Zulüm kırk çeşidi var ve kaynağı insandır. En bildik tanımı; “Güçlü bir kimsenin yasaya veya vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı kötü durum, kıygı, eziyet, cefadır”. Bu güçlü kimse bazen yasa koyucu da olabilir, yasa uygulayıcı da hatta devletin bizatihi kendisi de. Ağalık, büyüklük, otorite, töre hep “zulüm” kaynağından beslenir. Hepsi de güçlünün emirlerine ve çıkarlarına hizmet eder.
Zulüm iki tarafı olan eylemdir. Zulüm eden var ki çoğunlukla güçlü olandır. Bir de zulüm gören ki o da çoğunlukla güçsüz olan, boyun eğen, kabullenendir.
Savaşta düşmanın zulmü en bildik acılarla doludur. En derin zulüm soykırımdır, onura dönük yapılanlardır. Ama bizim en çok alışık olduğumuz eşlerin birbirine zulmüdür. En yaygın olanı erkeğin kadına olanıdır. Elbet çocuklara olanı, çalışanlara olanı da bunun bir başka versiyonudur.
İnsanın insana eziyetinin yanında bir de yaşam koşullarının verdiği zulüm de var. Mesela; ekmek parası için sılayı terk etme, orada türlü cefalarla hayatı sürdürme ve kazanabilme de buna dahildir. Çukurova’daki pamuk işçilerinin, İstanbul’a, Almanya’ya ekmek parası için gidenlerin dramı, fukaralığın cana tak ettiği hayatı yaşayanların dramı buna örnektir. Öyle filmlerde falan aramaya gerek yok. Yaşadığımız kentte üç adım ötemizdeki hayatlardır bunlar.
Türkülerimizde yaygındır zulmün çağrısı. En bilineni Gesi Bağları türküsüdür. Öyküsü çok acıklıdır bu türkünün. O vakitlerde gurbet gerçekten vardır. Şimdilerde gurbet kavramı o kadar derin acılar ve özlemlerle dolu değil. En uzak, en gurbet Almanya bile üç saat uzakta. Gerçi gurbetin acısını yaşayanlar hala var ama eskisi gibi değil. Telefon var, internet var. Özlem giderecek birçok unsur var artık. İşte bunların olmadığı eski dönemlerde babadan öksüz bir kız Gesi’ye gelin gitmiştir. Kızın anasından başka kimsesi yoktur. Ne abisi, ne amcası. Ona varlıkta ve yoklukta sahip çıkacak hiç kimse yoktur. Kız gelin gittiği yerde mutluluk bulamaz. Hatta ciddi bir eziyet görür. Dayağın bini bir paradır. Anası uzaktadır. Yanındakilere derdini anlatamaz. Anasının kızını görmeye gelecek gücü yoktur. Kızın anasına haber gönderme şansı yoktur.
Gelin kız; içinde bulunduğu çaresizliği ve anasına olan özlemini dizelere döker. Yüreğindeki yangını türkünün dizelerinde söndürmeye çalışır. “Gesi bağlarında dolanıyorum / Yitirdim anamı aranıyorum / Bir çift selamına güveniyorum / Gel otur yanıma hallarımı söyleyim / Halimden bilmiyor, ben o yari neyleyim”. Toplam 83 beyittir bu türkünün aslı.
Ben mesela, Ardahan’lıyım. Özüm Ardahanlı. 93 muhaciri olarak biliniriz. O zamanlar Osmanlı-Rus harbinin olduğu yıllarda Rusların zulmünden kaçıp Anadolu’nun içlerine gelmişiz ve devlet bizi Kayseri’ye yerleştirmiş. Mülk vermiş orada kurmuşuz yaşamımızı. Ama hala ben kendimi Kayserili sayamam. Ardahanlı olmayı da bilmiyorum. Bu da benim ailemdeki bir zulümdür. Orada tüm mal varlığımızı, anılarımızı, mezarlarımızı bırakıp gelmişiz.
Bunun bir benzeri de Fethiye Kaya Köyde yaşanmıştır. Ne zaman oraya gitsem büyük büyük dedemlerin acısını yüreğimde hissederim. Vatanı terk etmek zorunda bırakılmak da en büyük zulümdür çünkü.
İnsanlık tarihi incelendiğinde aslında zulmünde tarihi ortaya konmuş olur. Son zamanlarda yaşanan Ermeni soykırımı soytarılığı bunun en güzel örneğidir. Sen hem Osmanlı halkına işbirlikçilerinle zulüm edeceksin sonra da küstahlık edip soykırıma uğradık diyeceksin.
Denilecek çok şey olsa da Necip Fazıl Kısakürek ustanın; "Zalimi zulmetmekten alıkoyarsan kardeşlik hakkını yerine getirmiş olursun" sözüyle bitirmek gerek söylenecekleri.
Etrafımıza ve kendi hayatımıza bir bakalım. Kime zulüm ediyoruz ve kardeşlik hakkı için yapmamız gerekenler neler.
Çok geç olmadan bunları yerine getirmek lazım. Zulüm acı verir çünkü. Ve mutlaka edene bumerank gibi döner. Saddam bunun en son örneği.