle derinleştirmeye çalışan muazzam kalabalığın içindeyiz. Dedim ya bana çok yavan ve sığ geldi film. Sükut-u hayale uğradım.
Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filmi çok daha derin izler, çok daha derin anlamlar içeriyordu ama bu filmi olmamış.
Başladığım cümle ile bitirmek istiyorum. Giderek ıssızlaşıyoruz, erkekler, kadınlar hatta çocuklar bile. Evler, sokaklar, anılar, okullar bile.