Vatandaşın çığlığı

Günlerdir yazıyorum Alanya’da insanların ne kadar zor durumda olduğunu…

Posta kutum doldu adeta… Feryat figan…

Herkes dertli… Herkes mağdur…

Okurum Özcan Nevres e-posta yollamış çığlık çığlığa…

Bakın ne diyor:

O satırlar her ne kadar beni ve benim gibi emeklileri ilgilendirmez görünüyorsa da çocuklarımıza ve torunlarımıza karşı olan sorumluluğumuz yüzünden hepimizi ilgilendirmektedir. Halen AKP’den umudunu kesmemiş olanlar, bedava, daha doğrusu oya yatırım için dağıtılan kömür ve erzaka bel bağlamış olanlar mutlaka bu yazılanlara kızacaklar ve tepki göstereceklerdir.

Zira onlar bu günü yaşadıklarından, çabaları bugünü kurtarmaktan ibaret olduğundan ve o dağıtılanların çocuklarının ve torunlarının geleceğini kararttığından habersizdirler.

Nasıl bir geleceğe yatırım yaptıklarını işsiz çocukları ve torunları yakalarına para diye sarıldıklarında taşın ne kadar sert olduğunu anlayacaklardır ama anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır.

Şüphesiz aklı başında olan her insan ödedikleri vergilerin kendilerine iş olanakları sağlayan yatırımlara dönüşmesini ister. Yardım adı altında buharlaşıp yok olmasını değil. Ne yazık ki yatırımları destekleyen değil, her şeyi babalar gibi satarım diyen bir maliye bakanımız ve bu bakanımızı babalar gibi destekleyen bir hükümetimiz var.

Oysa az gelişmiş ve sanayisi yok sayılacak bir ülkede yatırımların lokomotifi devlettir. Ulu Önder Atatürk CHP’nin altı okundaki devletçilik umdesini bu nedenle koymuştur ve oldukça da başarılı olmuştur. Ta ki bu devletçiliği temsil eden ok kırılıp atılıncaya kadar.

Şimdilerde her şeyi babalar gibi satıyorlar. Yabancı sermaye aldatmacasıyla insanlarımızı kandırıyorlar.

Gelen yabancı sermaye ne yapıyor? Sanayi tesisleri mi kuruyorlar? Yoksa iyi para kazanan iş yerlerini satın alıp büyük bir sömürge düzeni mi kuruyorlar? Böyle giderse tüm bankalarımız yabancıların eline geçecektir.

Nasıl ki sahillerimizde mal mülk sahibi olanlar iyi para ediyor diye her şeylerini sattıklarında doğup büyüdükleri ata yurtlarında ırgat durumuna düştülerse, tüm insanlarımız bu özelleştirme ve babalar gibi satma anlayışı yüzünden kendi ülkelerinde, atalarının kanı pahasına kazanılmış bu topraklarda yabancı duruma düşeceklerdir.

Gelelim bu henüz orta yaştaki bu insanımızın yazdıklarına; Uluslararası büyük şirketlerde, orta kademe yönetici olarak çalıştım. Biri ilkokulda, biri küçük 2 çocuğum var. Eşim çalışmıyor. Son şirketimde burayı kapattık dediler. Bulunduğum şehirden gidilebilecek en uzak noktaya tayin ettiler. Gitmedim. İşten çıkardılar.

Okul güzel, eğitimler harika, referanslar muhteşem, birikimim ve yaşam enerjim yüksek.

Aylardır işsizim. Niye biliyor musunuz? Görüntü en az 10 aşağı olsa da, yaş 45. Kağıt üzerinde yaşlıyım. Çalışacağım iş kazmacılık olsa bir derece. Yöneticilik yapacağım.

Oysa ne güzel bir Türkiye değil mi? Benim çocuklarım 65 yaşında emekli olacak. Yani benim yaşımı sorun ettikleri noktadan 20 yıl daha sonra. Olsun. Ben kendim kaşındım değil mi? Gitseydim gösterdikleri yere.

Arkadaşım var benden 1 yaş büyük. Liseden sonra okumadı. Ancak zanaatkâr. Oto sanayide kendi dükkânı var. 1 yıldır kira veremiyor. Bağ-Kur borcu aylardır katlanıyor. Elektrik, su parasını cezasız ödeyebildiğini görmedim. Eşi çalışıyor, idare ediyorlar. Çok şükür, her yıl 1 kere dışarıya yemek yemeğe bile çıkabiliyorlar. (Çocukları büyüdü onlar gelmek istemiyor! O gün evde kalıyorlar)

Yayın Tarihi
23.01.2008
Bu makale 5744 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Gecelim Görelim Gezi deyince kimilerinin aklına yurt dışı gezileri gelir. Benimse ülkemizin görülmesi ve gezilmesi gereken yerleri gelir aklıma. Ne kadar haklı olduğumu kanıtlamak için değerli okuyucularıma gezip gördüğüm ve unutamadığım yerlerin güzelliklerini yazacağım. İstanbullulara İstanbul?u anlatacak değilim. İstanbul uzun yıllar gezilebilecek olağan üstü bir şehirdir. Onun her yanından tarih fışkırmaktadır. Piknik yapıla bilecek alanları da cabası. Bu nedenle bu yazımda Ege?nin, Akdeniz?in güzelliklerinden söz edeceğim. Kaz dağlarının güzelliklerini geride bıraktığınızda ilk durağınız Behram kale ile Asos olsun. Zeytinlikler arasında, nefis bir kumsalda mücevher gibi parlayan bir denizde olabildiğince keyifli gün veya günler geçire bilirsiniz. Yolunuza devam edip Ayvalık sapağına geldiğinizde Ayvalık?a sapmanızı ve orada en az iki gün kalmanızı öneririm. Eşsiz güzellikteki Sarımsak plajını, şeytan tepesini ve Cunda adasını geziniz. Cunda?daki taş evlerin güzellikleri gözlerinizi kamaştıracaktır. Edremit?in çakıllı plajlarından sonraki plajların tümü elekten geçecek kadar ince kumlardan oluşur. Altınova?nın ve Dikili?nin kumsalları da aynı niteliktedir. Dikili kavşağından Dikili?ye sapınız. Çamlar altındaki lokantalardan dönerinizi ve lavaşını yedikten sonra sahilde hiçbir yerde bulamayacağınız lezzetteki vanilya kokulu özel külahındaki dondurmayı yalayarak yiyiniz. Sonra da Bademli?ye gidin ve köyü geçtikten sonraki eşsiz kumsala gidin. Muhtarlığın yaptırıp çok ucuza kiraya verdiği bungalovlarda birkaç gün kalın. Oradan Denizköy?e gidin. Denizköy?ün küçük koyu emsalsiz güzelliktedir. O küçük köyde kalabileceğiniz otel ve pansiyonlar var. Denizköy?den Çandarlı?ya doğru yola çıktığınızda oldukça dik bir yoldan zirveye doğru giderken aşağıdaki güzel manzarayı uçaktan seyreder gibi olacaksınız. Çandarlı?da iki enfes plaj vardır. Rüzgârın esiş yönüne göre plajınızı belirlersiniz. İki plaj da çakılsız, ince kumludur. Aliağa plajları da çakılsız ve ince kumludur ama alt yapısı yoktur. Yalnızca kalmak için değil de denizine girmek için gide bilirsiniz. Petrole alerjiniz varsa orada denize girmenizi önermem. Zira o plajlar Aliağa rafinerisinin etkisi altıdadır. İzmir?e doğru yola devam ederken Foça yol sapağına geldiğinizde Foça yoluna sapınız. Yenifoça?yı geçtikten sonra yol sahile paralel olarak devam etmektedir. Yol boyunca emsalsiz koylar ve yol kenarındaki tarihi taş evler göreceksiniz. Foça?da pansiyonculuk gelişmiştir. İlle de otel diyorsanız Leon otelde veya Hanedan otelde kala bilirsiniz. Foça?nın en güzel plajı İngiliz burnundadır. Orada denize girebilirsiniz. Foça?nın en temiz denizi oradadır. Mersinakilerdeki deniz suyu da çok temizdir. Buna rağmen ille de İngiliz burnu derim. İngiliz burnunun en ucuna gittiğinizde yol üstüne bırakılmış olan yakıt tankının üzerine çıkıp orada bulduğunuz bir bezle veya gömleğinizle İncir adasındaki gazinoya doğru sallarsınız. Gazinonun önünden hareket eden bir sandal sizi alıp adaya götürür. Deniz ve yemek keyfiniz sona erdiğindi sizi aldıkları yere bırakırlar. Foça geziniz sona erdikten sonra yolunuzun üzerinde Buruncuk Mahallesi vardır. Eğer tarihi yerleri gezmek gibi bir merakınız varsa yolunuzun üstündeki Buruncuk dağına çıkıp antik şehir Larissa?yı gezebilirsiniz. Dağa yaya olarak çıkabilirsiniz. Araba ile çıkılacak yolu yoktur. Yola devam ettiğinizde Menemen?e geldiğinizde şehir merkezindeki Tarihi Taşhan?ı ve karşısındaki bedesteni geziniz. Menemen?in ünlü çömlek yoğurdundan almayı da ihmal etmeyiniz. Menemen?de otelcilik ve pansiyonculuk gelişmediğinden yolunuza devam edip geceyi İzmir?de geçirin. Eğer Foça?dan erken çıkmışsanız Karşıyaka?ya varmadan yolun solunda bir levha göreceksiniz. Ege?nin Abant?ı Karagöle gider. Bu levhanın gösterdiği yola sapınız. Bir süre sonra yolculuğunuz ağaçlardan oluşan bir tünel içinden devam edecektir. Bir süre sonra bir tepeye çıktığınızda gözlerinize inanamayacaksınız. Aşağıda muhteşem güzelliğiyle Karagöl görünmektedir. Karagöl?ün çevresinde suyu buzu aratmayan onlarca pınar ve çeşme vardır. Eğer Karagül?e gitmeye niyetlenirseniz Menemen?den günlük ihtiyacınızın en az iki katını almanız gerekir. Göldeki temiz hava sizi ummayacağınız kadar acıktıracaktır. Akşam İzmir?e doğru hareket ettiğinizde içinizde tekrar Karagöl?e gelme özlemi dağ gibi büyüyecektir. Gezimize Yarın devam edeceğiz. Özcan Nevres. Gezelim Görelim 2 İzmir?den Çeşme?ye doğru yola çıktığınızda eski yoldan gitmeyi yeğleyiniz. Zaman zaman trafik sıkışıklığı yaşansa da paralı yoldaki kadar kaza riski yoktur. Eğer içimizi temizleyelim diyorsanız İçmelerde mola veriniz. Birkaç gün kalıp şifalı sulardan bol, bol içebilirsiniz. Şifalı sulardan yeteri kadar içtiğinizde sakın tuvaletlerden uzak kalmayınız. Urla?nın İskele adını verdikleri plajları da çok güzeldir. Çeşme?ye doğru giderken zirveye çıktığınızda yolun solunda Manzara kahvesi vardır. Orada oturup kahvaltı yaparken veya çayınızı kahvenizi içerken aşağıdaki enfes manzarayı zevkle izlersiniz. Çeşme?ye vardığınızda nereye gidelim diye karar vermekte zorlanırsınız. Zira Çeşme?de o kadar çok plaj var ki hepsi de ince kumlu ve görülmeye değerdir. Alaçatı?yı görmeden geri dönmeyiniz. Dönüşünüzde Karaburun?a da gidebilirsiniz. Karaburun yarım adsındaki en güzel yer Balıklıova?dır. Karaburun?a kalmak için değil görmek için gidilir. Dönüşte Aydın yoluna saptığımızda Gümüldür yoluna giriniz. Orada da muhteşem güzelliklerle karşılaşacaksınız. Oradan Kuşadası?na geçip yola devam edersiniz. Kuşadası?ndan uzun, uzun söz etmeyi gerekli görmüyorum. Zira Kuşadası en çok tanınan turistik ilçelerden biridir. Yine de Güvercin adasını mutlaka görmelisiniz. Bodrum?a gitmek üzere Aydın yoluna dönüş yaparsınız. Ortaklar?a geldiğinizde yol kenarına sıralanmış birçok çöp kebap lokantaları göreceksiniz. Ben her geçişimde Bülentin yerini yeğlemekteyim. Çöp kebabı, ayranı ve külde pişirilmiş soğanının tadına doyamazsınız. Yola Söke yolundan devam edersiniz. Söke?ye vardığınızdan Ulusal kahramanımız Halazari Cafer Efenin anıtını vefa borcu olarak mutlaka ziyaret ediniz. Söke?den sonra ilk durağınız Side olmalıdır. Kumsalın ve tarihin kucaklaştığı muhteşem bir yerdir. Bodrum yoluna girdiğinizde az sonra muhteşem bir güzellikle karşılaşacaksınız. Bafa gölü. Göl kenarında bir süre dinlendikten sonra az ileride yolun solunda kalan tarihi Milet kalıntılarını gezebilirsiniz. Milas?ı geçtikten sonra görebileceğiniz güllük vardır. Kalmak için değil de görmek için sapınız. Bodrum?a vardığınızda önce kalacağınız yeri ayarlayınız. Bodrum?da hareketlilik gece başlar. Denize girmek için Gümbet?i yeğleyiniz. Turgut Reisin doğum yeri olan Teurgutreis?i, Bala?yı gezer yanınızda dürbün varsa sahilden Yunan adalarını seyredebilirsiniz. Kent merkezinde kalan Bodrum kalesini gezerken adeta geçmişinizle kucaklaşacaksınız. Kaleyi ilk gezdiğimde gazeteci olduğum için müze müdürü benimle çok ilgilenmişti. Bakın size ne göstereceğim dedi. Ve duvarda asılı olan gemi çapasının önüne gidip sırtını döndü ve çapayı iki ucundan tutup oldukça büktü. Bu çapa aslına uygun olarak kauçuktan imal edilmiştir dedi. Burada göreceğiniz birçok eser aslına uygun olarak imal edilmiş olan benzerleridir. Bunu yapmamızın nedeni asıllarının yabancılar tarafından yurt dışına kaçırılmış olmasıdır demişti. Merak bu ya sordum. Onca şeyi kaçırdıkları halde bu kaleyi niye kaçırmamışlar diye sorduğumda Avrupa?da bu kaleye benzer o kadar çok kale var ki bu yüzden kaçırmayı gerek görmemişlerdir dedi. Kale müdürü uzun yıllardan beri kanayan bir yaraya parmak basmıştı. Ne yazık ki tarihe ışık tutacak en güzel tarihi kalıntılarımız hep yurt dışına kaçırılmıştır. Yarın Muğla?ya doğru yolumuza devam edeceğiz. Özcan Nevres Gezelim Görelim 3 Bodrum?dan geri dönerken Milas^tan Yatağan yoluna sapacağız. Yolumuzun üzerinde antik şehir Stratonika var. Bu antik şehrin dünyanın ilk Pazar yerinin kurulmuş olmasının yanında bir de ibret verici bir öyküsü vardır. Pazar yerine girişte iki sütunda satılmakta olan ürünlerin fiyat listesi var. Keşke günümüzdeki pazarlarda da öyle bir liste olsaydı. Öyle bir liste olamaz. Zira fiyatlar o kadar çok değişiyor ki. Öyküsüne gelinse kralın oğlu hastalanır. Hekimbaşı ne yaptıysa hastalığına çare bulamaz. Şehzade her geçen gün biraz daha erimekte ve ölüme koşar adımlarla gitmektedir. Kral çok sevdiği oğlu için hekimbaşına oğlumun hastalığını iyileştiremezsen boynunu vurdururum der. Hekimbaşının aklına parlak bir fikir gelir. Mükellef bir sofra kurdurur. Masayı en güzel yiyeceklerle ve içkiyle donatır. Karşılıklı oturup yiyip içerler. İçki ile kafalar iyice dumanlandığında hekimbaşı sorar. Senin bir derdin var ama derdini açamıyorsun. Derdini söylemeyen dermanını bulamaz. Bana derdini açabilirsin der. Şehzade benim derdim o kadar büyük ki anlatılacak gibi değil. Sonunda kendisini hasta eden derdini açıklar. Ben der üvey anneme aşığım. Hekimbaşı istediğini elde etmiştir. Ertesi gün krala gider ve ben oğlunun hastalığının ne olduğunu çözdüm ama bu hastalığın devası yoktur. Zira oğlunuz karıma aşık der. Kral ne duruyorsun karını versene der. Hekimbaşı sorar. Siz olsaydınız karınızı verir miydiniz? Kral verim tabi der. Hekimbaşı o halde karınızı oğlunuza verin. Zira oğlunuz benim karıma değil sizin karınıza aşık. Bunun üzerine kral devletinin ileri gelenlerini toplantıya çağırır. Tahtını, devletini ve eşini oğluna bıraktığını ve kendisinin bir bilinmeze doğru yola çıkacağını açıklar. Strato yol demektir. Nika?da kralın adı. O olaydan sonra devletin adı Stratonika olarak anılmaya başlanır. Yola devam edelim. Muğla?ya vardığınızda tarihi hanları ve Saburhane?deki tarihi evleri ziyaret edebilirsiniz. Yayla dedikleri yer bir krater ağzının ovaya dönüştüğü yerdir. Yaylalar yüksekte olur. Muğla?nın yaylası ise çukurda sayılır. Süpüroğlu?nda, Kozlu kahve ve diğerlerinde büryan yiyebilirsiniz. Muğla?nın kebabı ve büryanı çok ünlüdür. Yemenizi öneririm. Muğla?dan Marmaris?e doğru yolumuza devam edelim. Devrant?tan geçerken Gümbetler göreceksiniz. Gümbetler kervan yollarının üzerindedirler. İnşa edilmelerinin üzerinden binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen içinde toplanılan suyu halen arıtabilmektedir. Ula sapağını geçtikten sonra Sakar dağına tırmanmaya başlarız. Zirveden inişe başladığımızda az ileride minik bir yol kenarı parkı vardır. Orada mola verip şayet yükseklik korkunuz yoksa Gökova?nın doyumsuz güzelliğini doya, doya seyrediniz. Muğla dilinde yeşile gök derler. Bu nedenle bu yeşil ovanın adına Gökova derler. Ovaya tam olarak inmeden sağa bir yol sapar. Bu yola saptığınızda eşsiz güzelliğe sahip olan azmağa inersiniz. Dağ ile azmağın arasında bir yol vardır. Bu yol boyunca yüzlerce kaynaktan azmağa su akar. Bu pınarları bir kısmı yazın, bir kısmı da kış aylarında akmaz olurlar. Tüm kaynakların suyu buz gibidir. Bu kaynaklar yüzünden Gökova sahilindeki plajın suyu çok soğuktur. Kumsalının kumları çakılsızdır. Azmağın başında minik bir havuz, havuzun giderindeki sular minik bir değirmenin çarkını çevirir. Bakınız o değirmeni geçmişte nasıl anlatmıştım. Muğla Gökova'da azmağın başında. Yapay gölcüğün akarında minicik bir değirmen vardı suyun çarkını ağır ağır çevirdiği. Değirmencinin bir de yeşil gözlü, güzel mi güzel bir kızı vardı tıpkı peri masallarındaki gibi. Henüz on altı on yedisinde. O güzel manzara değil de kızın güzelliği çekerdi bizi o güzel yere. Bir görünürdü değirmenin önünde. Hemen kaybolurdu değirmenin içinde. Kendisini darı ambarında gören aç tavuk gibi çıksa da bir kez daha görelim diye beklerdik umutla. İçimizde cayır cayır yanan gençlik ateşiyle. Belki de onun gönlünde köylüsü olan bir yakışıklı vardı ki kimseye yüz vermezdi. Günümüzde hazıra çok alıştırılmış olduğumuzdan bu değirmenin halen çalıştırıldığını sanmıyorum. Yine de görülmeye değer olabilir. Dönüşünüzde köyün fırınından lezzetiyle ünlü ekmeğinden de alabilirsiniz. Marmaris yoluna girdiğinizde ulu okaliptüs ağaçlarının oluşturduğu yeşil tünelden geçip yola devam edeceksiniz. Marmaris?in en güzel denizi Turunç?tadır. En güzel dinlenecek yeri ise doğusundaki günlük ormanıdır. Orman içerisinde orman idaresinin koyduğu masalar ve oturacak yerler vardır. Tulumbalarından da buz gibi su akar. Suyu çok yakından emdiği için su çekerken zorlanılmaz. Marmaris?ten Datça?ya gitmemek olmaz. Yol boyunca harika manzaraları görmek için mutlaka Datça?ya gidilmelidir. Yol üzerinde adı İnsuyu olmasına rağmen Emel Sayın koyu ile anılan çok güzel bir koy vardır. Balıkaşıran?a vardığınızda bu ismin verilişinin nedenini merak edebilirsiniz. Datça yarımadasında yarım ada o kadar çok daralır ki, güya balık kuyruğunu çırpıp adanın öbür tarafındaki denize atlarmış. Bu nedenle oraya balık aşıran adı verilmiş. Datça?ya varmadan eski ilçe merkezi olan Reşadiye mahallesinden geçilir. Datça?nın en ünlü yapısı Kocakonak bu mahallededir. Mahallede tarihi değeri olan çok sayıda taş evler vardır. Datça ilçesini oluşturan üç mahalleden biri de Datça mahallesidir. O mahallede de tarihi taş evler vardır. Üçüncü mahallesi ise İskele mahallesidir. İskele?de hükümet konağı ve hastane inşa edildikten sonra Reşadiye?deki ilçe merkezi iskeleye taşınmış ve bu üç mahallenin toplamına Datça adı verilmiştir. Datça?nın sahilleri ve kumsalları çok güzeldir. En güzel kumsal ise Kargı koyundadır. Datça merkezindeki ve Kargı koyundaki havuzlarda kaynayan acı sular merkezindekinde bir, Kargı?daki havuzdan kaynayan acı sular beş değirmenin çarklarını çevirirdi. Datça Yarım adasında tam dokuz kere Knidos kurulmuştur. Dokuzuncusunun harabeleri yarım adanın bitimindeki burundadır. Diğer Knidos?ların kalıntıları çok azdır. Knidos?a giderken veya dönerken Mesudiye koyuna mutlaka uğranılmalıdır. Zira mutlaka görülmesi gereken bir güzelliğe sahiptir. Yarın da Fethiye?ye doğru. Özcan Nevres Gezelim Görelim 4 Marmaris?ten geçip Fethiye yoluna girildiğinde ilk durağımız doğa harikası Dalyan olmalıdır. Doğa harikası Dalyan için bir yakıştırma değildir. Gerçek bir doğa harikasıdır. Dalyan merkezinden İztuzu?na yirmi otuz yolcu taşıyan tekneler çalıştırılmaktadır. Bu teknelerle gidiş gelişlerin güzelliği doyumsuzdur. İztuzu?nun kumsalında yalınayak gezemezsiniz. Kumsal o denli sıcak ki ayaklarınız yanar. İztuzu ünlü karetta karetteraların yaşadığı ve ürediği kumsaldır: Deniz çok dalgalı olduğunda Köyceğiz gölünün uzantısı olan boğazda da yüzüle bilir. Köyceğiz gölünün Dalyan?a çok yakın olan sahilindeki çamur banyolarında çamur banyosu yapılabilir. Balık lokantalarında ünlü Dalyan balıklarından yiyebilirsiniz. Tarihi Kaunos harabelerini geze bilirsiniz. Dalyan dönüşünde Ortaca?yı geçer geçmez sağda Sarıgerme yolu vardır. Sarıgerme?ye vardığınızda harika bir manzara ile karşılaşacaksınız. Yemyeşil bir doğa ve pırıl pırıl bir deniz. Denizin içindeki minicik kayalıklarda yükselen yemyeşil çam ağaçları. Bu kayalıklarda çamların yaşam ortamı bulmasında tek bir neden var. Sahilde binlerce tatlı su kaynağı vardır. Tatlı su denizin tuzlu suyunu ötelediğinden kaynaklanmaktadır. Ve Fethiye?deyiz. Masmavi bir körfez, körfezi yeşil bir gerdanlık gibi saran yemyeşil bir orman. Doğusunda zirvesinde karların hiç eksik olmadığı karlarla Akdağ. Fethiye?nin güneyinde dağın yamacında kaya mezarları sanki Fethiye?ye gelenleri selamlıyorlar. Ufukta tarih hazinesi Kayaköy. Bir de dillere destan deniziyle, planör uçuşlarıyla Ölü deniz. Yolumuz Kalkan?a doğru devam ediyor. Dünyanın en düzenli akarsuyu olan Eşen çayının üzerindeki köprüyü geçince karşımıza Likyalıların baş devleti Ksantos çıkıyor. Sağ tarafta Likyalıların yazlık başkentine giden yola sapıyoruz. Kumların içine gömülmüş tarihi kalıntıların arasından geçerek sahile iniyoruz. Yedi renkli kumları olan otuz beş kilometre uzunluğundaki göz alabildiğine uzanan kumsal. Akdeniz?in dalgalarıyla sahile taşınan kumlarla dallarına kadar gömülmüş gövdesi görünmeyen ağaçlar. Bu güzellikleri gördükten sonra geri dönüp Kalkan?a doğru yola devam ediyoruz. Saklı kenti gezdikten sonra Kalkan?ı geçip sahil yolunda ilerlemeye devam ediyoruz. Sağda kayalardan oluşan iki küçük ada var. Yunanlılar bizim diye bayrak dikmişler ama Türkiye bu bayrakları söküp atmış. Aidiyeti belirsiz olduğundan adalarda artık bayrak yok. Kaş?a vardığımızda en dikkat çekici olan taş lahitler ve uzatsak elimizi yakalayacak kadar yakın olan Meis adası. Bu adayı görünce içimiz yanıyor. Bize iki buçuk mil uzaklıktaki bu ada niye bizim değil de bin mil uzaklıktaki Yunanistan?ın. Bu gün bir oylama yapılsa ada halkı mutlaka Türkiye?ye bağlanmak ister. Kaş?tan sonra yolculuğumuz Antalya?ya doğru sürüyor. Dağ yolundan gidecek olursak Ulupınar adındaki bir yerden geçeceğiz. Ulu ağaçların dallarından buz gibi sular akmakta. İsteyen bu ağaçların altında akan suların serinliğinde oğlak eti kavurması ve tandır ekmeğiyle karınlarını doyura bilirler. Antalya?ya varmadan Olimpus?a gidilebilir. Düden şelalesi gezile bilir. Ve Lara plajı Falezlerden seyredile bilir. Kumsalda denize girilebilir. Antalya?dan sonra yolumuzun üzerindeki Perge harabelerini mutlaka gezmeliyiz. Manavgat?taki Manavgat şelalesinin kenarındaki gazinolarda yemek yiyebiliriz. Finike?ye giderken yolun sağ tarafı kesintisiz kumsal. Deniz pırıl pırıl ve çok temiz. Finike kalesine çıkan yol çok virajlı ve oldukça dik. Kale dağın zirvesindedir. Finike ovasının neredeyse tamamını buradan göre bilirsiniz. Bunca güzelliği görüp yaşamış biri olarak ne işim var benim yurt dışında demekte haklı değil miyim? Özcan Nevres

Özcan Nevres 30.04.2014

Kuş Beyinlilere Ey kuş beyinliler!!! Siz Kurtuluş Savaşı Destanının nasıl yazıldığını biliyor musunuz? Bilseniz de bunu kabullenemezsiniz. Din bezirgânlığınız uğruna bilmezden gelirsiniz. Ve bu uğurdu en iğrenç ve inanılması güç iftiralara sarılırsınız. En son yediğiniz halt ise Kurtuluş Savaşımızın iki numaralı adamına vatan hainliğini yapıştırmaya çalışmanız oldu. İsmet İnönü Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk?ün Kurtuluş Savaşı girişimine başlamadan önce birçok işgalcinin boyunduruğu altına girmektense İngiltere?nin mandası olmayı savunmuştu. Zira o günler henüz albaydı. Peşine ordular takamazdı. Bu nedenle çaresizlik içindeydi. Daha sonra kurtuluş savaşı fikri oluşmaya başladı ve bir avuç vatan sever kahraman gizli toplantılara başladılar. Üsküdar?da bir evde yapılan toplantıda en önemli konu Mustafa Kemal?i nasıl ve ne yapıp Anadolu?ya göndermekti. Tartışma uzun sürer. Bir türlü bir karara varamazlar. O günlerde Askeri Erkan Dairesi Başkanı olan İsmet Bey (İNÖNÜ) masaya yumruğunu vurur ve tarihe mal olmuş olan şu sözleri söyler. Yollar çok mıntıkalar çok. Ne düşündüğünü soranlara yanıt vermez. Zira o söyleme dostuna, dostun söyler dostuna kuralını çok iyi bilmektedir. İsmet Bey, padişaha sunulacak olan atamalara Mustafa Kemal?in Üçüncü Orduya tayin kararnamesini de koyar. Padişah bu kararnameyi fark etmediğinden imzalar. Kısa bir süre sonra durum anlaşıldığından padişah İngilizlerden yardım ister. İngiliz savaş gemileri Karadeniz?e açılır ve tarihi bir hata yaparlar. Mustafa Kemal?in bindiği gemiyi açıklarda ararlar. Oysa gemi kaptanı zorda kalındığında Mustafa Kemal?i karaya çıkaracak filikayı hazır tutmaktadır. Bu nedenle mümkün olduğunca rotasını kıyıya yöneltmiştir. Samsun?a ayak bastıklarında İngiliz savaş gemileri limana yaklaşır ve Samsun?u top ateşine tutar. Samsunlular Mustafa Kemal?i karşılamaya hazırdılar. Savaş dışı kalmış olan bir topun bakımını yapmışlar, iş görür duruma getirip orman içine gizlemişlerdi. İngiliz gemilerinin top atışlarına bu top ile karşılık verilince gemiler geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Mustafa Kemal?in tarihi yolculuğu Samsundan başlar. İsmet Beyin oyunu açığa çıkınca başkanlık görevine son verilip pasif bir göreve atanır. İsmet Bey geceleri Anadolu?ya silah kaçırma işlerini organize ederken, bu defa daha pasif göreve atanır. Mareşal Fevzi Çakmak İsmet Beyi uyarır. İsmet kaç yoksa seni halledecekler der. İsmet Bey yanındaki iki korumasıyla sırtındaki asker kaputuyla yaya olarak çıktığı yolculuğa geceleri devam eder. Gündüzleri ise saklanırlar. İzmit?e vardıklarında bir eve konuk olurlar. Evde iki konuk daha vardır. İki konuk şüpheli davranışlarla gitmek istemelerinden kuşkulanan İsmet Bey adamlarına o iki kişiyi halletmeleri işaretini verir. Böylece o kişilerin kendilerini ihbar etmelerini önlemiş olurlar. Geceleri yapılan yaya yolculuk Eskişehir?e kadar devam eder. Kendilerini Ankara?ya getirecek olan trene binerler. Mustafa Kemal İsmet Beyi Ankara garında törenle karşılar. Savaş hazırlıkları başlarken Erkânı Harbiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) Mareşal Fevzi Çakmak?a önerilir. Fevzi Paşa ben o görev için yaşlıyım. Çetelerle b ir ordu oluşturmak çok zor. Bu nedenle bu göreve Garp Cephesi Komutanı İsmet?i öneririm der. İsmet Bey, Garp Cephesi Komutanlığı uhdesinde kalmak şartıyla generalliğe terfi ettirilerek Erkânı Harbiye Umumi Reisliğine de atanmış olur. Ey kuş beyinliler!!! İsmet İnönü vatan haini olmuş olsaydı bu görevlere atanır mıydı? Kelle koltukta dağınık çeteleri bir araya toplayıp düzenli bir ordu kurar mıydı? İsmet Bey askeri bir dehaydı. Alınması gereken kararları çok hızlı ve isabetli alırdı. Yunanlıların işgalci ordusuyla savaşırken Çerkez Etem isyanı patlak verdiğinde iki cephede savaşarak başarı kazanamayacağından bütün gücüyle Çerkez Etem?in peşine düşer. Çerkez Etem canını kurtarmak için çetesiyle birlikte Yunan ordusuna sığınmak zorunda kalır. İsmet Bey Yunan ordusunun işgalini durdurmak için İnönü?de mevzilenir. Mevzilendiği yer dar bir vadidir. Yunan ordusu yapmaması gereken bir hata yapar ve o dar vadiden saldırıya geçer. İlk saldırıda Yunan ordusu komutanınca Türk ordusu püskürtülmüştür. Kesin sonuca varmak için hızla ilerlemeye başlarlar. Vadinin yamaçlarında mevzilenmiş olan kahramanlarımız Yunan ordusunu arkadan kuşatarak ikmal yolunu keser ve Yunan ordusunu ağır bir yenilgiye uğratır. Türk Ordusunun ilk zaferini Mustafa Kemal bir telgrafla İsmet Beyin şahsında kutlar. Siz İnönü?de yalnız düşmanı değil, Türk milletinin makus kaderini de yendiniz der. Yunan ordusu toparlanma sürecinden sonra tekrar saldırıya geçer. Yine aynı hatayı yaparak İnönü vadisinde saldırıya geçer. Yunan ordusu bu hatası yüzünden yine ağır bir yenilgiye uğrar. Şimdi o kuş beyinlilere sormak gerekir. Bu savaşların kesin bir zaferle kazanılması mı vatan hainliği? İsmet paşa Kurtuluş Savaşı süresince kendisine verilen her görevi başarıyla yürütmüştür. Onu vatan hainliğiyle yaftalamaya çalışmaksa en büyük ahlaksızlıktır. Lozan zaferine çamur atanlara, karalamaya çalışanlara yer darlığı yüzünden daha sonraki yazımda yanıt verebileceğim. Özcan Nevres ozcan.nevres.com

Özcan Nevres 30.04.2014

Ekmek İsrafı Tutturmuşlar bir ekmek israfı diye ortalığı toz duman ediyorlar. Neymiş? Ekmeğin yüzde onu çöpe gidiyormuş. Bunu söyleyenlere sormak gerekir. Sokaklarda yaşayan, sokağa atılmış kedi ve köpeklerin yaşamaya hakları yok mu? Peki, bu sokak hayvanlarının yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini biliyorlar mı? Sahipsiz, sokağa atılmış evcil hayvanlar, bazı insanlarımız gibi yaşamlarını sürdürmek için gerekenleri çöpe atılanlardan sağlıyorlar. Sokak hayvanlarının tüketemediklerini ise yaban hayatının canlıları kalan atıklarla yaşamlarını sürdürüyorlar. Günlerce süren sert rüzgârlarda balıklar çok derine indikleri için balık avlayamayan martılar o günlerde beyaz bir bulut gibi çöplüklerin üzerini kaplarlar. Bulabildiklerini yiyip yaşama tutunmaya çalışırlar. Tüm bu yaşam ortaklarımız yaşamlarını çöpe atılan ekmeklerden yararlanarak sürdürmektedirler. Elbet de kimse emeğinin hakkıyla satın aldıklarını, ama zamanında tüketemedikleri için çöpe atılmasını istemez. Atmak zorunda kalıyorlarsa bunun da bir hikmeti var demekten başka elden bir şey gelmez. Bu ülkede çöpe giden ekmek devede kulak gibidir desem yanlış olur. Zira o kadar çok değerler heder ediliyor ki inanılır değil. Bunu düşünen her insanın kafası karışır. Ülkemizde en büyük israf enerjidedir. Özellikle sahillerde evlerde ışıl, ışıl yanmakta olan elektriklere bakın. Benzin istasyonları, fabrika girişleri hep bu israf kervanının katılımcılarıdır. Bu işin israf yönüdür. Bir de enerjinin üretimindeki israfa bakalım. Küçük bir örnek ile başlayacağım. 1972 yılında Antalya?nın Kaş ilçesinde, ilçenin tek sahil çay bahçesinde bahçenin sahibi Ali beyle sohbet ediyordum. Konu Kaş?taki yetersiz elektrik üretimiydi. Konuyu Ulus gazetesinde dile getirmiştim. Haberimde geceleri karanlığa teslim olan Kaş?ın karşısındaki Meis adasında sokak lambaları sabaha kadar yandığından ada gece boyu hep aydınlık oluyor. Bu bizim için acı ve utandırıcı bir durum demiştim. Tam o sırada Bond çantalı iki kişi gelip yanımızdaki masaya oturdu. O yıllarda Kaş?a çok gelen olmazdı. Gelenlere yakınlık gösterdik. Meğer adamlar Kaş?ın elektrik sorununu çözmek için görevlendirilmiş teknik elemanlarmış. Kaş?ın durumunu incelediklerini ve bu sorunu çözecek kaynağı bulduklarını söylediler. Kaş?ın şehir suyu iki bin metre yükseklikten geliyor. O suyun çevireceği türbin ile otuz beş KW (kilovat) elektrik üretilebileceğini, bunun da Kaş?ın sokaklarını aydınlatmaya yeterli olacağını söylediler. Söylediler ama Kaş bir süre sonra ulusal elektrik dağıtımına dahil olunca proje unutuldu gitti. Şimdi basit bir hesap yapalım. Eğer bu üretim o yıl gerçekleştirilmiş olsaydı günde ortalama bin kilovat elektrik üretecekti. Ayda 30 000, yılda 365.000KW saat, o günden bu yana geçen kırk bir yılda ise yine ortalama olarak 14.000.000 KW (on dört milyon KW) elektrik üretmiş olacaktı. Üstelik tek kuruşluk üretim masrafı olmadan. Eşen çayını bilenler vardır. Akdağ?ın zirvesinden doğar ve Likyalıların baş devleti Ksantos?un yanı başından geçerken o verimli ovaya da hayat verir. Bu Eşen çayının çok önemli bir özelliği vardır. Suyu yaz ve kış düzenli akan dünyadaki ender akarsularından biridir. Buna rağmen öylece akar gider. Bu düzenli akışından yararlanılmak hiçbir zaman düşünülmemiştir. Halk arasında bir tekerleme vardır. Bir alman bir akarsuyun kenarında durmuş ve köylülere sormuş. Bu su hep böyle akar? Evet, akar demişler. Siz de buna öküz gibi bakar demiş. Bir Alman?ın böyle bir söylemeyeceği kesin ama buna rağmen halk arasında bir tekerleme olmayı sürdürüyor. Bilek kalınlığındaki bir sudan elektrik üretimi kaybımız kırk bir yılda sekiz milyon kilovat saat ise ülke genelindeki on binlerce akarsularımızdaki elektrik üretim kaybımızı bırakalım da konunun uzmanları hesaplasınlar. Datça?ya ailece ilk gittiğimizde bir arkadaşım sandalıyla bizi Kargı koyuna götürmüştü. Küçük oğlumla bir gün önce az deniz tartışması yapmıştık. Ona çeşmeleri açık bırakacağım. Sana yüzebileceğin az deniz (sığ) hiç kalmayacak demiştim. Bana çok kızmıştı. Çok yemek yiyeceğim. Kapı kadar kocaman olduğumda seni kaldırıp dolu denize atacağım. Boğul öl demişti. Henüz üç yaşındaydı. Kargı koyuna vardığımızda gürül, gürül akmakta olan suyu gördüğünde heyecanla bağırmıştı. Deniz buradan doluyor işte demişti. Bu suyun kaynağı yaklaşık iki yüz metre içerideydi. Rumlar suyun kaynadığı yere bir havuz yapıp suya debi kazandırmışlardı. Bu suyun debisinden yararlanarak tam beş adet değirmen taşı çalıştırmışlardı. Her taşa yirmi kilovat elektrik gerektiğini hesap edecek olursak bu suda en az saatte yüz kilovat elektrik üretile bilirdi. Böyle bir su Datça?nın içinde de var. O su da bir değirmen çalıştırıyordu. O iki su Rumlar gittiğinden beri hiçbir işe yaramadan denize akıp gidiyor. Değirmenler harap olmuş durumda. Ülkemizde bu sular gibi on binlerce su kaynakları var. Tüm bu sulardan baraj yapımına gerek kalmadan düşük debili elektrik üreteçleriyle Türkiye elektriğe gark olur. Üstelik olabildiğince az masraflı olarak. Elektrik üretiminde yararlanabileceğimiz yalnızca akarsularımız mı? Dünyanın en çok rüzgâr alan ülkelerin başındayız. Hepimizin gözlemlediği gibi yerden mantar biter gibi rüzgâr tribünleri dev kanatlarıyla göğe yükseliyorlar. Rüzgârın gücü ülkemizde yıllardan beri bilindiği halde yeni keşfedilmiş gibi. Oysa Durmuş Yaşar?ın Urla?daki tatil köyünde elli yıldan beri tesisin elektrik gereksiniminin üçte biri rüzgâr enerjisinden sağlanılıyor. İş adamları Çeşme?de onlarca rüzgâr tribünleri kurdurmuştu. Ürettikleri elektrik ulusal elektrik ağına bağlanmasına izin verilmediği için onca masrafa rağmen atıl olarak kalmıştı. Bunun üzerine İzmirli iş adamları başımızın üzerinden her gün yüz bin dolarlık enerji uçup gidiyor ama biz ondan yararlanamıyoruz demişlerdi. Eğer gerçek anlamda israf aranıyorsa israf edilen ekmeklerimiz değil. Zira öpe atlan ekmekler sonuçta bir işe yarıyor. Boşa giden boşu boşuna akan sularımız ve uçup giden rüzgârlarımızdır. Yetkililer önce bunca israfı önlesinler. Sokak hayvanlarının ve yaban hayatının geçim kaynağı olan ekmek israfına gözlerini dikmesinler. Özcan Nevres ozcan.nevres@gmail.com

Özcan Nevres 10.07.2013

Değerli okuyucularım, Bu gün sizinle bana gelen ve çok önemli olduğuna inandığım bir maili paylaşacağım. Maili geldiği şekilde paylaşmak isterdim ama büyük harflerle yazılmış olduğu için çok yer kaplayacağından her zaman kullandığım on iki puntoluk harflerle yayınlayacağım. Yazının başlığı aynen aşağıdaki gibidir. İstanbul Kanalı İle Türkiye?nin Toprakları Satılıyor. Karadeniz?den gelen petrol tankerleri de hikâye. Trakya?nın altı petrol ve doğalgaz kaynıyor. Yap işlet devret modeli ile kanal projesini alan firma tüm Trakya?ya hakim olacak. Herkes topraklarını satacak. Trakya?nın Asya ile bağlantısını kesecekler. Bu proje emperyalistlerin Trakya?yı Türkiye?den koparma projesidir. Herkes aklını başına toplasın. Aynı oyun mayınlı arazide yapılmak istendi. Şimdi İstanbul kanalı ile Türk milletinin elinden Trakya alınacak. Yabancılara kırk dokuz yıllığına devredilecek. Uyanmanın vakti geldi. Türk ordusunu da bak havada kuş var diye başka yöne yönlendirdiler. Onlar PKK ile uğraşırken Türkiye toprakları elden çıkarılacak. 49 yıllığına verilecek. Kıbrıs?da İngiltere?ye 49 yıllığına verilmişti. Hala problem yaşanıyor. Aynı yöntemle alınmıştı. Asıl değeri dokuz trilyon dolar bor madenimiz, DİKKAT dokuz milyon veya dokuz milyar değil dokuz trilyon dolar. ABD sadece kırk milyon dolara kapatacak. Yazıklar olsun. KAPTIRANA, VERENE, SUSUP SEYREDENE Altı üstü bir e- posta göndermekle bu iş olmaz diye düşünmeyin lütfen. Vatanını seven herkese gönderelim. Hepinizin bildiği gibi ETİBANK özelleştirilecek. Ve alıcısı ABD. Ve Bor madenleri Etibank bünyesinde. Konulan fiyat 40 milyon dolar. Lütfen bir daha okuyun ve lütfen herkese iletin. Yaşadığın dünyayı sorgulayamıyorsan bari ülkeni sorgula. ÖNEMLİ: Borla çalışan araba üretildi. Maliyeti 200 lira olan bir kilogram bor ile 19000 kilometre yol yapılabiliyor. (1100 Kg oto sabit hızla 100 Km süratle giderse) Bu demek oluyor ki petrole son. Tam tersine batılı ülkeler bor işletmeciliğinin kansere yol açtığını iddia ederek bor madeninden soğutma çabası içindeler. Oysa bu mucize maden kanser tedavisinde kullanılmaktadır. Türkiye kıskaçta. Arabayı bor madeniyle çalıştıracak patenli 600 proje olduğu ortaya çıktı. Türkiye bor rezervinin % 73 üne sahip ve geleceğin Dumai?sidir. Ve uluslar arası teröristler Türkiye uyanmadan bu kaynağı ele geçirmeyi planlıyor. Bu e-postayı çoklu yollayarak en azından bir toplum bilinci oluşmasına yardım edebiliriz. TMMOB ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ. Değerli okuyucularım, her gelen mDünya bor rezervlerinin yüzde 70?inden fazlasına sahip olan Türkiye?de, bor üzerine tamamlanan ve devam eden projelerin çıtası, borla çalışan otomobilin test edilmesiyle yükseldi. Toplam 334 proje başvurusu yapılan ve 101?i tamamlanan borun kullanım çalışmalarında, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün?ün borhidrür ile çalışan aracın test sürüşünü gerçekleştirmesi, yerli otomobil üretiminin tartışıldığı bugünlerde heyecana neden oldu. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ve Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü bünyesinde yürütülen proje kapsamında Sodyum Borhidrürlü Yakıt Pilli aracı test etti. Sodyum Borhidrür Yakıt Pilli Araç projesi 2009 yılı aralık ayında Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü (BOREN) desteğiyle TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi?nde (MAM) başladı. Proje kapsamında araç üzerine entegre borhidrürden hidrojen üreten sistem geliştirildi ve yine araç üzerinde bulunan yakıt piline beslenerek aracı sürmek için gerekli enerji üretildi. AA muhabirinin borla çalışan araca ilişkin sorularını yanıtlayan Ergün, Türkiye?nin 2023 vizyonu çerçevesindeki en önemli hedeflerinden birinin, küresel çapta markalar oluşturmak olduğuna işaret etti. Ergün, bu hedef doğrultusunda Bakanlık olarak otomotiv sektörüne yönelik çalışmaların başında, yerli bir otomobil markası oluşturmak geldiğini hatırlatarak, içten yanmalı motor teknolojileriyle birlikte, yeni nesil teknolojilere, bu alandaki çalışmalara da ayrı bir önem verdiklerini söyledi. aile inanmak yanılmaya neden olabilir. Bu nedenle konu ile ilgi bir araştırma yapmayı gerekli gördüm. İşte bu maili tam olarak doğrulayan çok önemli bilgiler. Hem de bakan ağzından. Dünya bor rezervlerinin yüzde 70?inden fazlasına sahip olan Türkiye?de, bor üzerine tamamlanan ve devam eden projelerin çıtası, borla çalışan otomobilin test edilmesiyle yükseldi. Toplam 334 proje başvurusu yapılan ve 101?i tamamlanan borun kullanım çalışmalarında, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün?ün borhidrür ile çalışan aracın test sürüşünü gerçekleştirmesi, yerli otomobil üretiminin tartışıldığı bugünlerde heyecana neden oldu. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ve Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü bünyesinde yürütülen proje kapsamında Sodyum Borhidrürlü Yakıt Pilli aracı test etti. Sodyum Borhidrür Yakıt Pilli Araç projesi 2009 yılı aralık ayında Ulusal Bor Araştırma Enstitüsü (BOREN) desteğiyle TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi?nde (MAM) başladı. Proje kapsamında araç üzerine entegre borhidrürden hidrojen üreten sistem geliştirildi ve yine araç üzerinde bulunan yakıt piline beslenerek aracı sürmek için gerekli enerji üretildi. AA muhabirinin borla çalışan araca ilişkin sorularını yanıtlayan Ergün, Türkiye?nin 2023 vizyonu çerçevesindeki en önemli hedeflerinden birinin, küresel çapta markalar oluşturmak olduğuna işaret etti. Ergün, bu hedef doğrultusunda Bakanlık olarak otomotiv sektörüne yönelik çalışmaların başında, yerli bir otomobil markası oluşturmak geldiğini hatırlatarak, içten yanmalı motor teknolojileriyle birlikte, yeni nesil teknolojilere, bu alandaki çalışmalara da ayrı bir önem verdiklerini söyledi. Değerli okuyucularım, geleceğimizin garantisi olan tüm madenlerimize sahip çıkalım ve tüm çabamızla satmak isteyenlere karşı çıkalım. Muğla?da yaşadığım yıllarda maden mühendisi bir arkadaşım şöyle demişti. Türkiye krom madenini dış ülkelere yok pahasına satmadığı gün dünya silah sanayisi durur. Hiçbir üretim yapamazlar. Ne yazık ki bu madeni ham olarak satıyoruz. İşleyerek satabilsek Türkiye zengin olur. Günlük (Milas) limanında zımpara madeni yüklemekte olan gemileri gösteren kılavuz kaptan, her hafta gemilerle zımpara madeni gönderiyoruz. İşin garibi bir gemi zımpara madeni karşılığında bir kasa zımpara alabiliyoruz. Madenlerimize yazık oluyor demişti. Ne yazık ki yıllardan beri krom, zımpara medeni ve daha birçok madenimiz yok pahasına satılmaya devam edilmektedir. İnşallah bor madenimizin değerini bilip yok pahasına elden çıkarmayız. Özcan Nevres ozcan.nevres@gmail.com

Özcan Nevres 02.07.2013

Büyüyen Türkiye Yerel seçimlere bir hayli yaklaştığımızdan olsa gerek iktidar yanlısı Büyüyen Türkiye adlı bir site kurulmuş. Bu sitede yazılanlara göre Türkiye o denli hızla büyüyormuş ki dur, durak bilmiyormuş. Bu siteye göre muhteşem demir yolları ve duble yollar yapılıyormuş. Siteye bir soru attım. Şu sizin duble yollarınız var olan yolları ikiye bölüp duble yaptığınız yollar mı dedim. Halen bir yanıt yok. Bu site bir fotoğraf yayınlamış. Fotoğrafta çıplak kayalıklar var. Fotoğraf altında işte Türkiye?nin enerji sorununu çözecek olan çok önemli buluş diyor. Güya bu kayalarda oluşan sıcaklıktan yararlanılarak termik santraller kurularak ülkemizin tüm gereksinimini karşılayacak elektrik üretilecekmiş. Ne buluş ama değil mi? Siteye yine bir soru yönelttim. Bu ülkede o kadar çok termal kaynaklar var ki, buna rağmen halen hiç birinden yararlanılamıyor. Ona da halen her hangi bir yanıt yok. Gelelim kayaların ısısından elde edilecek olan elektriğe? Olacak iş değil ama hadi oldu kabul edelim. Böyle bir işe uygun olabilecek iki yer biliyorum. Mutlaka çok daha fazlası vardır ama benim bildiğim bu kadar. Biri Manisa?daki Sipil dağı. Diğeri ise Menemen?deki Yamanlar dağ silsilesini oluşturan dağın zirvesindeki Beydağ. Bunların zirvesine çıkılıp nasıl termik santral kurulur bilemem. Hadi onu da aştılar ve santralleri kurdular. Bu santraller sayesinde yaz aylarında bol, bol elektrik ürettiler. Kullanıcılara da ucuz, ucuz sattılar. Peki, kış aylarında ne olacak? Evlerde ve iş yerlerinde kullanılan elektrik akımı alternatif akımdır. Çok eskiden evlerde doğru akım kullanılıyordu ama alternatif akım kadar çok yönlü kullanılamadığı için ev ve iş yerlerinde kullanılmaz oldu. Günümüzde yalnızca tramvaylarda, troleybüslerde kullanılmaktadır. Alternatif elektrik depolanamaz. Depolanması için nabazanlı akıma çevrilmesi gerekir. Depolandıktan sonra bu defa tekrar alternatif akıma çevrilerek kullanılması gerekir. Depolanması da, çevrilmesi de oldukça pahalı sistemlerdir. Atmış amperlik bir akünün en az yüz lira olduğunu ve bu iş içinde yüz binlerce amperlik akü kullanılması gerektiğini göz önüne aldığımızda kayalardan elde edilecek elektriğin hayal olmaktan öteye geçemeyeceğini kolayca anlarız. Bu iş için gerekecek olan çeviricilerin de çok pahalı olduğunu gözden ırak tutmamak gerekir. Üstelik akü ömrü de ortalama dört beş yıldır. Bu iddiayı ortaya atanlar rüzgâr enerjisinin neye çok pahalıya mal olduğunu bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa öğrensinler. Kullanıcıya düzenli elektrik verebilmek için üretilen elektriğin depolanması gerekmektedir. Depolamak ise en pahalı sistemdir. Oysa termal kaynaklarından çok daha düşük maliyetle, üstelik depolemeye gerek olmadan elektrik üretimi yapılabilir. Bir ülke ekonomisinin büyümesi için hayal kurmak hiçbir zaman geçerli olamaz. Ekonominin büyümesi için üretim gerekir ÜRETİM. Oysa ülkemizi yönetenler işin kolayına kaçmışlar. İthal kapılarını sonuna kadar açmışlar. Ne satıyorsanız kabulüm diyorlar. Bu yüzden dış satım ile dış alımın arasındaki makas olabildiğince açılmış. Üstelik bu dış alımlar ülkemize bolca giren sıcak para sayesinde oluyor. Bu günlerde ise sıcak para kaçış yarışına girmiş bulunuyor. Bu gidişle geçmişte yaşadığımız döviz yokluğuyla tekrar karşılaşacağız. Ülkemizde bolca üretilmesi mümkün olan fasulye ile nohut fiyatlarının altı lirayı aşmış olması, gelmekte olan tehlikenin habercisi değil mi? Yakında Demokrat Partinin son döneminde olduğu gibi her yerde oy fasulyem yedi buçuk lira. Hem oynasın, hem kaynasın türküsü söylenmeye başlarsa hiç şaşmam. Bazı ürünler vardır. Fiyatını düşürmek için boykot edebiliriz. Oysa et, ekmek, fasulye ve nohut temel gıdalarımızdandır. Bunları boykot edemeyiz. Bu nedenle fiyatı ne kadar yükselirse yükselsin almak zorundayız. İşçi, memur ve emekli aylıkları yerinde sayarken temel gıda ürünlerinde fiyatların uçmuş olması tüketicilerin sağlıksız yaşamalarına neden olacaktır. Özcan Nevres ozcan.nevres@gmail.com

Özcan Nevres 01.07.2013

Sayfa:1234567...51» Posted on Haziran 14, 2013 by Özcan Nevres Reply Can Nevres?in takdir belgesi Posted in Fotoğraflarım | Leave a reply Edit Türkiye Büyüyormuş Ve Kıskanılıyormuş Posted on Haziran 12, 2013 by Özcan Nevres Reply Türkiye Büyüyormuş Ve Kıskanılıyormuş Türkiye büyüyormuş ve kıskanılıyormuş. Sayın Başbakan ne kadar da doğru söylüyor. Türkiye gerçekten büyüyor ama ekonomisiyle değil. İç ve dış borçlarıyla, dış ticaret açığıyla çok hızlı büyüyor. Büyüme ne lafla, ne de hayal ile gerçekleşmez. Büyüme ancak üretim ile olur. Son yaşanan olaylardan sonra ülkemize paralarını yatırmış olanlar paralarını çekmeye başlamışlar. Eğer bu çekiş sürekli olursa çok büyüdü dedikleri ekonomimiz dibe vuracaktır. Sayın Başbakan bu yüzden faizcilere çatıyor. Oysa faize yatırılan para yatıranındır. İstediği zaman parasını çekip gidebilir. Kimsenin paranızı çekemezsin demeye hakkı yoktur. Türkiye zaman, zaman çok büyük döviz sıkıntıları yaşamıştır. Döviz yokluğundan yabancı ülkelerdeki elçiliklerimizin çalışanlarının maaşları bile ödenememişti. Dövizsizlikten yaşanan akaryakıt yokluğunda o yılların başbakanı Sayın Süleyman Demirel?in şu sözleri tarihe mal olmuştur. Benzin vardı da biz mi içtik? Demokrat Partinin iktidarıyla başlayan hazırcılık halen sürmektedir. Özellikle AKP iktidarıyla birlikte alış veriş merkezlerinin rafları ithal ürünlerle doldurulmuştur. Gerektiği şekilde üretim yapıla bilmiş olsaydı, o raflarda ithal ürünler değil, kendi üretimimiz olan ürünler yerlerini alırlardı. İlkokulda okuduğum yıllarda her yıl yerli malı haftası yapılırdı. Öz üretimimizle bu etkinliğe katılırdık. Yabancı ülkelere şirin görünme amacıyla olsa gerek bu yerli üretimin gerekliliğini öğreten haftalara son verilmişti. Geçmişte en önemli ihraç ürünlerimiz tahıl ürünleriydi. Yıllardan beri tahıl ürünleri ithal eden bir ülke olduk. Yakın zamana kadar kendi kendine yetebilen on dört ülkeden biriydik. Şimdilerde ise tahıl ürünleri ithal eden ülke olduk. Üretimin yeterli düzeye çıkarılması için üreticilerin yeteri kadar desteklenmesi ve üreticilere ucuz akaryakıt ve suni gübre sağlanmalıdır. Çiftçilerimiz tarımdan yeteri kadar para kazanamadıkları için arazilerini nadasa bırakamamaktadır. Bu yüzden tarım alanları olabildiğince zayıflamış olduğundan suni gübre desteği olmadan yeterli üretim yapılamamaktadır. Geçtiğimiz günlerde buğday taban fiyatı açıklandı. Açıklanan rakam yetmiş kuruştur. Eskiden dekar başına altı, yedi yüz kilo buğday alınabilirken şimdilerde dört yüz kilo alabilen kendisini çok şanslı sayıyor. Bu fiyata göre üretimin ortalama dört yüz kilo olduğunu hesap ettiğimizde çiftçinin eline geçen para iki yüz seksen lira olacaktır. Eskiden tarlalar sürülür, tohum atılırdı. Tohum atıldıktan sonra başaklar olgunlaşıncaya kadar tarlaya gidilmezdi. Ne zirai ilaç bilinirdi ne de suni gübre. Tarlayı sürme ve tohum masraflarından başka masraf olmadığından tahıl ürünleri iyi kötü para kazandırırdı. Oysa günümüzde tarım ürünlerinin o kadar çok masrafı var ki, altından kalka bilmek olası değil. Ürünün hasatına kadar tarlalarda suni gübre, zirai ilaçlar ve ot ilaçları kullanmak zorunludur. Zirai ilaçların fiyatları ise el yakıcıdır. Bir de taralsı icar ise vay o çiftçinin haline. Dünyada birçok ülke açlık yaşamaktadır. Türkiye için de açlık zilleri çalmaktadır. İleride döviz sıkıntısı yaşana bilir.İthalat yapılamayacağından açlık kapımıza dayanacaktır. Böyle bir durumla karşılaşmamak için mutlaka üretim programı yapılmalıdır. Plansız üretimlerde ürün bol olduğunda ürün elde kalmakta ve para kazandırmamaktadır. Az olduğunda ise ürünlerin fiyatı çok yükseldiğinden en büyük zararı tüketiciler çekmektedirler. Bu nedenle üreticilere verilecek destek ile birlikte üretim programı da yapılmalıdır. Düzenli üretim sayesinde ülkemiz dış alımlara zorunlu olmayacaktır. Açlık sorunlarıyla karşılaşmayacaktır. Özcan Nevres ozcan.nevres@gmail.com Posted in Yazılarım | Leave a reply Edit Yalandan Kim Ölmüş ki Posted on Haziran 11, 2013 by Özcan Nevres Reply Yalandan Kim Ölmüş ki Yalancının mumu yatsıya kadar yanar derler ama başarısızlıklar perçinlendikçe yalana dört elle sarılmaya başladılar. Güya türbanlılar saldırıya uğramışlar. O halde biz de soralım ve bir anımsatmakta bulunayım. Türbanlılar ne zaman ve nerede saldırıya uğramışlar. Ben bu güne kadar böyle bir saldırı duymadım. Oysa Kadayıfçı Erbakan partisiyle hükümete ortak olduğunda İstanbul?da birçok kızımız yobazlar tarafından minibüslerden zorla indirildiler. Neyse ki ordumuzdan gelen sert tepkiyle sinmek zorunda kalmışlardı. Gelelim camiye bira şişesiyle girdiler iftirasına. Caminin bizzat imamı tarafından bu sav yalanlanmaktadır. Devlet yönetiminde yalanlara kesinlikle itibar edilmemelidir. Geldiğimiz bu son noktada Sayın Başbakan bu büyük tepkileri göstermekte olanlarla yapılacak en doğru olan göstericilerle diyalog kurmasıdır. Başbakanın takındığı sert tutum göstericilerin de sertleşmesine neden olacaktır. Böyle bir durum bir iç savaşa bile neden olabilir. Bu son noktada sağduyulu davranmaktan başka bir umar yoktur. Sağduyulu davranışın ilk adımı başbakandan gelmelidir. Fatih ormanından on dört bin ağaç kesilerek kazanılacak olan alan imara açılacakmış. Yani ağaçlar betonlaşmaya kurban edilecek. Sayın başbakan bu ayıbın üzerini örtmek için biz on yılda üç milyar ağaç diktik diyor. Yılda üç milyon ağaç dikilmesi olası değil ama biz yine de ü.soralım. Siz bu üç milyar ağacı nerelere ve ne zaman diktirdiniz. Bana göre bu söylem tamamen hayal ürünü. Zira yıllardan beri hiçbir yerde ağaç dikme kampanyasıyla karşılaşmadım. Dünyanın akciğerleri olarak Amazon ormanları kabul edilir. Ne yazık ki Amazon ormanları giderek küçülmektedir. Nedeni ise artan nüfusun gereksinimi olan tarım alanlarının karşılanması için ağaç katliamının yoğun olarak sürmesidir. Bu durumda yapılması gereken tüm dünya ülkelerince sahip oldukları orman alanlarını arttırmalarıdır. Ne yazık ki ülkemizde bunun aksi yapılmaktadır. İnşaat yapılacak başka alan kalmamış gibi gözlerin Fatih ormanına dikilmiş olması anlaşılacak bir olgu değil. Menemen?de belediye başkanlığına aday olduğumda seçilecek olursam tarıma elverişli olan alanların bir karışına bile inşaat izni vermem demiştim ve inşaat alanı olarak Menemen?in sırtını dayadığı tepeleri göstermiştim. Bir inşaat mühendisinin anlattığına göre bu adam delirmiş mi, o tepelerde inşaat yapılır mı diye yüzüme tuhaf, tuhaf bakmışlardı. Bu gün aynı mühendisler o tepelerde boş bir alan bulup satın alsak da inşaatlarımızı ortada sürdürsek diyorlar. Koskoca İstanbul?da konut yapmaya elverişli yer kalmamış da kala, kala Fatih ormanı mı kalmış? Terk edilmiş taş ocakları ne güne duruyor? Yoksa oraları büyük rant elde etmeye elverişli değil mi? Tarım arazilerini imara açmak cinayettir. Ormanları katledip imara açmak ise daha büyük bir cinayettir. Kaldı ki İstanbul on beş milyon nüfuslu bir mega kent olmuş. Bu nedenle İstanbul?da imar alanlarına kısıtlama getirilmesi gerekir. Özcan nevres ozcan.nevres@gmail.com Posted in Yazılarım | Leave a reply Edit İKİ AYYAŞ Posted on Haziran 9, 2013 by Özcan Nevres Reply İki Ayyaş Kim bu iki ayyaş? Sayın Başbakanın kimleri ast ettiğini anlamamak için sırılsıklam aptal olmak gerekir. İslam dininde bir insana iftira etmek en büyük günahlardan biridir. Kastettiği iki kişiden biri Atatürk, diğeri Milli Şef İsmet İnönü?dür. Oysa İsmet İnönü yaşamı süresince içki kullanmamıştır. Kullananlara da karışmamıştır. İsmet İnönü?yü ayyaşlıkla suçlayanlar yakın tarihimizi bilmiyor demektir. Gerçi Arapçada ayyaşın alamı yiyen içen demektir ama bu sözlerde alkoliklik kastedilmiştir. İsmet İnönü alkol kullanmadığı gibi alkol kullanılan bir toplantıda ülke sorunlarının konuşulmasını asla kabul etmez. Son dönemde Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile arasının bozulmasına da bu kuralı neden olmuştur. İçkili bir toplantıda Mustafa Kemal İnönü?ye şu bizim Hatay sorunu ne oldu diye sorar. İnönü sert bir çıkış yapar ve memleket meseleleri işret masalarında konuşulmaz der. Atatürk çok kızar ve başbakanlıktan istifa etmesini önerir. İnönü istifa eder ve yerine Celal Bayar başbakan olur. Atatürk daha sonra pişman olur ve gönlünü almak istese de İnönü araya koyduğu mesafeyi hiç bozmamıştır.. Hem de Atatürk?ün çocuklarına ömür boyu maaş bağlatmasına rağmen. Atatürk?ü ve İnönü?yü sevmeyenler bu olaydan kendilerine pay çıkarmışlardır. Bu konuda birçok yalanlar uydurmuşlardır. Güya Atatürk İnönü?nün öldürülmesini emretmiş ama İnönü?yü sevenler emri uygulamamışlar. Bir koyunun kanına buladıkları gömleğine emrinin uygulandıklarının kanıtı olarak Atatürk?e göstermişler. Yersen tabi. Atatürk ile İnönü adeta bir bütündüler. İkisi birbirlerinin eksiklerini tamamlamışlardır. Atatürk gözü kara ani karar veren bir komutandı. İnönü ise her şeyi ince eleyip dokuyan biriydi. Bu nedenle de İnönü zor günlerin adamıydı. Bu yüzden İnönü henüz albay iken generalliğe terfi ettirilerek Garp Cephesi Komutanı ve Erkanı-harbiye Umum Reisi yapılmıştır.(Bu günkü genel kurmay başkanlığı) Atatürk ve İnönü çağdaş ve devrimci bir karaktere sahip oldukları için gericeler tarafından hiç sevilmemişlerdir. Bu yüzden İnönü?yü hep başarısızlıklarla suçlayıp karalamaya çalışmışlardır. İnönü askeri bir deha olduğu gibi çok büyük bir siyaset adamıydı. Büyük Millet Meclisi o nedenle onu Lozan görüşmelerinde baş delegelikle görevlendirmişti. İsmet İnönü?yü Türkiye?yi İkinci Dünya Savaşına sokmadığı için, çirkin politikacılar onu korkaklıkla itham etmişlerdi. Oysa o savaşa girmiş olsaydık savaşın galipleri tarafından parçalanır ve Türkiye Cumhuriyeti tarih sayfalarından silinirdi. İnönü Demokrat Partili sözcüler tarafından o kadar saçma sapan şeylerle itham edilmişti ki, insan olanların bunu nasıl söyleyebildiklerine şaşmamak elde değildir. En büyük yalanlardan biri onun ülkesini aç bıraktığıydı. Gerekçesi ise ekmeğin karneye bağlanmasıydı. O yıllarda ekmek tam kiloydu. Yetişkinlere yarım kilo, çocuklara ise iki yüz elli gram ekmek verilirdi. Yani bu günlerdeki ekmek gramajına göre (250 gram) yetişkinlere iki ekmek çocuklara ise bir ekmek veriliyordu. Biz üç kişi günde iki ekmek tüketemediğimize göre kişi başına iki ekmekle aç bırakılmaktan söz edile bilir mi? Bir de ibadethanelerin askeri amaçla kullanılışı var. ( Camiler ve kiliseler ) Daha alt yapısı tamamlanamamış bir orduda savaş nedeniyle dört kura askere alınırsa onca asker ve mühimmatı nerede ve nasıl korunacaktı? Bir de İnönü on iki adalar için çok eleştirilir. İtalyanlar adalardan çekilirken güya Türkiye?ye biz adalardan çekiliyoruz. Gelin adaları alın sizin olsun demişler. Eğer Türkiye İtalyanların çekilişini fırsat bilip on iki adaya el koymaya kalkışmış olsaydı İkinci Dünya Savaşına fiilen katılmış olacaktı. Bunun sonucunun ne olacağını görmemek için koyu bir cehaletin içinde olmak gerekir. Adalar için son kararı savaşın galipleri vermişlerdir. Yunanlılar Alman ordusuna karşı hiç direnmedikleri halde adalar Yunanlılara savaş tazminatı olarak verilmiştir. Oysa Türkiye Alman ordularına en büyük direnişi gösteren ülkedir. Almanlara hudutlarımıza kırk kilometreden fazla yaklaşırsanız bunu savaş ilanı olarak kabul ederim diye restini çekmişti. Almanlar bu resti görmüşler ve hiçbir şekilde bu sınırı ihlal etmemişlerdi. İkinci Dünya Savaşı süresince Türkiye, Türkiye?yi felakete sürükleyecek olan bu savaşa girmemek için iki tarafında bize katıl çağrılarına boyun eğmemiştir. Almanlara katılmış olsaydı yenilmiş sayılacaktı. Müttefikler safında katılmış olsaydı, talep gereği Rusya Türkiye?ye girecekti. Çıkacaklarına dair hiçbir garanti yoktu. Türkiye Balkan ülkelerinin durumuna düşecekti. Atatürk dünyanın saydığı bir liderdir, kahramandır. İsmet İnönü?de yaşamı boyunca ülkesine büyük hizmetler vermiş bir askeri deha ve siyaset adamıdır. İkisi de şer ile değil hayırla ve saygıyla anılmalıdır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 16.06.2013

Vah Öğretmenim Vah İzmir Karabağlar?da bir öğretmen hanım, sınıfa geç giren öğrenciden müdürden geç kalma belgesi almasını istediği için bıçaklanarak öldürüldü. Ne yazık ki öğretmen öldürüldüğüyle kalacak. Diğer bir deyimle kanı yerde kalacak. Zira bu elim cinayeti işleyen on beş yaşında bir çocuk. Olay bir kız kaçırma olayı olsaydı, kaçıranın kemik yapısına, boyuna bosuna bakılıp ceza alması önlenirdi. Bu cinayette o kural işlemez. Boyuna bosuna, kemik yaşına bakılmaksızın çocuk diye yargılanacaktır. Bu nedenle de çok az bir ceza alacaktır. İki üç yıl sonra salınacaktır. Yıllar önce bir öğretmen ve annesi tinerciler tarafından kaçırılarak tecavüz edilmişti. Tinerciler tecavüz ile yetinmemişler, anne ve kızı bıçaklayarak öldü diye bırakmışlardı. Anne olaydan ağır yaralarla kurtulmuştu. Uzun süren bir tedaviden sonra yaşama tutunabilmişti. Yaşama tutundu da ne oldu? Ne uğradığı tecavüzü ve canavarca bıçaklanışını, ne de kızının acı ölümünü unutabilecek mi? Cinayet ve tecavüz olayının tatbikatı yapılırken tinerciler kalabalık bir grup tarafından linç edilmek istenmişti ama polis güçlükle tinercileri linç edilmekten korumuştu. Yargılandılar ve ceza aldılar da ne oldu? Çok değil iki yıl sonra Rahşan Hanım affıyla salınıverildiler. Nasıl bir Türkiye?de yaşıyoruz? İnsanlar artık can güvenliği olmadığı korkusuyla sokağa çıkamaz oldular. Çıksalar da sokakların kalabalık olduğu saatlerde çıkmayı yeğliyorlar. İnsanların birbirlerine sevgisi kalmamış. Aynı apartmanda oturan insanlar dahi birbirlerini tanımıyorlar. O eski komşuluk ilişkilerinden eser kalmamış. Oğlumun hırsızlar tarafından, evinin çelik kapısı balyozla kırılıp soyulurken tek bir komşu çıkıp da burada ne oluyor diye bakmamış. Polis bile olanlara isyan etmiş. Bir Allahın kulu çıkıp da bakmadığı ve polis çağırmadığı için. Geçmişte öğrenciler öğretmenlerini okul dışında bile ceketinin önünü ilikler ve öğretmenini saygı ile selamlarlardı. Aileler çocuklarını okula eti sizin kemiği bizim diye emanet ederlerdi. Okullarda çocuklara sıkı bir disiplin uygularlardı. Geceleri kahvehaneleri dolaşıp öğrenci avcılığı yaparlardı. Şimdiki zamanda hangi öğretmen bu şekilde davranabilir. Kahvehanede oturan öğrenciye hangisinin sözü geçer? Yıllarca karşılaştığım eski öğretmenlerimden birini gördüğümde önünde ceketimi ilikleyip saygıyla selamladım. Komşum olan bir öğretmenle bir gün gezerken uygunsuz durumda gördüğü iki çocuğa bu rezilliğiniz ne diye çıkıştığında çocuklar keyifle öğretmeniyle alay ettiler. Kız daha da yılışarak erkeğe sımsıkı sarılarak yollarına devam ettiler. Eşim emekli olmadan önce bir öğrencinin hafifçe kulağını çekmiş. Vay sen misin kulak çeken? Okula aile boyu gelerek eşimi müdüre şikâyet etmişlerdi. Eşim emekli olduktan sonra bir gün Küçükköy?de gezerken iki kadından biri beni gösterdi. Bu kim biliyor musun diye sordu? Kadın bilmiyorum deyince kadın bu hani Zerrin öğretmen vardı ya, onun kocası dediğinde, diğeri o Zerrin öğretmen gibi başarılı bir öğretmen bu okula bir daha gelmez demişti. Çocuğunun hafifçe kulağı çekildi diye okul basan ailelere sormak gerekir. Siz evinizde bir veya iki çocuğunuzla baş edemezken atmış, yetmiş kişilik bir sınıfta öğretmen nasıl baş edebilsin? Evinde çocuklarını öldüresiye dövenler bile, ellerine bir fırsat geçtiğinde hafifçe kulak çekti veya biraz yüksek sesle bağırdı diye yapmadıklarını bırakmazlar. Elbette ki okullarda dayağı savunacak değiliz. Ama öğretmen de insan. Aşırı sinirlenip hafifçe kulak çekebilir, bağırabilir de. Bunun kavgayla, tehditle değil, anlayışla karşılanması gerekir. Ki öğretmen çocuğu en iyi bir şekilde eğitebilsin. Aksi halde öğretmenlik anlayışı salla başını, al maaşını olmaktan öteye gidemez. Bir de bir belge istedi diye öldürülen öğretmeni düşünelim. Olayı gören ve etkisinde kalan hangi öğretmen eğiticiliğini başarı ile sürdürebilir? Özcan Nevres

Özcan Nevres 28.09.2012

4+4+4+ de Korktuğumuz Oldu Dört artı dört artı dörtte en büyük korkumuz beş buçuk yaşındaki çocuklarla, on bir on iki yaşındaki çocukların arasında oluşacak olan şiddet olaylarıydı. Dün korktuğumuz oldu. Dokuz yaşındaki bir kız, beş buçuk yaşındaki bir kızı tuvalete kapatıp üstündekilerinin tamamını çıkarttıktan sonra küçük çocuğu öldüresiye dövüyor.. Olayın en kötü yanı, o minik çocuğun öldürülesiye dövülürken ağlamasını hiç kimsenin duymamış olmasıdır. Aralarında beş buçuk yaşında çocukların bulunduğu bir okulda yönetimin çok dikkatli olması gerekir. Özellikle tuvaletlerin aralıksız gözaltında tutulması gerekir. Çocuk öldürülesiye dövülürken okul yönetimi neredeydi? Daha kötüsü ise yönetimin olayı örtbas etmeye çalışmasıdır. Gelelim dayak olayının psikolojik yönüne. Dokuz yaşındaki çocuk, kendisinden oldukça küçük olan çocuğu döverken neden çırılçıplak soyuyor? İki olasılık var. Ya çocuğun babası sadist bir sapık, eşini çırılçıplak soyup da dövüyor. Ya da annesi o dokuz yaşındaki çocuğunu TERBİYE ! etmek amacıyla çırılçıplak soyduktan sonra kıyasıya dövüyor. Çocuk da babasını veya annesini örnek alarak kafasına dövmeyi koyduğu çocuğu soyarak dövüyor. Bu olay nedeniyle dayakçı çocukla psikologların ilgilenmesi yeterli olamaz. Daha derinlere inilmesi gerekir. Çocuğun annesinin de, babasının da psikolojik tedavi görmesi gerekir. Yapılacak incelemede ortaya çıkacak olan sonuca göre o çocuğun ailesinden alınıp devlete teslim edilmesi gerekir. Bu korkunç olay gibi olayların diğer okullarda da olmaması için tüm okulların yöneticilerinin çok dikkatli olmaları gerekir. Bu olay nedeniyle okul yönetiminin nasıl bir durumla karşılaşacağını, uzun yıllar çalıştığı okulun müdür yardımcılığını yapmış olan eşime sordum. Tek kelimeyle oldu. Yandılar. Yanmaları gerekir. Zira görevleri arasında çocukları her türlü tehlikeden uzak tutmak vardır. Bunu becerememişlerse, o yönetimin mutlaka değişmesi gerekir. Her gün televizyon haberlerinde birçok kaza haberleri izliyoruz. İzliyoruz ama almamız gereken dersi ne yazık ki alamıyoruz. Torunumu okuluna götürmek için her sabah sekiz on beşte evden çıkıyoruz. E 5 e çıktığımızda korku dolu anlar başlıyor. Şehir içinden geçen yollarda azami hız yetmiş kilometredir. Buna rağmen sağımızdan solumuzdan geçen arabalar arasında neredeyse yüz kilometrenin altında giden yok. Hele yağışlı havalarda zikzaklar yaparak deli gibi araba sürenler her an kazaya davetiye çıkarıyorlar. Bu tür sürücüler için amaçları kaza yapıp ölmekse niye başkalarına zarar verecek bir ölümü seçiyorlar. Başkalarına zarar vermemek için intihar etsinler diye düşünüyorum. Hız delileri ne kendi canlarını, ne de başkalarına verecekleri zararı düşünebilme yeteneğinden yoksundurlar. Bunları ceza ile bile yola getiremezler. Yine de şehir içi geçiş yollarını Tekirdağ?da olduğu gibi kameralarla donatmak gerekir. Bu sayede devletin kasasına bol, bol para girer. Kazasız, belasız günler dileğiyle. Özcan Nevres

Özcan Nevres 26.09.2012

Elveda Hasankeyf Yazımın başlığını elveda Hasankeyf diye koydum ama ne yazık ki elveda diyeceğimiz daha nice antik ve doğa harikası yerlerimiz var. Hasankeyf olağan üstü tarihiyle yakında tümüyle baraj suları altında kalacak. Hasankeyf?in sonu tıpkı Allianoi gibi olacak. Bakınız Özgür Gündem konuyu nasıl irdelemiş. Doğa katliamı ve tarihi yerleri yok etmekle dikkat çeken AKP, tarih ve doğa katliamına devam ediyor. Hasankeyf'i ve Allianoi'yi Zeugma gibi yok etmeye çalışan AKP, birer doğa harikası olan Kaz dağları, Munzur Vadisi gibi yerleri de yok etmek için başlattığı çalışmaları tüm hızıyla sürdürüyor.Önce Ege?nin incisi İzmir?in Bergama ilçesindeki şifalı kaplıca sularıyla ünlü bir tarihi yerleşim birimi olan allianoi?ye bakalım. Antik ve turistik değeri çok yüksek olan bu antik yerleşim birimi her yıl Bergama?yı ziyarete gelen altı yüz bin turistin ilgisini çekmektedir. Bu nedenle Bergama?nın ekonomisine büyük katkısı vardır. Baraj gölünün ortasında kalacak olan antik yerin kurtarılması için çalışmalar halen devam etmektedir. Setlerle sulardan korunması tasarlanan Allianoi?nin kurtarılması ve ileride bu günkü ilgiyi koruması mümkün olacak mı? Bunu zaman gösterecek. Elli atmış yıllık ömrü olan bir baraj uğruna bu tarih hazinesini tehlikeye atmak kabullenilmesi mümkün olmayan bir durumdur. Peki, bu antik ve tarihi değeri yüksek olan bu yerler baraj sularına niye feda ediliyor? Doğal olarak elektrik üretimi yapmak ve sulama için. Eğer elektrik üretimimizde açık varsa neden Irak ve Suriye?ye yok pahasına elektrik veriliyor? Hem de maliyetinin çok altında bir bedelle veriliyor. Dahası bu ülkelere atalarımızı arkalarından hançerledikleri için mi? Yoksa Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasına olan katkıları yüzünden mi veriliyor. Eğer barajlar sulama amaçlı inşa edilecekse daha ekonomik çözümler geliştirilmelidir. Bentlerle ve göletlerle sağlanılacak çözümlerde ne verimli araziler, ne de antik ve tarihi değerlerimiz zarar görmezler. Türkiye?nin neresinde olağan üstü bir güzellikler ve tarihi değerler varsa oralarda mutlaka altın arama çalışmaları yapılıyor. Dünyada en çok oksijeni bol olan yerlerin üçüncüsü Kaz dağlarıdır. Tarihi adıyla tanrılar dağı İda dağıdır. Ülkemize yararından çok zararı olacak olan altın madeni işleme tesisleri uğruna o güzelim ormanları yok emek akla, mantığa uygun mudur? Altın madeni hangi ülkede çıkarılmışsa o ülkeler yoksulluğa mahkûm edilmiştir. Dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alan Kanada da altın cevheri oldukça boldur. Kanada hükümeti altın işletmeciliğinin yarardan çok zarara neden olduğunu gördüklerinde tüm altın madeni işletmelerini kapatmışlardır. Altını topraktan ayrıştırmada kullanılan siyanürü depoladıkları havuzların en az yüz yıl korunması gerekmektedir. Altın madeni ayrıştırılırken kullanılan siyanürün yüzde otuzu havuzlara depolanmadan havaya karışmaktadır. Üstelik kayalar kırılırken, toprak kazılırken havaya karışan tozlar cabası. Altın madeni işletilen ülkelerdeki kanser patlaması göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Geçmişte Güney Afrika Cumhuriyeti sahip olduğu altın rezervleriyle dünyaya nam salmıştı. O altın madeni sayesinde olabildiğince zenginleşecekleri zannediliyordu. Oysa bu günkü Güney Afrika Cumhuriyeti yoksullukla boğuşmaktadır. Siyanürün neden olduğu hastalıklar ve iş kaybı yüzünden daha da yoksullaşacaktır. Altın madeni işletmeciliği konusunda Kanada örnek alınmalı ve ileride aşılması çok zor koşullara neden olacağı için verilen altın arama ve işletme ruhsatları iptal edilmelidir. Bergama?da büyük kavgalara neden olan Ovacık?daki altın işletmeciliğinin getirisinin ne olduğu Maliye Bakanlığınca açıklanmalıdır. Zengin olma hayalleriyle insanlarımız aldatılmamalıdır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 25.09.2012

Bu Eğitim Nasıl Olacak Torunum Can Nevres?i her gün sekiz on beşte Mektebim Okulları Fen Lisesine götürmekteyim. Giderken birçok annenin minicik çocuklarını ellerinden tutup götürmeleri dikkat çekiciydi. Zira o miniklerin hiç biri zorunlu gereksinimlerini karşılayacak durumda olamaz. Sınıf öğretmenleri bu çocuklara öğretmenlik mi, yoksa annelik mi yapacaklar? Bir önemli durum daha var. Torunumu okuluna bırakıp dönmem yarım saati buluyor. Evime varıncaya kadar yollarda halen okula giden çocuklar var. Minicik bir çocuk ve yanında oldukça kilolu bir anne. Anne belli ki rahatına çok düşkün. Çok rahat bir şekilde ağır adımlarla yürüyor. Birçok çocuk yarım saat önce okula ulaştığı halde bu annenin hiç acelesi yok. Önünde halen en az yirmi dakikalık bir yol var ama o yürüyüşle okula kırk dakikada ancak varabilir. Bir okulda sınıfa girişlerde yaklaşık bir saat zaman farkı olabilir mi? Sınıfına atmış dakika veya otuz dakika geç giren çocuklar sınıf arkadaşlarıyla nasıl uyum sağlayacaklar. Halkın dikkati Balyoz davasına yöneldiğinde hükümet zamları dar gelirlilerin omuzlarına yükleyiverdi. Sürücünün biri bir akaryakıt istasyonunda yakıt fiyatlarını görünce şaşkınlıktan kaza yaptı. Oysa şaşırmasına hiç gerek yoktu. Zira bu zamlar Mısır?daki sağır sultanın bile duyabileceği şekilde davul ve zurnayla geldi. Bu yapılan zamlara tepki gösterenler ne bekliyorlardı? Ucuzluk mu? Bütçesi bu denli açık veren bir ülkede bütçe açığını kapatmanın en kolay yolu nedir? Görüldüğü gibi zamları dar gelirlilerin sırtına yüklemektir. Bu zamlar yalnızca vergilerde kalsaydı geçim şartlarını bu kadar zorlaştırmazdı. Şimdi adan zeye her şeye zam yapılacaktır. Memurun, işçinin ve emeklinin maaşları ise her zamanki gibi yerinde sayacaktır. Dünyada bizim ülkemizdeki kadar resmi araç saltanatı acaba başka ülkelerde var mı? Almanya gibi zenginliğin sembolü olan bir ülkede bile resmi araç sayısı bizdekinin onda biri kadar. Sayın Başbakanın ve Sayın Cumhurbaşkanının ödenekleri kadar bol rakamlı örtülü ödenek başka ülkelerde var mı? Bizi ilgilendirmemesi gereken Suriye iç savaşında muhaliflere verilen desteğin ülkemize kaça mal olduğunu bilen var mı? Ya o çok lüks özel ve zırhlı araçların, uçakların alımı için ne kadar para ayrıldığını bilen var mı? Yıllardan beri ülkemizi yöneten iktidarlar yönetimde hep kolay olanı seçtiler. Ülke ekonomisini borçla ayakta tutmaya çalıştılar. Üretimi artırmak için gerekli önlemleri almadılar ve eğitim sağlayamadılar. Oysa ülkemiz tarım ürünleri üretmek için o kadar geniş tarım alanlarına sahip ki, ne yazık ki üretilen ürünleri dünya standartlarında üretemiyoruz ve bu yüzden yeterli dış Pazar bulamıyoruz. Her zaman yazdığım bir şey var. İsrail ot bitmez kalaycı kumlarına karıştırdığı kimyasallarla üç yüz metre derinlerden sağladığı sularla tarım yaparak para kazanırken biz dünyanın en verimli topraklarında, su savağının yanı başında bile tarımdan para kazanamıyoruz. Bir gün Emirâlem?e gitmiştim. (Eskiden bucak idi şimdi ise Menemen?in Mahallesi oldu) Üreticilerden biri, Nevruz Amad?ın oğlu gazeteci bey. Eski başkanımız. Gazetelerde nar yetiştirin diye yazdın durdun. Biz de seni dinleyip nar ağacı yetiştirdik. Şimdi de narlarımızı satamıyoruz dedi. Bana tek bir yazımda Hicaz narı yetiştirin diye yazdığımı gösteremezsiniz. Ama siz Arap hayranlığınız yüzünden Hicaz narı yetiştirmeye balıklama daldınız. Az önce haldeydim. Hicaz narının kilosunu elli kuruştan alan yok. Kadı narının ise kilosu seksen kuruştan yok satıyor. Çekirdeksiz nar zaten hiçbir şekilde hale düşmüyormuş. Zira İstanbul?un büyük pastaneleri daha ürün dalındayken ortalama altı liradan satın alıyorlar. Ben de kilosunu altı liradan almaya razıyım. Hadi bana bir kasa bul gel dediğimde nereden bulayım. Kimsede kalmadı ki dedi. Sen dünyanın itibar ettiği yemeklik narı değil de sıkmalık Hicaz narını yetiştirirsen sonuç böyle olur dediğimde haklısın demekten başka söz bulamadı. Keşke çekirdeksiz narı bolca yetiştirseler de bu sağlıklı meyveyi bol, bol yiyebilsek. Özcan Nevres

Özcan Nevres 24.09.2012

Bu Nasıl Habercilik İki gün önce Beyaz TV de Ankara?daki CHP li Çankaya Belediyesinin sınırları içinden görüntüler yayınlanmıştı. Görüntülerin yerleşim alanının dışında olduğunu göremeyen gözlerin kör olması gerekir. Sunucu bir de diyor ki öğrenciler elli metre ilerdeki yola ulaşmak için iki kilometre yol yürüyorlar. Böyle bir şeyi mantık alır mı? Söz konusu yol elli metre ise koskoca sitede yaşayanların her biri o yol dedikleri yere bir taş koysa elli metrelik yolda ne çukur kalır ne de çamur. Yıllar önce Vakıf çayırı mevkisindeki tarlamızı sebze bahçesi yapmıştım. Kış ürünü olarak diktiğim marulları kontrol için gittiğimde pekendi üzerinden bahçeme giden yola indiğimde arabam çamura saplandı. Geri, geri giderek uzun bir uğraştan sonra arabamı çamurdan çıkarabildim. Geri dönüp pekendi üzerinden topladığım taşları arabamın bagajına doldurdum. Taşları götürüp arabamın battığı yere döktüm. Bataklığa neden olan çukur doluncaya kadar oraya her gün taş taşıdım. Kısa bir süre sonra orada bataklıktan eser kalmamıştı. Demek ki istedikten sonra kısa mesafeli yol pürüzleri, tek başına bile ortadan kaldırabiliyor. Kaldı ki Beyaz TV nin gösterdiği yer kesinlikle yol değildi. Haber çirkin haberciliğin kötü bir örneğiydi. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar derler. Çankaya Belediyesi konu ile ilgili bir açıklama mutlaka yapacaktır ama yayınlatacak bir TV kanalı bulamayacaktır. Bu gün Kanal Türk?te benzer bir haber vardı. Haber Çankaya ile ilgili haberin üzerine mum diker. Haber dünya şehri dedikleri ve çok çağdaş olduğu iddia edilen İstanbul?un bir semtine aitti. Bir derenin öbür yakasında oturanlar çocuklarını bir çamur deryasının içinden okula gönderiyorlardı. Dere geçit vermediği için o varoşun dar gelirli insanları dere üzerine bir köprü yapmışlar. Köprüden ancak yayalar geçebilir. Bir araba üzerinden geçmeye kalksa köprü mutlaka çöker. Üstelik köprüde korkuluk bile yok. O nedenle oyun oynayan çocuklar dereye düşebilirler. Büyük haberci Beyaz TV bu görüntüleri de yayınlasa ya. Yayınlamaz. Çünkü oranın belediyesi CHP li değil. CHP li olsaydı Beyaz TV için ne güzel bir haber olurdu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Boğluca deresinin iki yanındaki istimlâk olayını ağzına burnuna bulaştırdı. Boğluca deresinin ıslahının yaz sonuna kadar tamamlanması gerekirken ancak bir arpa boyu yol kat edilmiş. Dere her kış aylarında olduğu gibi dolu, dolu akmaya başladığında ıslah çalışmaları yapıla bilir mi? Aylardır sürücüler o yolun sıkıntısını yaşıyorlar. O sıkıntılar kim bilir daha ne kadar sürecektir. Aziz şehitlerimizle ilgili hiçbir şey yazmak istemiyorum. Zira içimiz o kadar çok yanıyor ki söyleyecek söz bulamıyorum. Karakol baskınlarında şehit olanlar için kahroluyorum. Zira karakol dedikleri derme çatma binalar. O binalardaki istinat duvarları roketli saldırıları durdura bilir mi? Oralara İsmet İnönü hükümetinin Trakya?da Alman ordularına karşı koymak için inşa ettirdiği koruganların benzerleri yapılamaz mı? Ki o koruganlar en ağır bombardımanlara karşı bile olabildiğince dayanıklıdır. Dahası çatışmaların en yoğun olduğu bölgelere gizli kameralar yerleştirip PKK daha harekete geçer geçmez gerekli önlemler alınır. Yaşadığımız dönemin teknolojik bir dönem olduğunu unutmamamız gerekir. Düşmanı alt etmek için teknolojinin her türlü olanağından yararlanılması gerekir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 23.09.2012

Vay Be Ne günlere Kaldık Vay be, rahmetli Adnan Menderes demokrasi kahramanıymış ama ne hikmetse ne ben, ne de benim gibi sosyal demokratlar görememiş. Biz onu hep demokrasinin tekerleğine çomak sokan biri olarak görmüştük. Hele Sayın Kılıçdaroğlu?nun onun kabrini ziyareti yok mu? Oğlu ve damadı, Adnan Menderes döneminde yıllarca cezaevlerinde yatan İsmet İnönü?nün mutlaka kemikleri sızlamıştır. Çok demokrat olan demokrat partililer iktidara gelir gelmez ilk işleri İsmet İnönü?nün büyük oğlu Ömer İnönü?yü bir iftira ile yıllarca cezaevinde yatmasını sağlamak olmuştu. Ünlü Kayalıbay olayı. Biri rahmetli Kayalıbay?a kaldırımda durduğu sırada çarpmış, bu olayı Ömer İnönü?nün üzerine yıkmışlardı. Yıllar sonra gerçek anlaşılmış ve Ömer İnönü beraat etmişti. Ya pulyamzedeler için ne demeli? Bu kişinin Amerika?da bir dergide yayınlanmış olan yazısını gazetelerinin sütunlarına aktaranlar Marmara çırası gibi yanmışlardı. İlginçtir. Bu davadan beraat eden yalnızca üç gazete vardı. Cumhuriyet, Ulus ve Demokrat İzmir gazeteleri Profesör Muammer Aksoy sayesinde ceza almaktan kurtulmuşlardı. Demokrat Parti yöneticileri bu kişinin yazısına yayın yasağı koymuştu. Profesör Muammer Aksoy?un bu üç gazetenin aktarmış oldukları yazıya koydurduğu not bu üç gazeteyi ceza almaktan kurtarmıştı. Aktarılan yazıda şöyle bir not vardı. Bu yazı Amerika? da yayınlanmakta olan bir dergiden iktibas edilmiştir. Çok demokratlar yazıya yayın yasağı koyarlarken iktibas(alıntı) edilmesine yasak koymayı düşünememişlerdi. Demokrat Partinin ünlü gazeteci milletvekilini, gazetecileri dövme hastası Sezai Akdağ?ı anımsayan var mı bilemem? Milet vekilliği görevini yapmaktansa meslektaşlarını dövmeyi yeğleyen bu çok demokrat kişi Naci Sadullah Danış?ın bir yazısına tekzip göndermişti. Naci Sadullah gönderdiği yazıya bir yanıt yazmıştı. Ne hikmetse Sezai Akdağ bu yanıttan sonra bir daha Naci Sadullah Danış?ın hiçbir yazısına tekzip göndermemişti. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın iki numaralı kahramanı İsmet İnönü?yü Eskihisar?da taşlatanlar kimlerdi? Ya Topkapı?da İsmet İnönü?yü öldürmek isteyenler kimlerdi? Eğer Emniyet Müdürü Eyüboğlu, silahını çekip o güruhu dağıtmasaydı, İnönü o gün orada mutlaka öldürülmüş olacaktı. Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının bıraktığı borçsuz ve ağzına kadar dolu bir hazineyi, tonlarca altını ve büyük bir dış itibarı Demokrat Parti yöneticileri bir miras yedi hovardalığıyla beş yılda tüketmişti. Döviz yokluğundan ithalat yapamayacak bir duruma düştüklerinde kara borsa almış başını gidiyordu. Karaborsayı önlemek için Milli Korunma kanunu çıkarmak zorunda kalmışlardı. Halkın dilinde bu kanun milli kurutma kanunuydu. O kanun yüzünden nice küçük esnaf yıllarca ceza evlerinde yatmışlardı. Demokrat Parti yöneticileri yokluk ve yoksullukla baş edemeyince oy kaybettiğini halkın gözünden kaçırmak için devlet radyosunda sabahtan gece yarınsa kadar vatan cephesine iltihak edenler diye hayali isimler yayınlatmışlardı. Vatan cephesine katılanların sayısı ülke nüfusunun üç katını aşmıştı. Demokrat Parti yöneticileri ipin ucunu iyiden iyiye kaçırmışlardı. Adnan Menderes devletin radyosunda muhalefeti sindirmek için gerekirse idam sehpaları kurarız demekte hiçbir sakınca görmemişti. İnönü?nün bu sözlere yanıtı çok sert olmuştu. İdam sehpaları kurulabilir ama hangi tarafa çalışacağı kestirilemez demişti. Nitekim de öyle oldu. Muhalefeti susturmak için idam sehpaları kurmaktan söz eden Menderes kurmayı düşündüğü idam sehpalarının birinde can vermişti. Demokrat Partiyi yönetenlerinin demokratlığı!!!!!! Hakkında yazılacak o kadar çok şey var ki koca bir kitap olur. Özcan Nevres

Özcan Nevres 20.09.2012

Vay Be Ne Günlere Kaldık Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Topbaş Kadıköy Kartal metrosunun açılışında söyledikleri vay be dedirtecek kadar boş sözler. Sayın başkan diyor ki; bir marş var. (onuncu yıl marşı) Marşta on yılda yurdu demir ağlar ile ördük diyor. Gelsinler de görsünler ülke nasıl demir ağlar ile örülürmüş diyor. Pes doğrusu. Başkanın sözünü ettiği metro yirmi iki kilometre. Demiryolları ise binlerce kilometredir. Kesin rakamı ise 3578 kilometredir. Üstelik bu yollar ülkenin en fakir olduğu, duyunu-umumiye borçlarının da ödendiği yıllarda döşenmiştir. Yirmi iki kilometre demir yolu, üç bin beş yüz elli sekiz kilometrelik demir yoluyla nasıl kıyaslanır? Anlayabilen beri gelsin. Sayın Topbaş bunun böyle olduğunu bilmiyor mu? Elbet de biliyor. Amaç CHP dönemini karalamak olunca böyle hezeyanlar olabiliyor. Yolum ne zaman İstanbul oto garajına düşse Sayın Ferit Sözen?i anmadan edemem. Kelimenin tam anlamıyla dev bir eser. Ferit Sözen?i anarken Rahmetli Haşim İşcan?ı anmamak olası mı? Gelmiş geçmiş belediye başkanları içinde en çilekeşi Haşim İşcan idi. Nedenine gelince, belediye meclisinde kendisine destek verecek tek bir CHP linin olmamasıdır. Onun belediye başkanlığına seçildiği yıldaki seçim çok ilginç bir şekilde sonuçlanmıştı. Adalet Partisinin adayı memuriyetten gününde istifa etmediği için seçildiği halde yasa gereği adaylığı düşürülmüştü. CHP ise belediye meclis adaylarının listesini geç verdiği için gösterilen adaylar yok sayılmıştı. Haşim İşcan işte böyle ilginç bir şekilde göreve başlamıştı. O dönemde particilik şimdiki gibiydi. Parti çıkarları ön planda tutulurdu. Başkanın İstanbul halkı için, İstanbul halkına hizmet için aldığı her karar belediye meclisince reddediliyordu. O da mahkemeye başvurup tasarladığı işin İstanbul halkına yararlı olacağına dair aldığı kararla tasarladığı hizmetleri gerçekleştirebiliyordu. Haşim İşcan?ın eseri olan alt geçitlerin tümü mahkemenin verdiği kararlar sayesinde inşa edilmişti. İstanbul halkı bir vefa örneği vererek alt geçitlerden birine Haşim İşcan Geçidi adını vermişti. İktidar tarafından geçidin adı değiştirilmek istendiyse de halk sökülen tabelayı yeniden yerine takmıştı. Sayın Topbaş yönetmekte olduğu İstanbul?da şöyle uzun bir tur atsın. O beğenmediği CHP döneminde neler yapıldığını gözleriyle görsün. Üstelik o büyük eserlerin tamamı CHP muhalefette olmasına rağmen başarılmıştır. İktidarın desteğinde yapılan metro bu eserlerin yanında hiç kalır. Sayın Topbaş o metro yapımında ne kadar dış kaynaklı kredi kullandığını açıklaya bilir mi? İstanbul halkı son dönemde ne kadar borç yükü altına girdiğini biliyor mu? Geçmişte yapılanları küçümseyen Sayın Topbaş bir de İzmir?de yapılanlara bir göz atsın. Kocaoğlu?nun bırakınız iktidardan destek almasını, iktidarın attığı çelmelere rağmen İzmir?e dev eserler kazandırıyor. Bir de ülkemizin göz bebeği Eskişehir?imiz var. Orada iktidardan destek almadan harikalar yaratan bir belediye yönetimi var. Yılmaz Özerşen yönetimi sayesinde Avrupa şehirlerini dahi kıskandıracak bir şehir yaratmışlar. Oysa Sayın Kadir Topbaş yönetimi Silivri?deki Boğluca deresini bile temizlemeye el atamamış. O kadar zor mu o dereyi o denli kirletenleri yakalamak? Elbet de ki zor değil ama kim yapacak? Lafla peynir gemisi yürümez. İcraat lazım, icraat. Özcan Nevres

Özcan Nevres 25.08.2012

Vay Be Ne Günlere Kaldık 20 Ağustos 2012, 14:07 Özcan Nevresozcan.nevres@gmail.com Vay Be Ne Günlere Kaldık Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Topbaş Kadıköy Kartal metrosunun açılışında söyledikleri vay be dedirtecek kadar boş sözler. Sayın başkan diyor ki; bir marş var. (onuncu yıl marşı) Marşta on yılda yurdu demir ağlar ile ördük diyor. Gelsinler de görsünler ülke nasıl demir ağlar ile örülürmüş diyor. Pes doğrusu. Başkanın sözünü ettiği metro yirmi iki kilometre. Demiryolları ise binlerce kilometredir. Kesin rakamı ise 3578 kilometredir. Üstelik bu yollar ülkenin en fakir olduğu, duyunu-umumiye borçlarının da ödendiği yıllarda döşenmiştir. Yirmi iki kilometre demir yolu, üç bin beş yüz elli sekiz kilometrelik demir yoluyla nasıl kıyaslanır? Anlayabilen beri gelsin. Sayın Topbaş bunun böyle olduğunu bilmiyor mu? Elbet de biliyor. Amaç CHP dönemini karalamak olunca böyle hezeyanlar olabiliyor. Yolum ne zaman İstanbul oto garajına düşse Sayın Ferit Sözen?i anmadan edemem. Kelimenin tam anlamıyla dev bir eser. Ferit Sözen?i anarken Rahmetli Haşim İşcan?ı anmamak olası mı? Gelmiş geçmiş belediye başkanları içinde en çilekeşi Haşim İşcan idi. Nedenine gelince, belediye meclisinde kendisine destek verecek tek bir CHP linin olmamasıdır. Onun belediye başkanlığına seçildiği yıldaki seçim çok ilginç bir şekilde sonuçlanmıştı. Adalet Partisinin adayı memuriyetten gününde istifa etmediği için seçildiği halde yasa gereği adaylığı düşürülmüştü. CHP ise belediye meclis adaylarının listesini geç verdiği için gösterilen adaylar yok sayılmıştı. Haşim İşcan işte böyle ilginç bir şekilde göreve başlamıştı. O dönemde particilik şimdiki gibiydi. Parti çıkarları ön planda tutulurdu. Başkanın İstanbul halkı için, İstanbul halkına hizmet için aldığı her karar belediye meclisince reddediliyordu. O da mahkemeye başvurup tasarladığı işin İstanbul halkına yararlı olacağına dair aldığı kararla tasarladığı hizmetleri gerçekleştirebiliyordu. Haşim İşcan?ın eseri olan alt geçitlerin tümü mahkemenin verdiği kararlar sayesinde inşa edilmişti. İstanbul halkı bir vefa örneği vererek alt geçitlerden birine Haşim İşcan Geçidi adını vermişti. İktidar tarafından geçidin adı değiştirilmek istendiyse de halk sökülen tabelayı yeniden yerine takmıştı. Sayın Topbaş yönetmekte olduğu İstanbul?da şöyle uzun bir tur atsın. O beğenmediği CHP döneminde neler yapıldığını gözleriyle görsün. Üstelik o büyük eserlerin tamamı CHP muhalefette olmasına rağmen başarılmıştır. İktidarın desteğinde yapılan metro bu eserlerin yanında hiç kalır. Sayın Topbaş o metro yapımında ne kadar dış kaynaklı kredi kullandığını açıklaya bilir mi? İstanbul halkı son dönemde ne kadar borç yükü altına girdiğini biliyor mu? Geçmişte yapılanları küçümseyen Sayın Topbaş bir de İzmir?de yapılanlara bir göz atsın. Kocaoğlu?nun bırakınız iktidardan destek almasını, iktidarın attığı çelmelere rağmen İzmir?e dev eserler kazandırıyor. Bir de ülkemizin göz bebeği Eskişehir?imiz var. Orada iktidardan destek almadan harikalar yaratan bir belediye yönetimi var. Yılmaz Özerşen yönetimi sayesinde Avrupa şehirlerini dahi kıskandıracak bir şehir yaratmışlar. Oysa Sayın Kadir Topbaş yönetimi Silivri?deki Boğluca deresini bile temizlemeye el atamamış. O kadar zor mu o dereyi o denli kirletenleri yakalamak? Elbet de ki zor değil ama kim yapacak? Lafla peynir gemisi yürümez. İcraat lazım, icraat. Özcan Nevres

Özcan Nevres 23.08.2012

Savaşlarda Haberleşmenin Önemi Mamak Muhabere Okulunda telsiz teknisyenliği eğitimi alırken ders vermekte olan öğretmenimiz yüzbaşıya biz silahlı eğitim görmedik. Olası bir savaşta biz ne yapacağız diye sormuştum. Yüzbaşı deli misin sen be? Biz Türkiye genelinde atmış kişi seçip bu eğitime alacağız. Sonra da onları cepheye süreceğiz. Olacak iş mi bu? Haberleşmesi kesintiye uğramış bir ordu savaşı kaybetmeye mahkûmdur. Bu nedenle siz arızalanan telsizleri cephenin çok gerisinde güvenli bir yerde ordunun koruması altında tamir edeceksiniz. İletişimin ne kadar önemli olduğunu Arap birliğinin İsrail?e saldırdığı ve altı gün süren savaşta çok iyi görmüştük. Amerika Akdeniz?deki donanmasından jammer (ceymır) cihazlarıyla Arap ordularının iletişimini engellediğinden Arap uçaklarının tamamı iş yapamaz duruma düşmüştü. İletişimi yok edilmiş olan Arap orduları İsrail?in karşısında ağır bir yenilgiye uğramıştı. Amerika?nın Irak?a saldırdığı gün kahvehanede oturuyordum. Haberlerin ilk önemli haberi Amerika?nın Irak ordusunun Irak?a saldırdığı ve haberleşmesini tamamen çökerttiği ile ilgiliydi. Arkadaşlarımın tamamı Irak?ın Amerika?yı Irak?a saldırmasını çok ağır ödeteceği şeklindeydi. Arkadaşlarıma çok yanlış düşünüyorsunuz. Irak savaşı şu an kaybetmiş durumdadır dedim. Nerden biliyorsun dediklerinde ben muhabereciyim. Bize öğrettikleri kadarıyla haberleşmesi yok edilmiş bir ordu savaşı kaybetmeye mahkûmdur. Nitekim Irak ordusu çölde nereye gideceğini, nasıl bir düşmanla karşılaşacağını bilemeden dolandı durdu. Bu savaşın sunucu ağır bir hezimet olmuştur. Bir süre önce ordumuzun jammer (ceymır) cihazlarına karşı süper heterodin cihazları da kullanması gerekir diye yazmıştım. Peki, nedir bu süper heterodin cihazları? Anlamı en iyi dinleme cihazlarıdır. Bunun çok iyi anlaşılması için alıcı ve vericiler ile ilgili bilgilenmemiz gerekir. Radyo ve telsiz yayınlarında üç sınıf vardır. Birincisi uzun dalgadır. Uzun dalgada yer dalgalarıyla yayın yapıldığı için kullanışlı değildir. Gerçi Ankara radyosu uzun dalga ile yayın yapıyordu ama artık kullanılmakta olduğunu sanmıyorum. Zira yeni radyolarda uzun dalga kullanılmamaktadır. İkincisi ise kısa dalgadır. Kısa dalgada yayın yer ve iyonosfer tabakası arasında kırılmalarla yayın çok uzaklardan izlenebilmektedir. Süper heterodin adı verilen sistem kısa dalga ile yapılan alıcı ve vericilerdir. Bu yayın sisteminde ne dağlar, ne de kapalı alanlar yapılmakta olan yayını engelleyememektedir. Alıcı cihazlar yayınları kusursuz olarak alabilmektedirler. Oysa hali hazırda ordumuzda, kullanılmakta olan haberleşme cihazlarında, polislerin kullandıkları telsizlerde ve hepimizin kullanmakta olduğumuz cep telefonlarında frekans modülasyonu kullanılmaktadır. Yani bu cihazlar yüksek frekanslarla yayın yapmakta ve yayın almaktadırlar. Frekans modülasyonunun eksisi ise yayınların alınabilmesi için verici ile alıcı antenlerinin birbirini görmeleri gerekmesidir. Dünya yuvarlak olduğu için frekans modülasyonlu bir yayın en fazla iki yüz kilometreye kadar ulaşabilir. Bu mesafeye ulaşabilmesi için arada hiçbir engel olmaması gerekir. Amerika?nın jammer (ceymır) larla kesintiye uğrattığı haberleşme frekans modülasyonlu cihazlarla yapılan haberleşmedir. Bir süre önce ordumuzun tedbir olarak süper heterodin cihazlarını kullanması gerektiğini yazmıştım. Ne kadar haklı olduğumu süper heterodin cihazlarını PKK lıların kullanmakta olmaları göstermiştir. PKK lılar bu eski sistem cihazlarla haberleşme yaptıkları için ordumuz haberleşmelerini izleyememektedir. Bu da çok sayıda şehit vermemize neden olmaktadır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 17.08.2012

Onur Günümüz Yirmi Temmuz Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk?ün ölümüyle Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığı sürecinde çok büyük şansızlıklar yaşadı. Daha koltuğuna ısınmadan Avrupa?nın ikinci dünya savaşına doğru gittiğini sezmişti. Olası bir savaşta halkın ve ordunun aç kalmaması için yiyecek stoku yapılması için görevlilere talimat vermişti. Bin dokuz yüz otuz dokuzda beklenen olmuştu. Almanya Polonya?yı işgal etmişti. Ardından da Fransa?yı işgal etti. Görünen bu savaşın tüm Avrupa?yı saracağıydı. İnönü olası bir Alman saldırısına karşı Trakya?nın tümünde koruganlar inşa ettirmeye başlamıştı. O yıllarda çimento sanayimiz yoktu. O muazzam koruganlar ithal çimentolarla inşa edilmişti. İsmet İnönü hesabını savaşın on yıl süreceği üzerine yapmıştı. Ortalığı kan gönüne çeviren savaşta tarafsız kalabilmek için çok yoğun çaba göstermişti. Savaşan ülkelere el altından gıda yardımı yaparak ülkesini savaşın dışında tutmaya çalışıyordu. Komşu Yunanistan?da halk açlıktan ölürken Türkiye iyi bir komşuluk örneği göstererek Yunanistan?a üç gemi yiyecek göndermişti. Çok yakınımıza gelen Alman orduları için Almanya?ya bir nota vermişti. Ordularınız ülkemizin sınırlarına kırk kilometreden fazla yaklaşırsa bunu savaş ilanı kabul ederim demişti. Nitekim Alman orduları hiçbir şekilde belirtilen mesafeyi aşmamıştı. Savaşan büyük ülkeler Türkiye?yi kendi saflarında savaşa sokabilmek için çok uğraşmışlarsa da bunu İsmet İnönü?ye kabul ettirememişlerdi. Bu savaş yıllarında yiyecek sıkıntısı yaşanmış olsa da ülkemizde açlık nedeniyle ölümler olmamıştı. İkinci dünya savaşı belası tam sona ermişken ve ülkemiz rahat bir nefes almışken Rusya başımızın belası oldu. Bizden Kars ve Ardahan?ı istiyordu. İsmet İnönü?nün yanıtı çok sert olmuştu. GEL DE AL. Olası bir Türk Rus savaşına karşı tüm askeri güçlerimiz doğuya kaydırılmıştı. Neyse ki Rusya Türkiye?nin kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştı. Rusya?nın geri adım atması tehlikeyi ortadan kaldırmamıştı. İkinci dünya savaşına girmediği için Türkiye çok yalnız kalmıştı. Bu yalnızlıktan kurtulmak için Türkiye NATO ya girmek için karar almıştı ve gereken başvuruyu yapmıştı. Tüm bu olaylar yaşanırken açlıktan kurtardığımız ve dost bildiğimiz Yunanistan Türkiye?ye karşı sinsi bir oyun oynuyordu. Megalo ideasının içinde Kıbrıs?a sahip olmak da vardı. Bu yüzden Kıbrıs?a aralıksız göçmen gönderiyordu. İktidara gelen teslimiyetçi Demokrat Parti nedense bu tehlikeyi görememişti. Aksine Kıbrıs?tan Türkiye?ye göçe göz yummuştu. Adada nüfus hızla Yunanistan lehine gelişiyordu. Girit?te oynanan oyunlar Kıbrıs?ta da oynanmaya başladığında zor da olsa Türkiye uyanmıştı. İktidar halkı sokağa dökerek Kıbrıs bizimdir sloganları attırmaya başlamıştı. Başarılı olamayınca da sloganı değiştirdiler ve bu defa meydanlarda ya taksim ya ölüm diye bağırtarak halkı galeyana getirdiler. Bu da tutmadı. Çaresiz Kıbrıs bizimdir demekten vazgeçtik. İngiltere Türkiye ve Yunanistan garantörlüğünde iki özerk devlet kurulmasını kabul ettik. Devletin başkanı Rum, başkan yardımcısı Türk olacaktı. Ve oldu da. Bu durum Rum?ları tatmin etmedi. Onlar Yunanistan ile bir bütün olmak istiyorlardı. Girit?te yaptıkları katliamların aynısını Kıbrıs?ta da yapmaya başladılar. Gelişen olaylar karşısında İnönü hükümeti Kıbrıs?a çıkma kararı aldıysa da ünlü Johnson mektubuyla bu kararından vazgeçmek zorunda kalmıştı. Savaş uçaklarımızın Rum mevzilerini bombalamasıyla yetinmiştik. Johnson mektubu bize acı bir gerçeği öğretmişti. Nato?ya ait silahlarla hiçbir şekilde savaşamazdık. Oysa Nato?ya girdiğimizde ordumuza ait silahlar Nato standartlarına uymuyor diye tamamen elden çıkarılmıştı. Ulusal Kahramanımız Bülent Ecevit iktidara geldiğinde Kıbrıs?ta savaş rüzgârları esiyordu. Bu nedenle olası bir savaşa hazırlıklı olmalıydık. Tersanelerimizde harıl, harıl çıkarma gemileri inşa edilirken hurdaya çıkarılmış denizaltı gemilerimiz de onarılarak savaşa hazır duruma getirilmişti. Samson?un Makarios?a karşı yaptığı darbeye karşı garantörlük hakkını kullanarak yirmi temmuzda Kıbrıs?a çıktık. Zafer Türk Milleti ile birlikte Kıbrıs Türklerinindi. Özgür Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Yirmi, temmuz zaferi kutlu olsun. Özcan Nevres

Özcan Nevres 22.07.2012

Böyle Dış Siyaset Olmaz Türkiye?yi yönetenler, ülkeyi Demokrat Partinin dış siyasetteki başarısızlığını aratır durama getirdiler. Geçmişte Demokrat Partiyi yönetenler Kıbrıs bizimdir diyerek halkımızı sokağa döktüler. Hiçbir ilerleme kaydedemeyince de yine halkı ya taksim, ya ölüm sloganlarıyla sokağa döktüler. O politika da tutmadı. Bu durum gelişmiş ülkelerde olmuş olsaydı dış işleri bakanı bir dakika bile makamında duramaz ve istifa ederek giderdi. Kendi gitmek istemese bile onu zorla gönderirlerdi. Oysa o süreç içerisinde de dış işleri bakanımız hep Fatin Rüştü Zorlu?ydu. Ne istifa etmeyi düşündü, ne de bakanlıktan azledildi. Günümüzde, daha doğrusu AKP iktidarı döneminde Sayın Başbakan bazı ülkelere posta koyuyor ama hiç birinden bir sonuç alınamıyor. Geçmişte çok sıkı dostumuz olan İsrail, çok güvenilir bir dosttu. Tanklarımızın yenilenmesini, uçaklarımızın tamirini hep o ülkeye yaptırıyorduk. Davos?ta van münitle dostluğumuz bir daha düzelmemek üzere bozuldu. Ardından Marmara baskını geldi. Başbakanımız esti gürledi ama esip gürlemesi İsrail?in özür dilemesine yetmedi. Zira İsrail nükleer silahlara sahip bir ülkedir. Koskoca Japonya on kilo tonluk iki atom bombasıyla ağır bir yenilgiye uğramış ve Amerika?ya kayıtsız şartsız teslim olmuştu. Aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen Japonya halen o iki bombanın vermiş olduğu hasarlarla uğraşmaktadır. Bir de bu günü düşünecek olursak ürkmemiz gerekir. Zira günümüzdeki atom bombaları on kilo tonluk değil, mega tonluktur. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad başbakanımızın kardeşi ve can dostuydu. Helikopterlerle, uçaklarla birbirlerini ziyarete giderlerdi. Sabah kahvaltılarını bile beraber yaparlardı. Oysa Suriye hiçbir zaman dostumuz olmamıştı. Düşmanlığımız ta? Osmanlının yenik ordusu Anadolu?ya geri çekilirken askerlerimizi arkadan hançerlemekte hiç sakınca görmediklerinde başlamıştı. İngiltere desteği ve korumasıyla kurulan Suriye devleti Hatay yüzünden can düşmanımız olmuştu. Özgür iradeleriyle Türkiye?ye katılan Hatay?ı hiçbir zaman hazmedemediler. Kendi haritalarında Hatay?ı daima kendi sınırları içinde gösterdiler. Bu nasıl bir dostluktu ki Hatay?ı kendi toprakları olarak gösterebiliyorlardı? Halen Başbakanımız Suriye?ye karşı esip gürlüyor. Esip gürlerken de Suriye?nin arkasındaki Çin ve Rusya?yı görmezden geliyor. Dostumuz İran ise bırakınız Suriye?nin arkasında olmayı, biz Suriye ile kardeş bir ülkeyiz. Ona saldıran bizi karşısında bulacaktır diyor. Böyle bir durumda her hangi bir nedenle Suriye ile çatışmak ülkemiz için felaket olacaktır. Türkiye dış siyasetini çok dikkatli bir şekilde gözden geçirmelidir. Zaten dostu çok az olan bir ülkeyiz. Sağa sola esip gürleyerek var olan dostluk kapılarını kapatmamalıyız. Özcan Nevres

Özcan Nevres 19.07.2012

Geçmişten Ders Alamayanlar Bu gerçeği dile getirmeyi çoktandır düşünüyordum ama gerçekleştiremedim. Zira araya geçirdiğim ağır kalp ameliyatı buna neden oldu. Değerli okurlarım, Avrupa?da başlayan Rönesans ve Reform sürecinde yere göğe sığdıramadığımız Osmanlılar ne yapıyorlardı? Avrupalılar teknolojide dev adımlarla ilerlerken bir taraftan da emperyalist emelleri için silah üretiyorlardı. O dönemin Osmanlı yöneticileriyse kendi saltanatları için köşkler, saraylar inşa ettirirlerken halkı kandırmak için de cami yaptırıyorlardı. Hem de Hem de Avrupalıların önünde iki büklüm bükülerek koparabildikleri borç paralarla. Tarih tekerrürden ibarettir. Türkiye ağır bir borç yükü altındayken ve korkunç denilebilecek bir dış ticaret açığı varken şarkılara konu olmuş Çamlıca tepesinde dünyanın en büyük camisinin inşası için gün sayıyorlar. CHP den AKP ye transfer kültür Bakanımız bakalım bu konuda ne diyecek? İşsizliğin yüzde dokuzu aştığı bir ülkede iş kaynakları yaratmak gerekir. Eğer bir yerde cami gerekiyorsa inşa edilmelidir ama nam olsun diye inşa edilmemelidir. Nam olsun diye dünyanın en büyük camisi inşa edilecekse, inşa edilecek olan alan sit alanı olan Çamlıca tepesinde olmamalıdır. Önümüzdeki günlerde siyasette çok büyük dalgalanmalar olacak. Kurtulmuş?un AKP ye transferi AKP içinde huzursuzluk yarattığı kesin. Belli ki Kurtulmuş AKP nin oy kaybına deva olamayacak. AKP den kaçan oyları yüzde birin altındaki partilerin katılımı da dolduramayacak. Gerçi AKP seçim arifesinde kesenin ağzını açarak oy toplamayı deneyecek ama umduklarını bulamayanlar bu kez aldanmayacaklar. Bir iktidarın iktidarda kalabilmesi için köklü tedbirler alması gerekir. En başta borç ekonomisini terk etmesi gerekir. Bakınız Tarım Bakanı Mehdi Eker ne diyor? Tarım gelirlerini iki bin yirmi üç yılına kadar kırk milyar dolara çıkaracağız. Ne büyük bir başarı!!! değil mi? Başta Somali olmak üzere bir çok ülkede insanlar açlıktan ölüyorlar. Bu ülkelerden tarım ürünleri karşılığında alabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Varsa iki bin yirmi üç yılına kadar beklemenin ne gereği var? Aç ülkelerden söz açılınca aklıma hep Tarhana Osman gelir. (Profesör Osman Nuri Koçtürk) Yıllar önce aç ülkeleri nasıl doyururuz konulu bir toplantıya katılmıştı. O toplantıda aç insanları doyurmak işçin tarhanayı önermişti. Öneri kabul edilmiş ve kendisinden gerekenin yapılması istenilmişti. Osman Nuri Koçtürk Türkiye?ye döner dönmez yetkililere konuyu anlatmış ama kabul görmemişti. Bunu fırsat bilen Yunanistan ürettiği tarhanalara Türk tarhanası damgasını vurarak tarhanadan çok iyi para kazanmıştı. İyi araştırılırsa aç ülkelerde tarım ürünlerimiz yok satar. Yok satmamak için de tarım ürünlerimizin miktarını ve türlerini çoğaltmamız gerekir. Özcan Nevres

Özcan nevres 18.07.2012

Tarımda Neden Başarısız Tarımda neden başarısıza verilecek en güzel yanıt nereye ne dikeceğimizi ve nasıl dikeceğimizi bilmediğimizdendir. Yıllar önce Halkçı Parti İlçe Başkanı olarak gittiğim Alaniçi köyünde köylüler benden tütün dikme izni çıkarmamı istemişlerdi. Kendilerine böyle bir isteğe asla olumlu bakamayacağımı söylediğimde arazilerimizde tütünden başka tarım yapamayız demişlerdi. Ben de elma yetiştirin demiştim. Su yok ki elma yetiştirelim dediler. Sordum? Siz şu yoğurtçu kalesine hiç gittiniz mi diye? Ömrümüz o civarda geçti dediler. Oraya ben de gittim. Bilek kalınlığında akan onlarca maslak gördüm(Sürekli akan su) O suları bir araya toplarsanız köyünüz elma tarımıyla kalkınır dedim. Aldığım yanıt ise çok ilginçti. Kim uğraşır o işlerle? Uğraşmazlarsa üç beş keçinin veya ineğin peşinde sürünerek yaşarlar. Aynı durumla Menemen?in Belen köyünde karşılaşmıştım. Köylüler arazimiz dar yetmiyor dediklerinde Nion şehir devletinin harabelerinin olduğu yeri işaret ederek siz bu kaleye hiç gittiniz mi diye sordum. Çok gittik dediler. Oradaki melengiç fışkılarını ve taş dibekleri gördünüz mü diye sordum. Gördük dediler. Peki, o dibekler ne işe yarıyor dediğimde hayvan sulamaya yarıyor dediler. İyi ama o dibeklerin çevresinde su yok. Nasıl oluyor da hayvan sulamakta kullanılıyor dedim ve devam ettim. O dibeklerin çevresindeki melengiç fışkılarına çitlembik aşılanıyordu. Ağaçlar ürün vermeye başladığında çitlembik meyveleri o dibeklerde dövülüp yağı çıkarılıyordu. Çıkarılan yağlar ilaç ve kozmetik sanayisinde kullanılmak üzere Avrupa ülkelerine iyi paraya satıyorlardı. Oho dediler. O işle kim uğraşır? Zonguldak?ın bir köyündeyiz. Gelinimizin anne ve babasının doğduğu ve büyüdükleri köy. Olabildiğine bitek bir toprak ve gürül, gürül akan onlarca maslak var. Üstelik etrafı dağlarla çevrili olduğu için oldukça kuytu bir yer. Gelinime burası seracılık için çok ideal bir yer. Neden seracılık yapan yok dediğimde gelinim seracılığın ne olduğunu kimse bilmiyor ki dedi. Peki, bu ülkede il ve ilçe tarım müdürlükleri ne iş yapıyor? Görevleri bu gibi yerleri tespit edip yöre halkına önderlik yapmak değil mi? Yöre halkı seracılığı bilmiyorsa tarım müdürlükleri öğretsinler. Sulanan bağların ve meyve bahçelerinin altları sürülmez. Sürülmemesi gerekir. Zira bitkiye yararlı olan kökler çok yüzeydedir. Ağaçların altı işlendiğinde bu yararlı kökler zarar görür. Bu yüzden de üzüm asmalarında ve meyve ağaçlarında verim ve kalite düşer. Bağ dikiminde araya traktör sabanları girsin diye sıra aralıkları çok geniş tutulur. Bağcılar asmaların arasını sürmekten vaz geçtiklerinde iki sıranın arasına bir sıra daha asma dikebilirler. Bu da verimin en az iki kat artması demektir. Zaman, zaman seyahatlere çıkarım. Yol boyunda gördüğüm boş araziler içimi acıtırlar. O boş arazilerde neler yetiştirilmez ki? Rahmetli Bülent Ecevit?in çok beğendiğim bir sözü vardı. İşlenen araziden arazi vergisi almayacağız. Arazi vergisini işlenmeyen arazilerden alacağız demişti. Ne yazık ki bu söylediği hiçbir zaman uygulanmadı. Özcan Nevres

Özcan Nevres 18.07.2012

Din Ve Siyaset Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk demokrasinin ve cumhuriyetin garantisi olarak yönetime laiklik ilkesini koydurtmuştu. Çok gerilere gittiğimizde Yavuz Sultan Selim?in Mısır?ı zapt ettikten sonra halifeliğini ilan etmesi geriye gidişin başlangıcı olmuştu. Yani din ile siyaset birbirine karışınca Osmanlı devletinin çöküşü başlamıştır. Bu durum net olarak bilindiği halde son günlerde Sayın Başbakan din üzerine sürekli dalaşma yapmaktadır. Sayın Başbakan diyor ki, CHP tek parti döneminde birçok camiyi satmış ve birçok camiyi depo ve kışla olarak kullanmıştır. Yaşım yetmiş yedi olduğu için CHP nin son yıllarını çok iyi anımsıyorum. Anımsadığım kadarıyla cami satıldığını hiç duymadım. Menemen?de kiliselerin ve bir de bir caminin depo olarak kullanıldığını biliyorum. Bunun nedeni ise ikinci dünya savaşı nedeniyle mevcut zorunlu asker sayısına fazladan üç dört kura askerin eklenmesiydi Asker sayısı dört katına çıkınca barınak için mevcut her türlü olanaktan yararlanmak zorunlu olmuştu. Kurtuluş Savaşından sonra İzmir?e vali olarak atanan General Kazım Dirik görev günlerini makamında geçirmemiş, at ve eşeksırtında gitmediği ve hizmet götürmediği tek köy kalmamıştır. Halen İzmir ilçelerinin ulaşım yollarında onun yaptırttığı çeşmelerden sular gürül, gürül akmaktadır. Bir tek Foça yolundaki çeşmenin suyu, kaynağının sulamada kullanılması nedeniyle kurumuştur. Anıtsal değeri olan çeşmenin kaidesi de bazı kadir bilmezler yüzünden harap olmuştur. Vali Kazım Dirik en küçük köylerde bile kışla büyüklüğünde okullar yapılmasını sağlamıştır. Nedeni ise bir savaş çıktığında askeri barınak olarak kullanılması içindi. Savaşların ağır şartları gerektiğinde okulların da ibadethanelerinde barınak olarak kullanılmasını zorunlu kılabilir. Bu nedenle bu durum yüzünden hiçbir yönetim kusurlu sayılamaz, yargılanamaz. Ne hikmetse Demokrat Parti kökenliler bu durumu hep istismar etmişlerdir. Bir gün koyu demokrat biriyle bu konuyu tartışmıştık. Kiliselerin askeri barınak olarak kullanılmasına karşı değildi ama camilerin kullanılmasına karşıydı. Peki, askeri nerede barındıracaklardı diye sorduğumda, gelsinler evimde barındırsınlar demiştim. Senin dediğin olacak iş değil ama yine de sorayım dedim. Evinde barınacak olan askerler aylardır, hatta yıllardır kadın yüzü görmemiş genç insanlar. Bu durumda eşinin ve kızlarının başına neler geleceğini düşünmek bile istemem dediğimde ne olursa olsun. Yeter ki camilerimize dokunmasınlar dedi. Bu durumda ona söyleyebileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Almanların Fransa?yı işgal ettiği yıllarda genç ve güzel bir kadın on altı yaşındaki kızını olası bir asker tecavüzüne karşı evinin çatı arasına saklamış. Kadının korktuğu başına gelmiş. Kendisini sık, sık ziyarete gelen askerler kadına tecavüzü sürdürmüşler. Zamanla kadın bu duruma alışmış ve zevk almaya başlamış. İlişki sırasında çıkardıkları sesler genç kızı tahrik etmiş ve çatıdan aşağı inerek askerlere ben de varım demiş. Bu hikâyecikten de anlaşılacağı gibi ateş ile barut yan yana durmaz. Bu nedenle sekerler kesinlikle evlerde barındırılamaz. Demokrat Parti kökenlerinin her zaman istismar ettikleri bir konu da on iki ada sorunudur. İtalyanlar on iki adaları boşaltırlarken Türk hükümetine biz gidiyoruz. Adalar sizin olsun demişlerdi. Bu Türkiye için korkunç bir tuzaktı. O adaları işgal etmeye kalkıştığımızda Almanların safında savaşa katılmış olacaktık. Alman yenilgisiyle birlikte ülkemiz de yenik sayılacaktı. Bunun nasıl bir felaket olacağını düşünmek bile istemem. Nitekim savaşı kazanan taraf olan Rusya?nın ilk işi Türkiye?den Kars ve Ardahan?ı istemek olmuştu. İsmet İnönü Ruslara çok sert bir yanıt vererek gel de al demişti. O günün olanaklarının elverdiğince silahlı kuvvetlerimiz doğuya kaydırılmıştı. Savaş bulutları başımızda esmeye başlayınca NATO ya girme kararı alınmıştı. CHP ye saldıranlar CHP nin ülkemizi savaşa sokmaması nedeniyle takdir etmeleri gerekir ama nerede o mantık? Özcan Nevres

Özcan Nevres 27.04.2012

Doğanın İntikamı mı? Dünyanın en uygar! ülkesi ve dünyanın efendisi Amerika?nın bir türlü imzalamayı kabul etmediği sanayi kirliliğini önleme anlaşması sayesinde sanayi artıkları ve atıklarıyla dünyamız büyük bir felakete hızla ilerliyor. Ağır sanayilerin neden olduğu kirlilik yüzünden iklimlerde önlenemez bir düzensizlik başladı. Hiç görmediğimiz ve alışık olmadığımız bir şekilde fırtınalarla çatılar uçuyor. Asırlık ağaçlar kalın gövdelerine rağmen kökünden sökülüp devriliyor. Çölden geçen fırtınaların taşıdığı kumlar yüzünden göz gözü görmez oluyor ve bu nedenle karayollarında kazalar oluyor. Bir hafta önce yağan yağmur sanki asit yağmuruydu. Birçok yerde otların ve çiçeklerin kurumasına ve sararmasına neden oldu. Yağmurla karışık yağan bu asit için henüz hiçbir açıklama yapılmadı. Fırtına bu asitleri nereden koparıp almıştı. Siyanür havuzlarından mı? Çevrecilerin uyarılarına kulak asmayan çevreci düşmanları hadi bakalım açıklasınlar bu asit olayını? Şu durum da çok iyi bilinmelidir. En az siyanür havuzlarında biriktirilen siyanür atıkları kadar termik santrallerin külleri de tehlikeli ve zararlıdır. Dünya İnka?ların tahminini doğrularcasına hızla bir felakete doğru sürükleniyor. Ağır sanayiler kadar, termik santraller doğayı kirletiyorlar. Bu da yetmiyormuş gibi deprem kuşakları üzerine ve doğa harikası yerlere nükleer santral kurma çalışmaları sürdürüyorlar. Nedense son günlerde onkoloji profesörleri adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Kanserden korunmak için şunu yeme bunu yeme diye fetva üzerine fetva veriyorlar. Nedense Çernobil faciasını göz ardı ediyorlar. Şüphesiz yediklerimizde de kanserojen etkiler var ama hiç biri Çernobil?in neden olduğu kadar etkili değildir. Eğer yenilene bilir enerjilerimizden yeteri kadar yararlanmayı becerebilsek ne termik santrallere ne de nükleer santrallere gerek kalmaz. Termik ve nükleer santral konusunda atacağımız her adımda dünyanın akciğerleri olan Amazon ormanlarının yavaş, yavaş yok edilmekte olduğunu göz ardı edemeyiz. Yıllar önce İzmirli iş adamlarımız Çeşme?de rüzgâr santralleri kurmuşlardı. Bedava ürettikleri elektrik enerjisini Türkiye Elektrik kurumuna satmak istediklerinde reddedilmişlerdi. Yıllardan beri Aydın Germencik?de su buharı boş yere fışkırıp duruyor. O buhardan elektrik üretimi için neden yararlanılmıyor? Sonuçta termik santrallerindeki türbinlerin dönüşü su buharı ile sağlanılmıyor mu? Doğal buharla elektrik üretimi doğayı kirletmediği için mi yeğlenmiyor? Hidroelektrik santralleri kurmak için ille de büyük barajlar kurulması gerekmiyor. Düşük debili santrallerle de elektrik üretimi yapılabiliyor. Rüzgâr ve güneş zengini olan ülkemizde bu güçlerden elektrik üretmek en akılcı yoldur. Aldığım duyumlara göre Menemen Çukurköy?de bazı iş adamlarımız rüzgâr tribünleri kurmaya başlamışlar. Okurlarım Çukurköy?ün adına aldanmasınlar. Çukurköy Dumanlı dağların zirvesine yakın bir yerdedir. Bin iki yüz metre yüksekliğe çıkıldıktan sonra yaklaşık iki yüz metre inilerek köye varılır. Etrafı dağlarla çevrili olduğu için çukurda kaldığından bu ismi almıştır. Çevresindeki dağlar rüzgâr tribünleri kurulmasına çok elverişlidir. Rüzgâr Tribünü kurulmaya elverişli olan yer yalnızca Çukurköy mü? İstanbul nedeniyle en çok elektrik tüketilen koskoca Trakya?da olabildiğince çok güçlü rüzgâr alanları var. Rüzgârlarımız gerektiği şekilde değerlendirildiğinde ne termik, ne de nükleer santrallere gerek kalmaz. Özcan Nevres

Özcan Nevres 23.04.2012

Kaçınılmaz Son Kayınvalidem Fatma Çiçek Çalkın sekiz yıldan beri Alzheimer hastasıydı. On dört şubat sevgililer gününde onu toprağa verdik. Ölen bir insanın evinde neler yaşandığını hemen, hemen hepimiz biliriz. Apartman yaşamından önce çok büyük bir komşu dayanışması vardı. Oysa günümüzde apartmanlarda yaşayanlar altındaki, üstündeki, hatta karşı komşularını bile tanımamaktadırlar. Oğlumun evinin kapısı balyozla kırılırken çıkardığı gürültüye bile koskoca apartman içinde bir tek kişi dahi ne oluyor diye bakmamıştı. Sanki aynı olayın kendi başlarına gelmeyecekmiş gibi. Kayınvalidemin öldüğünü haber alan komşuların neredeyse tümü baş sağlığı dileğinde bulunmak üzere geldiler. Bizim için bu durum adeta sürpriz olmuştu. Bizim için en büyük sürpriz Gaziosmanpaşa belediyesinin örnek uygulamalarıydı. Kapı çalındığında kapıyı açtığımda karşımda iyi giyimli bir efendi vardı. Ben Gaziosmanpaşa Belediye Başkanının adına ölen teyzemizin ailesine şahsım adına da baş sağlığı dilemeye geldim. İçeriye girmeme izin verir misiniz dedi? Doğrusu böyle bir durumla karşılaşacağım aklımdan bile geçmediğinden bir hayli şaşırmıştım. Hemen içeri buyur ettim. Koltuğa yerleştikten sonra hal hatır soruldu. Daha sonra ölen bir insanın evinde geleneklerimize göre üç gün yemek yapılmaz. Bu nedenle belediyemiz size üç gün yetecek yiyecek göndermiş bulunuyor dedi. Tam o sırada belediyeden bir kazan pilav ve bir kazan da helva geldi. İzin verirseniz ölen annemizin ruhuna Kuranıkerim okuyacağım dedi. Sormanıza bile gerek yok dedim. Okumaya başladı. Aman Allahım o ses ne öyle? Muhteşem bir ses. Diyebilirim ki rahmetli Kani Karaca’yı bile aratmayacak bir ses. Ben Küçükköy’deki evimize vardığımda kayınvalidemin cenazesi belediye tarafından alınıp gasil haneye yıkanmak üzere götürülmüştü. Yıkanıp kefenlendikten sonra cenaze arabasıyla tekrar evimizin önüne getirildi. Tüm bu işlemler için ise tek bir kuruş bile almadılar. Mezarlıklar Müdürlüğünün aldığı iki yüz lira mezar parasından başka hiçbir masraf çıkarmadılar. Böylesine güzel bir hizmeti acılı ailelere sundukları için Gaziosmanpaşa Belediye Başkanına, yönetimine ve tüm emeği geçenlere şükranlarımızı sunarız. *** Bilindiği gibi yaprak dökümünde ve ağaçlara su yürümeye başladığında ölüm olayları artar. Şüphesiz ölüm yadırganılacak bir olgu değildir. Atalarımız ne güzel söylemişler. Az yaşa, çok yaşa, akıbet gelecektir başa. Yaşı ne olursa olsun her ölüm ölenin yakınlarına ve komşularına acı verir. Ama öyle ölümler var ki insanı isyan ettiriyor. Soğuklar başladığından beri gazetelerde sık, sık soba zehirlenmesi yüzünden ölüm olayları okuyoruz. Bu ne kaderdir, ne de şansızlık. Bu düpedüz ihmal ve sorumsuzluktur. Soba ile ısınanların öncelikle yapacağı iki önemli görevi vardır. Birincisi bacayı temizlemek ve bacanın üstüne rüzgârın baskı yapmasını önleyecek düzenek koymaktır. En iyisi bacaya fırdöndü veya H takılmalıdır. Bunu yapmakla da yetinmemelidirler. Sobanın bulunduğu odaya mutlaka bir gaz kaçağı ihbar aleti takmalıdırlar. Duman da gaz olduğundan bu cihazlar duman yoğunlaştığında kulakları tırmalayan çok yüksek bir sesle uyarı yapar. İsteyenler bu cihazı doğalgaz malzemesi satan iş yerlerinden kolayca satın alabilirler. En son sorduğumda kırk beş lira olduğunu söylemişlerdi. İnsanlarımız doksan liraya alabilecekleri cep telefonu olduğu halde binlerle ifade edilen telefonlar alabilmektedir ama elli liraya bir gaz alarm cihazı almayı gerekli görmezler. O elli liralık cihazı alıp evlerine takmadıkları için bir facia ile karşılaştıklarında boşuna dövünürler. Zira dövünmek gidenleri geri getirmez. Bunu göz önüne alarak lütfen bir gaz alarm cihazı alıp evinize mutlaka takın. Zira son pişmanlık para etmez. Özcan Nevres

Özcan Nevres 17.02.2012

Çevre Kirliliğine İsyan Bu gün posta kutuma bırakılmış olan Menemenin Sesi gazetelerini alıp okudum. Deri fabrikalarının birinde grev başlatmış olan işçiler uzun süren grevleri boyunca iş yerinin çevreyi kirletiyor olması nedeniyle davalar açmışlar. Bu işçi kardeşlerimize sormak gerekir. Grev başlatınca mı aklınız başınıza geldi? Yıllardan beri deri fabrikaları çevreyi kirletmiyorlar mıydı? Belediyenin denetim beceriksizliğinden mi, yoksa göz yumduğundan mı bilemem? Yıllardan beri deri fabrikaları mesai bitimine kadar biriktirdikleri atık sularını mesai bitiminden sonra Menemen halkının pis kanal dedikleri atık su kanalına boşaltmaktaydılar. Yerel seçim çalışmaları sırasında Cumhuriyet gazetesinin Aliağa muhabiri benimle bir röportaj yapmak istemişti. İsteğini kabul ettim. Daha sonra Cumhuriyet Gazetesinde il belediye başkanlığı adaylarına dahi ayıramadığı kadar geniş sayılacak bir yerde röportajımı cömertlikle yayınlamıştı. Bunun nedeni ise Ulus ve Demokrat İzmir gazetelerinin Muğla temsilciliğini yaparken geçtiğim haberlerin birçoğu Cumhuriyet gazetesinde de yayınlanıyordu. Belli ki bu nedenle benim belediye başkanı adaylığım ile ilgili röportajı geniş bir şekilde yayınlamıştı. Bu röportajdan sonra muhabir ile arkadaş olmuştuk. Onu bir gün pis kanal kenarındaki Foçalı Ahmet’e ait olan deri fabrikasına götürüp mesai bitiminden sonra pis kanala arıtılmadan boşaltılan atık suyu göstermiş ve bu istenmeyen kirliliğin fotoğrafını çekerek haber yapmıştı. Bildiğim kadarıyla bu kirlilik, haberin yapıldığı bin dokuz yüz seksen üçten beri sürdürülmektedir. Ne hikmetse Menemen’in Maltepe beldesinde çok geniş bir alanda organize sanayi sitesi kurulduğu halde üç deri fabrikası Menemen’de kuruldu. Foçalı Ahmet’in deri fabrikası ise Maltepe’de kurulan organize sanayi sitesinden çok önce kurulmuştu. İzmir Büyükşehir Belediyesinin İzmir’den kovduğu deri fabrikalarının Menemen’de kurulmasına karşı sessiz kalan, daha kötüsü inşaat ruhsatı veren Menemen belediyesini anlamak olası değil. Üstelik bu fabrikalar yaz aylarında Menemenlileri serinleten imbatın estiği yön üzerinde kuruldu. Menemen’in efsane bir belediye başkanı vardı. Ünlü şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın kayın pederi olan avukat İdris Tınaz, mezbahadaki pis kokuları, imbat rüzgârları Menemen’e taşıdığı için mezbahayı Menemen’in doğusuna inşa ettirmişti. Daha sonra bu mezbaha yerleşim yerine çok yakın olduğu için Demokrat Parti döneminde şimdiki yerine taşınılmıştı. Hem de mezbahanın neden olduğu pis kokuların Menemenlilere vereceği rahatsızlık hesap edilmeden. Mezbahanın kokusu yetmiyormuş gibi deri fabrikaları imbat rüzgârlarının etkili olduğu yönde mezbahanın yakınında inşa edilmesine izin verildi. Menemenlileri ilgilendiren en büyük sorunları yaşatacak olan Aliağa’da kurulacak olan termik santrali var. Üstelik beş tane kurulacak. Daha önce de bu santrallerin neden olacağı sorunları yazmıştım. Aliağalıları, Menemenlileri ve Bergamalıları ilgilendiren bu sorundan, başka yerleşim birimleri de çok dertli. Samsun’un Gerze ilçesinde hem de doğa harikası olduğu için sit alanı ilan edilmiş olan bir alanda da başka alternatifi yokmuş gibi termik santral kurulacak. Gerzeliler bu santralin kurulmaması için tüm Türkiye’den çığlık çığlığa yardım bekliyor. Bakınız bu konuda bana gönderdikleri mailde ne anlatılıyor. Sevgili Özcan , Sevginin günü 14 Şubat'ta Gerze halkı sevdiklerini kaybetme korkusu içinde olacak. Sebebi Anadolu Grubu'nun ilçede yapmayı planladığı kömürlü termik santral. Bu korkuya son vermek için bir şansımız var, Anadolu Grubu 14 Şubat'ta bir toplantı yapacak. Bu toplantıdan iptal kararının çıkmasını sağlayabiliriz. Gerzeliler sevgilileri gibi gördükleri memleketlerinden ayrılmak, çocuklarının geleceklerinin zehirli kömür dumanının gölgesiyle kararmasına izin vermek istemiyorlar. Gerze'yi bu karanlık gelecekten kurtarmak için, Anadolu Grubu'ndan bu planın iptalini istedik. Unutma; toplantıya sadece 4 gün kaldı! Hedefimiz 100.000 kişinin imzasıyla Anadolu Grubu'nu ikna etmek. Gerzelilerin yardım çığlıklarına kulak ver, şimdi kampanyamızı paylaşarak seslerinin daha güçlü çıkmasına ortak ol. Gerzelilerin bu feryadı Menemen liler için de geçerli. Menemenlilerin, Aliağalıların ve Bergamalıların Gerzelilerin başlattıkları mücadeleye ortak olmalıdırlar. Doğayı kirleten termik santrallere karşı güç birliği yapmalıdırlar. Ki çocuklarımıza ve torunlarımıza kirletilmemiş bir vatan bırakabilelim. Özcan Nevres

Özcan Nevres 10.02.2012

Dindar Gençlik Peki, bu dindar gençlik nasıl yetiştirilecek? İmam-hatip okullarında mı? Yoksa Kuran kurslarında mı? Din bilimcilerine göre dinde zorlama olmaz. Halen çocuğunu kuran kurslarına veya imam-hatip okullarına gönderenler var. Kimsenin kimseye hayır çocuklarınızı bu okullara veya kurslara gönderme dediği yok. Bir çocuğun yetişmesinde en önemli eğitim aileden başlar. Bu nedenle aile çocuğuna isterse din eğitimi aldırır, istemezse aldırmaz. Bunun için kimse zorlama yapamaz. Russo Emil adlı eserinde bakınız ne diyor? Sen benim doğmamış ve asla doğmayacak olan biricik oğlumsun. Buna rağmen ben seni doğmuş gibi eğiteceğim. Bu öğretilerinin arasında bakınız dini konuda ne diyor? Yeni doğmuş bir çocuğa dini baskılar yapmayınız. Bırakınız onu. O güneşi gördüğü zaman kendi bulduğu tanrısına sizin öğretmek istediğiniz tanrıdan çok daha güçlü olarak inanacaktır. Peki, Russo kimdir? Çocuk eğitimine kitaplarıyla damgasını vurmuş en ünlü üç yazardan biridir. Sedat Simavi Russo hakkında okurlarına dağıttığı bir kitapçıkta bakınız ne diyor? Şüphesiz Russo dünyaya gelmemiş olsaydı Fransız ihtilali yine olacaktı. Ama ihtilaller bir kasırga gibi müstebitlerin kellelerini bu denli hızlı koparmayacaktı. Yazdıklarıyla yalnızca çocukları değil, toplumu da yönlendirmiş olan büyük bir yazardır. Ben o kitapçığı okuduktan sonra Russo hayranı olmuştum. Bu yüzden Russo’ya ait eserlerin tamamını okuyamadıysam da bulabildiklerimi mutlaka okudum. İlk çocuğum dünyaya geldiğindi ilk işim Russo’nun çocuk terbiyesi hakkında yazmış olduğu dev eseri Emil’i satın almak olmuştu. O eserde öğrendiklerimi çocuklarıma uygulayarak dördünün de çok iyi yetişmelerini sağladım. Daha sonra da kitabı öğretmen bir arkadaşıma hediye etmiştim. Şüphesiz dini bilgi sahibi olmak güzel bir şeydir. Din konusunda fanatik olmamak gerekir. Orta çağ Avrupa’sında devlet yönetimini ele geçiren papazların bilim adamlarına ve bilime karşı nasıl davrandıklarını öğrenim görmüş olan herkes bilir. Papazlar yargıyı da ele geçirmişler. Kendilerine her ters olanın kellerini giyotinlerle kestirmişlerdi. Eğer Avrupa’nın Hıristiyan dünyasından Martin Luter geçmemiş olsaydı biz belki de günümüzde bırakınız bilgisayar kullanmayı, evlerimizi aydınlatan elektrik ile bile tanışmamış olurduk. Zira bize bu günlerimizi kazandıran tüm icatlar, papazların elindeki en büyük koz cennetin anahtarları alındıktan sonra yani Protestanlık kurulduktan sonra bilim dev adımlarla ilerlemiştir. Ülkemizin gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşabilmesi için bilime en büyük değeri vermesi gerekir. Birçok bilim adamımızın yabancı ülkelerde büyük başarılara imza atmalarından hangimiz gurur duymayız. Amerika’da üniversitelerde öğretim üyesi olan kızım Doktor Hediye Nevres benim en büyük gurur kaynağımdır. Hangi baba hangi anne böyle bir evlat sahibi olmak istemez? Okullarda halen atmış yetmiş öğrencili sınıflar var. Daha sağlıklı eğitim yapılabilmesi için mevcut ders sınıflarının iki misli, belki de daha fazla arttırılması gerekmez mi? Tüm bu olumsuzluklar ortadan kaldırıldı mı ki, sıra çocukları umreye götürmeye geldi. Çocuklar bu günkü eğitim sistemiyle anlamsız bir yarışla sınıfları ile özel ders hanelerin arasında koşuştururken çocukluklarını bile yaşayamıyorlar. Bu nedenle değil mi okullar kar tatili nedeniyle tatil edildiğinde sevinçten bayram yapıyorlar? Her dönem takdir belgesi alan torunum Can Nevres bile bu kadar derse ne gerek var. İstediğimiz her türlü bilgiyi İnternet’te bulabiliyoruz diyor. Ona yine de okullu olmanız gerekir. Zira okulunuz topluma uyum sağlamanızı sağlıyor. Arkadaşlık bağlarınızı geliştiriyor diyorum. Yine de çocukların bu isyanını göz ardı etmemek gerekir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 09.02.2012

Zayıflama Zırvaları Uzun zamandan beri reklamı sürmekte olan zayıflama bandı reklamını dinlemeye bile gerek duymamıştım. İlk defa reklamı sonuna kadar bu gece izledim. Reklamda bir hanım efendi bir buçuk ayda tam on beş kilo verdim. Bandı bir buçuk ay kullandım. Bir buçuk aydan beri kullanmadığım halde hiç kilo almadım diyor. Bakınız bu konuda Onkoloji Profesörü Sayın Erkan Topuz ne diyor? Sağlıklı olarak zayıflayabilmek için ayda en fazla bir buçuk kilo verilmelidir. Bunun üzerinde kilo vermek kansere davetiyedir. Sağlıklı olarak zayıflamak için diyabet hastalarının kullandığı ana maddesi Metformin olan ilaçlarla gayet sağlıklı olarak ayda bir buçuk kilo verebilirsiniz. Yüz altı kilodan doksan altı kiloya ancak bir yılda inebilmiştim. Sayın Erkan Topuz’un önerdiği ilaç ayda bir buçuk kilo verdiriyorsa, o ilacı kullanacak olursam yılda on sekiz kilo verebilirim diye düşündüm ve eczaneden bir kutu ilaç satın aldım. İnternet’ten ilaç hakkında bilgi aradığımda bir sürpriz ile karşılaştım. Meğer TİP 2 diyabet hastası olduğum için kullanmakta olduğum ilacın da ana hammaddesinin Metformin olduğunu gördüm. Aldığım ilacı daha sonra kullanmak üzere ilaç dolabına kaldırdım. Almış olduğum ilacı Sayın Erkan Topuz önerdiği halde doktoruma danışmadan kullanmak istemedim. Zira en iyi ilacın dahi yan etkilerini olduğunu unutmamak gerekir. Zayıflama konusunda o kadar çok mail alıyorum ki inanılacak gibi değil. Hepsi kendi pazarladıkları sözde mucize gıda takviyelerini öneriyorlar. Hele bir tanesi var ki bir ayda on beş kilo vereceğime garanti veriyor. Maile maille yanıt verdim. İlginize teşekkür ederim ama ben kanser hastası olarak ölmek istemiyorum dedim. Bu defa da biri Güneydoğu’da üretilmekte olan kırmız biber ile bir televizyon sunucusunun tam otuz beş kilo verdiğini yazıyor ve indirimli fiyatının elli dokuz lira olduğunu belirtiyor. Bu nasıl bir piyasadır ki insan sağlığıyla bu denli sorumsuzca oynanabiliyor. Peki, bu durum karşısında Sağlık Bakanlığının ne yapması gerekir? Tüm bu sözde gıda takviyesi bitkiselleri yasaklayıp toplatılmasını sağlaması gerekmiyor mu? Gerekiyor ama sayın bakanımız bu günlerde siyaset ile çok meşgul olduğundan olsa gerek sağlığa kesin olarak zararlı olan bu sözde gıda takviyelerine zaman ayıramıyor. Geçmişte televizyon kanallarında türbe ziyaretleri yarışması vardı. Her kanal kameramanlarını ve muhabirlerini türbelere gönderip çekim yaptırıp izleyicilerine haber olarak sunuyorlardı. Bir türbe haberinde öyle bir sahne vardı ki gözlerimizle görmesek inanamazdık. Kadının biri ha bire göbek atıyor ve her göbek atışında al sana bir göbek ver bana bir bebek diye de çığlık atıyordu. Gerçek din adamlarımız ne dileyecekseniz Allah’tan dileyin, ölmüşlerden medet ummayın deseler de dinleyen kim? Çok eskiden ülke genelinde hekim çok azdı. Üstelik insanlarda doktora gitme alışkanlıkları yoktu. Çoğunun hastalığı ne olursa olsun. Sıtma Mücadele Derneğinden parasız aldıkları sıtma ilacı kinini her derde deva bir ilaçmış gibi kullanırlardı. Neyse ki sıtma hastalığının kökü kazınıldı da, her derde deva olduğu sanılan bu ilaç unutuldu gitti. Doktor sayısı çok az olunca doktor bulamayanlar veya eski alışkanlıklarından kurtulamayanlar çareyi hocalarda arıyorlardı. Menemen’de çok ünlü bir hoca vardı. Üfürüğünün deva olmadığı!!! hiçbir hastalık yoktu. Evine elektrik tesisatı yaparken hastalarını okutmaya gelenlerin haddi hesabı yoktu. Hocam sizin nefesinizin her derde deva olduğuna dair yaygın bir kanı var doğru mu diye sordum? Öyle olmasa bu kadar insan kendilerini okutmaya gelirler mi dedi? Tesisatını tamamladıktan ve bağlantısını yaptırdıktan sonra onu bir süre görmedim. Bir gün iyi görüşmekte olduğum bir doktoru ziyarete gittiğimde bir de ne göreyim? Bizim nefesi her derde deva hocamızı doktorumuz muayene ediyor. Muayenesi tamamlandıktan sonra yanıma oturdu. Reçetenin yazılmasını bekliyordu. Yavaşça hocam ne oldu sana böyle? Senin nefesin senin bile hastalığını tedaviye yetmediğine gör sana kendilerini okutmaya gelenlerin hastalıktan kurtulmalarına yeter mi dedim? Kulağıma eğilip sus be evlat dedi. Enayiler olmasa biz nerden geçineceğiz? Bu söylediğinde yerden göğe kadar haklıydı ama kime anlatacaksın? O gibi insanlara inanmış olanları okumakla, üflemekle hastalıkların tedavi edilemeyeceğine inandırmak olası mı? Özcan Nevres

Özcan Nevres 30.01.2012

Bin dokuz yüz kırk dört yılında çok soğuk bir kış yaşamıştık. Saçaklardan akan kar suları yere damlamadan buz kitlesine dönüşüyordu. Kuşlar bile tünedikleri yerden çok zorunlu olmadıkça uçmuyordu. Çocuk aklımla nasıl bilirdim kuşların neden uçmak istememelerini? Bunun nedenini ancak yıllar sonra öğrenebilmiştim. Kuşlar her yerin don yüzünden kaskatı olması nedeniyle yem bulamayacaklarını bildiklerinden uçarak enerjilerini tüketmek istemiyorlardı. Uçarak kaybettikleri enerjiyi yerine koymak için beslenmeleri gerekiyordu. Yiyecek bulamayacağına göre zorunluluk olmadıkça uçmasının hiçbir nedeni yoktu. Bunu bildiğim için her yıl soğuk günlerde kuşları beslemek için evimde buğday ve mısır bulundururum. Çocukluğumda en büyük hayalim bir kuşa sahip olmaktı. Bahar aylarında arazilerimizin hendeklerindeki çalılıklarda kuş yuvası arardım. Bulduğumda ise çok sevinirdim. Kısa zamanda yumurtalardan yavrular çıkacak. Yavrular tüylendiklerinde alıp bir kalbur altına koyup onları besleyecektim. Her gün gidip kontrol ettiğim yuvalardaki kuşlar için biraz daha büyüsünler diye beklemekteyken bir de bakarım kuşlar yuvalarından uçup gitmişler. Kuş sahibi olma hayalim bir dahaki bahara kalırdı. Birkaç kez yaralı olarak bulduğum kuşları tedavi etmeye uğraştıysam da hiç birinde başarılı olamamıştım. Buna rağmen yaşamımın her aşamasında kuş sevgisini hiçbir zaman içimden atamadım. Güvercin tutkum bir dostumun bana hediye ettiği bir çift güvercinle başlamıştı. İki küçük oğlum da güvercinleri çok sevmişlerdi. Çiftin erkeği kaybolduğunda çok üzülmüşlerdi. İkisinin de gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Üzülmeyin, ben hemen ona bir erkek bulur satın alırım dedim. Nitekim buldum da. Yine aynı durumu bir daha yaşamamak için bir çift güvercin daha aldım. Kısa zamanda ambalaj kutularından yaptığım yuvalara yumurtlayıp kuluçkaya yatmışlardı ama iki dişi arasında önü alınmaz bir kavga başladı. İlk güvercinimiz sonradan aldığım güvercinin yuvasına dalıp dişiyi yumurtalarıyla birlikte dışarı atıyordu. Nedenin kısa zamanda anladım. İlk dişi yumurtadan çıkacak yavruları uçurduğunda onlara yuva hazırlamak için diğerinin yuvasına el koyuyordu. Hemen komşu marketten beş altı kutu alıp yuva olması için gerekli olan delikleri açtım. Bu sayede kavgayı sonlandırmıştım. Kısa zamanda balkonumuzun kaldıramayacak kadar güvercinimiz olmuştu. Keresteciden aldığım morelyelerle dokuz metre kare genişliğinde bir kümes yaptım. İçine de bulabildiğim kadar yuva koydum. Güvercinlerimin hızla çoğalması yetmiyormuş gibi başkalarına ait güvercinler yem bolluğunu ve banyo yapmaları için koyduğum iki leğen suyu gördüklerinde hemen benim kümese yerleşiyorlardı. Güvercin ticareti yapanlar kendilerine ait metotlarla başkalarına ait güvercinleri kendi kümeslerine indirebiliyorlardı. Kuşun sahibi kuşunu istediğinde beş kilo yem getir al kuşunu derlerdi. Güvercinlerim çoğaldığında yakın çevredeki kuş sahipleri kuşlarını uçuramaz olmuşlardı. Bu defa benim sürüye karışan kuşlarını geri alabilmek için onlar bana yem getirmek zorunda kalıyorlardı. Bu arada birkaç kuşum hiçbir hastalık belirtisi göstermeden avuçlarımın içinde can vermişlerdi. Ölüm nedeninin ne olabileceğini sorduğum veterinerlerden bile doyurucu bir yanıt alamadım. Ta ki Halkçı Parti ilçe başkanı olarak yaptığım seçim çalışmalarına kadar. Veteriner Profesör Mahmut Akkılıç ile seçim çalışmalarına başlayıncaya kadar. Bir fırsatını bulup hocamıza sordum. Hemen yanıtladı. Bunlar tanecil hayvanlardır. Bu yüzden yeteri kadar E vitamini alamamaktadır. E vitamini alamadıklarında sindirim sistemleri felç olmaktadır. Sindirim sistemleri felç olduğunda da hiçbir hastalık belirtisi göstermeden ölüverirler. Kumrular bile tel üzerinde sağlıklı bir görüntü içerisinde oldukları halde pat diye yere cansız olarak düşerler dedi. O bilgiden sonra suluklarından E vitaminini eksik etmedim. Bir gece korkunç bir fırtına vardı. Evime döndüğümde terasa çıkıp kümesin ne durumda olduğuna bakmak istedim. Kümes fırtınanın etkisiyle üç kat altımızdaki iş yerinin üzerine düşmüştü. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Sabah olduğunda kedilerin karınlarının çok şişmiş olduğunu gördüğümde acı gerçekle karşılaşmıştım. O geceden kurtulmuş olanlardan bir çift mısıri güvercinimiz balkonumuza gelmişse de sığınacak yuva bulamadıkları için sonunda onlar da gelmez olmuşlardı. Aynı acıyı bir daha yaşamamak için balkona yuva koymamıştım. Daha sonra sevgimizi muhabbet kuşlarına yönlendirdik. Başta Atatürk’ü çok seviyorum olmak üzere bir çok cümle kuran Yeşimimiz kaçtıktan sonra, kuş sevgimizi torun sevgisine bıraktık. Özcan Nevres

Özcan Nevres 29.01.2012

Kar Ve Yağmur Neden Yağmıyor Kerem-Der Başkanı Sayın Faruk Cebi İstanbul’a neden kar yağmadığının açıkladığı basın toplantısında ormanların yok edilmesinden kaynaklandığını söylemiş. Açıklamasında İstanbul halen nefes alabiliyorsa bunu az da olsa var olan ormanlara borçlu olduğumuzu söylüyor. Sayın Çebi’ye bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. İstanbul’da yoğun göç oldukça hava kirliliği de artacaktır. Yoğunlaşan hava kirliliği var olan ormanları da yok edecektir. Bu nedenle bir taraftan ormanlar çoğaltılırken bir yandan da göçün durdurulması gerekir. Daha önceki yazılarımda defalarca yazdığım bir deyim vardır. Yağmur ormanın anasıdır. Orman varsa yağmur yağar. Tam yerinde kullanılmış olan bir deyimdir bu. Çocukluğumda Yamanlar dağındaki ormanlar Menemen ovasına kadar inerdi. O yıllarda yağmur yağmaya başladığında günlerce dinmezdi. Orman Bağları mevkiinde yoğun yağışlar yüzünden kara suluk patlardı. Tevfik Göksu’nun arazisi içinde dağın yamacında bir kuyu vardı. Kış aylarında bu kuyudan insan beli kalınlığında su akardı. Yaz aylarında ise o kuyuda bir damla dahi su olmazdı. Bahçemizin kuyusu üç metre derinlikteydi. Kış aylarında kuyumuzun taştığı olurdu. Sakiyemiz (Su dolabı) çalıştığında su seviyesi iki buçuk metreden bir metreye düşerdi ama bir metreden sonra hiç azalmazdı. Taki Yamanlar dağındaki ormanlar azalıncaya kadar. Orman azaldıkça sular derine kaçmaya başladı. Kuyumuz yetersiz kaldığında babam sekiz buçuk metre derine vurdurduğu artezyen kuyusundan oldukça verimli su bulmuştu. Yirmi yıl önce o su da yok olmuştu. Son zamanlarda on bir buçuk metreden su çıkarılabiliyorsa da daha ne kadar süreceği bilinmez. Marmaris’ten Datça’ya gidenler çok iyi bilirler. Ormanların yoğun olduğu yerlerde yol boyunda gürül, gürül akan maslaklar vardır. Ormanların kelleştiği alanlarda ise ne bir çeşme ne de bir maslak vardır. Datça’ya otuz beş kilometre kala yamaçta parmak kalınlığında akan ve suyu oldukça lezzetli olan bir maslak vardır. Beş kilometre sonra orman çeşmesine varılır. Çeşme denildiğine bakmayın. Suyu gürül, gürül akan bir maslaktır o. Arabasıyla seyahat edenlerden başka bazı yolcu otobüsleri bile mola verir o maslağın başında. Yolcular koyu gölgeli çınar ağaçlarının altında serinlerler. Mevsimine göre orada şifalı bitkiler satanlar da olur. Yolun devamında iki maslak daha varsa da suyu yavan olduğu için pek ilgi görmez. Tüm bu maslaklar hep orman ağaçlarının yoğun olduğu yerlerde vardır. Ormandan yoksun olan yerlerde ise toprak ana bir damla suya dahi muhtaçtır. Bu nedenle Datça’da su sıkıntısı yaşanmaktadır. Datça merkezinde bir, Kargı koyunda da bir tane olmak üzere değirmen taşlarını çevirecek güçte olan iki su kaynağı vardır. Eskiden bu iki su kaynağında iki değirmen vardı. Su halen gürül, gürül aksa da gücünden yararlanılmamaktadır. Bu kaynakların suları ise deniz suyundan bile daha serttir. İçilmez ve kullanılmaz. Bir kış günü yağmurlu bir havada yağmur fakiri Datça’dan yola çıktığınızda toprağı dahi ıslatamayan çisentilerle yola devam edersiniz. Ormanların yoğun olduğu yerlerden geçerken yağmurun şiddeti artar. Marmaris ormanlarına vardığınızda ise yağan yağmurda arabanızın silgiçleri yetersiz kalır. Bu da yağmur ormanın anasıdır. Orman varsa yağmur yağar deyimini doğrulamaktadır. Ormanlarımızı çoğaltmak için kuru dere yataklarına setler yapmak gerekir. Yağmur yağdığında bu setlerde birikecek su geçici de olsa ağaç yetişmesinde çok büyük katkısı olacaktır. Zira su olan yerde hayat vardır. Bu setlerde biriken sular yer altı sularının zenginleşmesine de katkı sağlar. Bu konuda bir örnek vereyim. Balıkesir yakınlarında Kurt deresi üzerinde küçük bir bent vardır. Bu bent sayesinde orada yeşil bir cennet oluşmuştur. Kimsenin şüphesi olmasın. İnşa edilecek her bendin çevresinde yeşil bir cennet olacaktır. Bu yeşil cennetlerde oluşan yeşil hayat giderek daha da genişleyecek ve zenginleşecektir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 24.01.2012

Atatürk’e Dil Uzatanlara Osmanlı İmparatorluğu zapt ettiği ülkeleri elde tutabilmek için Anadolu’ya yerleşmiş olan Türkleri ve Türk göçerlerini zorunlu göçe zorlayarak işgal ettikleri topraklara yerleştirmişlerdi. Göç ettirilenler kısa zamanda yerleştirildikleri yere uyum sağlamışlardı. Yaşadıkları yerleri öz vatan olarak bellemişlerdi. Köyler kurmuşlar camiler ve imaretler yapmışlardı. Hiç birinin aklından bir gün devranın döneceğini yeni bir göçe zorlanacaklarını akıllarından geçirmemişlerdi. Dünya ülkeleri içinde büyük bir hızla sanayi devrimi yapıp zenginleşen ülkeler, daha da zenginleşmek için sanayi devrimine ayak uyduramamış ülkeleri boyundurukları altına aldılar. Yani sömürgeleştirdiler. Döneminin en büyük imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu sultanları lüks hayat uğruna sanayileşip devleşen ülkelerin karşısında bir gün ağır bir yenilgiye uğrayıp saltanatlarını kaybedebileceklerini düşünmediler, düşünemediler. Gün geldi düşman ülkelerle savaşa bilmek için düşman ülkelerin silahlarına muhtaç kaldılar. Sanayi devrimi yapmış olan ülkeler geliştikleri yeni silahları kullanırlarken depolara kaldırdıkları eski silahları Osmanlı devletine kakaladılar. Osmanlı devleti hızla toprak kayıplarına uğrarken bile İstanbul’da saltanat ve ikbal kavgaları amansızca sürüyordu. Devlet sultanların saltanat uğruna yüksek faiz ve ağır şartlarla bulabildikleri borç paraları yaptırdıkları saraylara köşklere ve yalılara harcıyorlardı. Tasarrufa yönelip fabrikalar kurarak ülkelerini zenginleştirmeyi düşünmek dahi istemediler. Gelişmiş ülkeler gelişmiş silahlarını Osmanlıya baş kaldıran ülkeleri vererek desteklerken, Osmanlılara demode olmuş silahları satıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğunun yenilgilerle terk etmek zorunda kaldığı topraklarda kelimenin tam anlamıyla çok büyük bir can savaşı vardı. Kaçmayı başaran ancak canını kurtarabilecekti. Bu nedenle ters bir göç başlamıştı. Anadolu’dan o topraklara götürülüp yerleştirilenler bu geri çekilmelerde güvenlik altına da alınmamışlardı. Tüm Türk’ler kaderleriyle baş başa bırakılmışlardı. Yaşadıkları toprakları, evlerini, barklarını, hatta hayvanlarını dahi bırakarak canlarını kurtarmak için Anadolu’ya kaçıyorlardı. Yugoslav Yazar İva Androviç bu göçlerin canlı tanığı olarak Dirina Köprüsü adındaki kitabında olağan üstü bir anlatımla yazmıştır. Okumamış olanlara mutlaka okumalarını öneririm. Anadolu’ya çok büyük bir göç başlamıştı. Anadolu’ya ulaşmak onların en büyük zaferi olacaktı. Oysa o kaçış yıllarında Anadolu da yabancı işgal kuvvetleri tarafından işgal ediliyordu. Eğer Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş savaşı zaferle sonuçlanmasaydı bu insanlar ne olacaktı? Anadolu’nun insanları nereye göç edeceklerdi? Zira Türklerin Anadolu’dan başka gidebilecekleri hiçbir yer yoktu. Bin yıl önce göç ettikleri eski vatanları Orta Asya da işgal altındaydı. Bu nedenle tüm Anadolu insanları ya istiklal ya ölüm diyerek Kurtuluş Savaşına katılmışlardır. Yaşadığımız bu güzel ülkede camilerimiz dimdik ayakta duruyorsa ve bayrağımız yurdumuzun her yerinde şerefle dalgalanıyorsa bunları ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının önderliğinde yapılan Kurtuluş Savaşımıza borçluyuz. Anadolu bin yıldan beri Türk’tür. Sonsuza kadar da Türk kalacaktır. Atatürk düşmanları her zaman hüsrana uğrayacaklardır. Atatürk’ü kötülemek Kurtuluş Savaşının önemini kavrayamamış, akıl ve mantık yoksunu insanların işidir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 28.11.2011

Biraz İnsaf Sayın Cemil Çiçek Kızılay yemek konusunda çok başarılıydı ama çadır işinde sınıfta kaldı diyor. Sayın Çiçek’e sormak gerekir. Kızılay’ın kolluk kuvvetleri var mı ki çadır dağıtımında başarılı olabilsin. Kızılay’ın gönderdiği çadır TIR ındaki çadırlar, yağmacılar tarafından şoförü dövülerek yağmalanıyor. O TIR ı devletin kolluk güçleri koruyamıyorsa şoför tak başına çadırları nasıl korusun? Canını kurtardığına şükretsin. Dört kişilik ailelerin dörder çadır aldıkları söyleniliyor. Böyle bir yağmaya Kızılay nasıl dayansın? Ne yazık ki dağıtılmak üzere gönderilen eşyaları devletin gücü ihtiyaç sahiplerini sıraya koyup dağıtamıyorsa, TIR ların sürücüleri ne yapabilirler? Devletin kolluk güçleri TIR ların şoförlerini koruyamıyorsa, televizyonlarda izlediğimiz utanç tabloları ortaya çıkar ve dünyaya rezil oluruz. O tabloları görenlerin yardım yapmaktan vazgeçmelerini yadırgamamak gerekir. Zira yardım severler üzerinde yapacağım yardım yerine ulaşmayabilir kanısı oluşur. Böyle büyük bir felaketin yaşandığı günlerde felaket zedelerin dayanışma içinde olmaları gerekir. İhtiyaç sahiplerinin hak ettiklerini yağmalamak olmamalıdır. Daha yağmalama başlamadan önce yardım ekipleri kurulup gerçek ihtiyaç sahipleri kayda alınıp aciliyetine göre sıraya konularak yardımların sorunsuz dağıtılması sağlanmalıydı. Sayın Başbakanımız deprem bölgesinde yaptığı incelemede felaketin ne denli büyük olduğunu gördüğü halde yardım etme talebinde bulunan ülkelere sizin yardımınıza ihtiyacımız yok. Biz büyük bir milletiz. Gerekeni yapacak gücümüz var demişti. Oysa şimdi felaketin büyüklüğü karşısında geri adım atmış ve yardım elini uzatan ülkelerin yardım tekliflerini kabul etmiştir. Eğer daha ilk günde bu yardım talepleri kabul edilmiş olsaydı yabancı ülkelerin yardımları yağmur gibi yağar olurdu. Kaldı ki bu tür yardımlar hemen, hemen her ülke dost düşman ayırımı yapılmadan yapılmaktadır. Deprem bölgesinde yerle bir olan binaların tamamında malzeme ve kontrol eksikliği vardır. Binanın projesini ve kontrolörlüğünü yapanların yaptıkları işten ömür boyu sorumlu olmaları gerekir. Bina sahipleri inşa ettikleri binalarda projeyi yapan mühendisin olurunu almadan hiçbir tadilat yapamamalıdır. Yapanlara ise ağır cezai müeyyideler uygulanmalıdır. Ne yazık ki bu yapılmıyor. Büyükçekmece’de yaşarken komşu apartmanın alt dubleksinde ön duvar kaldırılarak tadilat yapılıyordu. Çıkan enkaz da Albatros parkı içine atılıyordu. Belediyeyi arayıp yapılanları anlattım. Zabıta geldi ve bina sahibine döktüğü enkazı toplattırdı ama yaptığı kaçak tadilat için hiçbir işlem yapmadılar. Hal böyle olunca, zabıta birçok şeyi görmezden gelirse, bize de olanları seyretmekten başka bir iş kalmaz. Gemlik körfezi, depreminden sonra birçok işsize bina güçlendirilmesi adı altında kıyak rant sağlanmıştı. Konuyu bir inşaat profesörüyle konuşurken ben bu bina güçlendirmesine inanmıyorum dediğimde o da ben de inanmıyorum. Yama, yama üstüne tutmaz demişti. Bir binanın kolonları ve temeli gerektiği şekilde yapılmamışsa o binayı güçlendirme adındaki hiçbir yama o binaya sağlamlık kazandıramaz. Bu arada hocamıza bir öneride bulunmuştum. Marangozlar ve çatı ustaları sihirli üçgen kullanarak imal ve inşa ettiklerine sağlamlık kazandırmaktadırlar. Bu üçgenler kolonlarda da kullanılamaz mı dediğimde tabi ki kullanılır ve çok da iyi olur demişti. Yıllar önce halamın eşi merasında ahır ve kol duvarları yaptırıyordu. Taş duvarı inşa etmekte olan ustalara duvarı hatalı örüyorsunuz. Taşlar arasında en ufak bir boşluk kalmamalıdır dediğimde çok fena kızmışlardı ama hatalarını kabul edip moloz taşları ve harçla boşlukları doldurmuşlardı. Halamın eşine dayım olmadığından olsa gerek dayı derdim. Ahırın çatısı kurulurken dayı dedim. Bu çatı kısa zamanda çöker. Zira çatının tüm yükünü düvere veriyorlar. Düver ne kadar kalın olursa olsun üzerindeki yükü taşıyamaz. Kısa zamanda bel vererek çöker dediğimde ustalar çok kötü kızdılar. Takımlarını toplayıp işi bırakmaya kalkıştılar. Dayım sen karışma, nasıl biliyorsa öyle yapsın demişti. Çok değil beş altı ay sonra düver bel vermeye başlayınca direklerle desteklemek zorunda kalmışlardı. Menemen’de en sağlam çatıları Köy enstitüsü mezunu Ayvaz Hoca yapardı. Sihirli üçgenleri o kadar yerli yerine koyardı ki ana düverin üstüne hiç yük bitmezdi. Sağlam çatının nasıl bir şey olduğunu görmek isteyenler Testici Niyazi Babanın testi ocağındaki hangarı gidip görsünler. Menemen’e gittiğimde o çatının fotoğrafını çekip siteme koyacağım. Özcan Nevres

Özcan Nevres 27.10.2011

Deprem Ve Düşündürdükleri Yine çok büyük bir depremle nice canları yitirdik. Acılarımızın ne kadar büyük olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez. Uzmanların söyledikleri deprem öldürmez, bina öldürür sözleri bu deprem ile bir kez daha kanıtlanmış oldu. Televizyonlardaki görüntülere baktığımızda bazı çok katlı binaların kolon direnci olmadan yıkıldığını görüyoruz. Çevrelerinde ve yakınlarında dimdik ayakta duran binalar ise, sanki yıkılan binaları inşa edenlerin yüzlerine tükürüyorlar. Yıkılan binaların yakın bir zamanda inşa edilmiş olması yakın tarihimizden bile ders alınmadığını göstermektedir. Babam Nevres apartmanını inşa ettirirken ustalara ısrarla demire ve çimentoya acımayın. Gerektiğinden azını değil fazlasını koyun derdi. Babama betonarme binaların ömrü en fazla doksan yıl olduğu söylenmektedir. Yani kireçle inşa edilen binalar gibi zamanla daha da sağlamlaşmazlar dediğimde, ben inşa ettirdiğim binanın doksan yıl içinde sağlam kalması için gerekenin yapılmasını istiyorum demişti. Apartmanımızın bodrumunu atölye olarak kullanıyordum. Üç müşterimle konuşurken birden sallanmaya başladık. Müşterilerimin üçü de kaçmaya kalkıştıklarında oturun oturduğunuz yerde. Tüm Menemen’de tüm binalar depremde yıkılacak olsa bile bu bina ayakta kalır dedim. Nedenini sorduklarında, bu binanın temeli dört metre derinliktedir. Tabana kaya gibi iri taşlar döşendikten sonra üzerine çok kalın bir beton dökülmüştür. Su basamağına kadar olan duvarlar ise yetmiş beş santim kalınlığında taşla örülmüştür. Bu binanın inşa edilişini bilenler, dev bir vinç olsa bu bina kıymık dahi kopmadan başka bir yere taşınabilir diyorlar. Bu nedenle evimizde ve bu iş yerimde çok güvendeyiz dedim. Boğluca deresinin kenarındaki binalar yıkılırken ortaya çıkan görüntüler şaşkınlık yaratacak nitelikte. Kolonlarda o kadar az demir kullanılmış ki insan gözlerine inanamıyor. İnşaatta deniz kumu kullanılması da apayrı bir sorun. Yıllar önce Büyükçekmece’de satın alabileceğim bir daire arıyordum. Emlakçının biri Menemenli olduğumu öğrenince hemen hemşeri ayaklarına yattı. Ben de Dikililiyim. Sana çok güzel bir daire göstereceğim. Deniz manzaralı bir daire dedi. Beraberce satılık olan dairenin binasına gittik. Girişteki sütunu görünce emlakçıya daireyi görmeme gerek yok dedim. Nedenini sorduğunda girişteki sütunu gösterdim ve bu mu sizin bana göstermek istediğiniz bina dedim? Sütunun sıvası dökülmüş, incecik demirler adeta sırıtıyorlar. Ayakkabımın burnuyla sütuna vurduğumda kumlar akmaya başladı. Emlakçı, inan bana ben bu binanın bu denli çürük olduğunu bilmiyordum. İyi ki bana ne kadar çürük olduğunu gösterdiniz. Ben bu daireyi hemen portföyümden çıkaracağım dedi. Peki, ya ben inşaattan anlamayan biri olsaydım ve dairenin deniz manzarasına kanıp o daireyi satın alsaydım halim ne olurdu bilemem. İstanbul’da deprem gündemden hiç düşmüyor. Fay hattının Silivri’nin çok yakınında olması kuşkulara neden oluyor. Eşimin en büyük korkusu ise tusunami dalgaları. Oysa ben hiç korkmuyorum. Zira binamızın kolonlarının ve temelinin çok sağlam olduğunu biliyorum. Üstelik villamızın su basmasının yüksekliği yaklaşık bir metre kadardır. Denizle aramızdaki binalar olası bir tusunamide set görevi görecektir. Kaldı ki Marmara denizi bir iç deniz olduğu için depremler çok büyük tusunamiye neden olmaz. Deprem korkusu ile yaşayanlar varsa, eğer binaları sağlam inşa edilmişse korkmaları için hiçbir neden olamaz. Evlerinde güvenle oturabilirler. Özcan Nevres

Özcan Nevres 27.10.2011

Sağlıklı Et İçin Tavşan Bir bilim adamı hormonsuz sağlıklı et yemek istiyorsanız evinizin balkonunda veya bodrumunda tavşan yetiştiriniz diyor. Peki, neden Tavşan? Nedeni memeliler içinde yediğini en verimli şekilde ete çeviren domuzdur. İkincisi ise tavşandır. Üstelik tavşan beslenmede seçici değildir. Ne verirseniz yer. Tavşan nedense havuç ile özdeşleştirilmiştir. Oysa tavşan havucu severek yemez. Kendisine verilen çeşitli yiyeceklerden en son havucu yer. Tavşanların çok önemli bir özelliği daha var. Memeliler içinde midesi insan midesine en çok benzeyen tavşandır. Bu özelliği yüzünden ilaç araştırmalarında kobay olarak kullanılırlar. Tavşan beslemeye karar verenlerin bilmeleri gereken çok önemli bir durum vardır. Tavşanlar kemirgen hayvanlardır. Sert şeyleri kemirmek zorundadırlar. Sert şeyleri karınlarını doyurmak için kemirmezler. Kemirmek tavşanlar için çok önemli bir sağlık sorunudur. Tavşanlar kemirerek ön dişlerinin aşınmasını sağlarlar. Kemirecek bir şey bulamazlarsa dişleri beyinlerine doğru uzar. Uzama sonucu dişler beynine saplanır ve çok feci, bir şekilde ölmelerine neden olur. Çocuk istedi diye tavşan alanlar, veya besicilik yapmak isteyenler aldıkları tavşanın sağlıklı yaşaması için mutlaka ağaç dalları vermelidirler. Aksi halde tavşanlarının acılar içinde kıvranarak ölmesine tanık olurlar ve haliyle çok da üzülürler. Tavşan besleyenler, besleme konusunda bilgi sahibi olmalıdırlar. Evlerinde tavşan besleyenler beslemede sofra artıklarını yedirmekle yetinirler. Oysa tavşanlar ot oburdurlar. Mutlaka bol, bol yeşilliklerle beslenmelidirler. Yeşilliklerin yanında en sevdikleri yiyecek kepektir. Kepeği çok seviyor diye sürekli kepekle beslenmemelidir. Beslenirse çok şişmanlarlar. Şişmanlayan tavşanlardan yavru almak hemen, hemen olanaksızdır. Nedense refah tavşanları kısırlaştırıyor. Tavşanların en sevdiği yiyecekler nelerdir? Hardal, gengel dikeni, yabani yonca, yabani yulaf ve zehirsiz olan her türlü ottur. Dişlerini aşındırmak amacıyla vereceğiniz ağaç dallarının her türünün kabuklarını kemirerek yerler. En sevdikleri ise çitlembik, melengiç ve söğüt ağaçlarının dallarıdır. Yeşillikle beslendikleri sürece suya pek gereksinim duymazlar. Kepek ve ekmekle beslendiklerinde su tüketmeleri oldukça artar. Evinin et gereksinimini karşılamak için tavşan besleyecek olanlar bulabilirlerse Yeni Zelanda cinsi tavşan beslemelidirler. Bu tavşanlar dokuz kilo ağırlığa ulaşabildikleri için et olarak en verimli olan tavşan türüdür. Bu tavşanın derisinin hiçbir ekonomik değeri yoktur. Hem etinden hem de derisinden yararlanmak isteyenler şinşina cinsi tavşan yetiştirmelidirler. Bu tavşanların ağırlığı altı kiloya kadar ulaşır. Bir de alacalı veya beyaz ada tavşanları vardır. Bu cins tavşanlar çok küçük olduklarından eti de derisi de makbul değildir. Tavşanlar sürekli ot ile beslendiklerinden protein gereksinimini kendi dışkılarını yiyerek karşılarlar. Bu nedenle dışkılarını yemeleri yadırganmamalıdır. Tavşanların kümesleri temizlenirken yeni dışkılarına dokunmamak gerekir. İdrarlarının kolayca akıp gitmesi sağlanılırsa kümeste çok sık temizlik yapmaya gerek kalmaz. Ünlü bir söz vardır. Bazı insanlar için kullanılır. Tavşan boku gibi ne kokar ne de bulaşır derler. Bu nedenle idrarı akıp giderse kümeste ağır koku oluşmaz. Tavşanlar dişlerini köreltmek için ne bulurlarsa kemirirler. Evin mutfağına girmeyi başaran bir tavşanın ilk yapacağı buzdolabının arkasındaki gaz soğutma boruları ile kılcal bakır boruyu kemirmek olacaktır. Bu nedenle tavşanların yaşadığı alanda kemirmelerinden zarar görecek olan hiçbir eşya bulundurulmamalıdır. Aksi halde o tür eşyalara çok zarar verirler. Tavşanlar hastalıklara karşı oldukça dayanıklıdırlar. Kolay, kolay hastalanmazlar. Yeter ki doğru beslensinler. İnsanlara çok kolay alışırlar. Fazla yüz bulurlarsa kucak kedisi gibi kucağa yerleşirler. Hatta yatağınıza girip bol, bol yatağınızı ıslatabilirler. Gebelik süreleri yirmi sekiz gündür. Yirmi dokuzuncu gün yeniden hamile kalırlar. Her batında üç ile yirmi arasında yavru doğururlar. Bendeki bir Yeni Zelanda tavşanı bir batında on yedi yavru yapmıştı. Yavrularını yeterli besleyebilmek için sekizini bir yuvaya diğer dokuzunu da başka bir yuvaya doğurmuştu. İyi beslenen bir anne bu yavruların tümünü sağlıklı olarak büyütebilirler. Yuva için en ideal olan temiz yıkanmış yağ tenekeleridir. Tenekenin yatay tarafında yuvanın içini rahatça görebilecek bir delik mutlaka açılmalıdır. Yavruları kontrol etmek ve ölmüş olan yavruları almak için bu delik gereklidir. Deliğin üstü her zaman kapalı olmalıdır. Dişi tavşan yavru doğuracağı yuvasına kendi bedeninden yolduğu tüylerle yatak yapar. Bu yüzden yatak yapması için yuvasına yumuşak bezler koysanız bile hepsini dışarı atar. Yuvasının girip çıktığı deliğini kapatması için yuvanın önüne toprak konulmalıdır. Tavşan sevildiğini bilir ve yavrularını sevmenize karşı çıkmaz. Özcan Nevres

Özcan Nevres 18.10.2011

Kara Kovan Balı Günlerdir televizyonlarda kara kovan balı reklamı yapılmaktadır. Acaba kara kovan balı sağlıklı mıdır? Eğer gerçekten kara kovan balı ise bence sağlıklı değildir. Fenni kovan uygulamasında kovan temizliği oldukça kolay ve sağlıklı yapılabilmektedir. Oysa kara kovanda temizlik yapma şansı yoktur. Ancak her hasat zamanı kovanlar değiştiriliyorsa kısmen bakımsız olanlara göre daha hijyeniktir. Bu nedenle bal üretiminde kara kovan yerine fenni kovan ballarını yeğlemek gerekir. Yıllar önce Muğla’da yaşamımı sürdürürken bir müşterim bana iki kilo kadar köfün balı getirdi. (kara kovan dedikleri? Petek balı olduğu için tamamen doğal ve her hangi bir işlem görmemişti. Kahvaltı masasına koymak üzere petekten bir parça kestiğimde iğrenç bir durumla karşılaştım. Peteğin içinde ölü bir ağustos böceği vardı. Peteği dikkatle incelediğimde içinde başka böcekler olduğunu gördüğümde balı olduğu gibi çöp sepetine attım. Bir daha da doğal dedikleri petek ballarına hiç itibar etmedim. Satın alınacak olan bal süzme olduğuna göre peteği doğal olsa ne olur? Doğal olmasa ne olur? Aradaki tek fark fiyatının oldukça yüksek olmasıdır. Eğer bal kavanozdan boşaltılırken kesintisiz akıyorsa o bal doğaldır. Zaten bala hiçbir ürün karıştırılamaz. Karıştırılırsa akıcılığını kaybeder. Bazı uyanıklar şekerleme fabrikalarında yaptırdıkları bal görünümlü mamulleri baldan anlamayanlara bal diye satabiliyorlar. Fiyatı gerçek ballara göre çok düşük olduğundan tüketiciler aldanıp bu ürünü alabiliyorlar. Bir gün babam kahvehaneye bal getirdiler. Fiyatı çok ucuzdu. Herkes gibi ben de aldım ama bu üründen bal tadı alamadım dedi. Baba dedim, o aldığın bal değil ki. O glikoz ile yanık şekerle oluşturulmuş, bal görünümü verilmiş bir ürün. Şeker niyetine kullan desem güvenemem. En iyisi at gitsin dedim. Bir gün kahvehanede otururken sahte bal satan biri geldi. Masama çağırdım. Nerenin balı bu diye sorduğumda, Muğla’nın en kaliteli ballarının elde edildiği Karaböğürtlen’in adını verdi. Sen nerelisin diye sorduğumda Kara böğürtlenliyim dedi. İsmail Aktürk ne yapıyor? Görüşüyor musunuz diye sordum? Ben onu tanımıyorum dediğinde tabi ki tanımazsın. Zira sen Karaböğürtlenli değilsin. Karaböğürtlenli olsaydın AEG Bayisi ve bal tüccarı İsmail Aktürk’ü tanırdın. Üstelik bu sattığın gerçek bal değil. Sahte balı gerçek bal diye satmak sahtekârlıktır, dolandırıcılıktır dedim ve kahveciye karakola telefon et de bu sahtekârı alıp götürsünler dedim. Hemen bal kavanozunu kucakladı ve ben burada kimseye bal satmadım ki dolandırıcılık suçu işlemiş olayım deyip hızla kahvehaneyi terk etti. Belli ki bu konuda iyi bir eğitim almıştı. Değerli okurlarım. Her pahalı satılan ürün üstün değildir. Ben yıllardan beri kavanozu on bir buçuk lira olan balı kullanıyorum. (reklam olmasın diye marka ve mağaza adını yazamıyorum) Balı alırken kesinlikle vitrine konulmuş olan kavanozu almam. Henüz kutusundan çıkarılmamış olanı alırım. Kutu içinde yoksa ışığın en az etkili olduğu yerden alırım. Televizyonlarda pazarlanan balların bir kısmının kilosu yirmi beş liraya satılıyor. Bir kısmının fiyatı ise otuz lirayı geçiyor. Benim aldığım bal ise on dört lirayı biraz aşıyor. Bal konusunda bilgisi olmayanlar donmadığı için çam balını tercih ediyorlar. Çam balının damak tadı çok güzeldir ama çiçek balı kadar sağlıklı değildir. Zira çiçek balı yüzlerce, hatta binlerce çeşit çiçek özünden üretilmektedir. Çiçek balı bu üstün niteliğine rağmen zamanla donar. Bu donmanın şekerden olduğunu zannedenler aldanıyorlar. Donan bal sağlıklıdır. Donmayan ve güneş gören ballar asla sağlıklı değildir. Eğer aldığınız bal donmuş ise bal kavanozunu en fazla elli derece sıcaklıktaki soya koyunuz. Eridikten sonra donmadan iki ay daha bekletebilirsiniz. Yine donduğunda aynı işlemi tekrarlarsınız. On dört yıl bal diyarı Muğla’da yaşadım. Profilo Holdingin Muğla bölge servis şefi iken en çok aldığım hediye süzme ve petekli baldı. Arıcılarla da iyi dostluğum vardı. Bal konusundaki en güvenilir bilgileri hep o arkadaşlardan edinmiştim. Bir keresinde Datça’nın ünlü kekik balından beş kilo satın almıştım. Bal yemeyen oğullarım o kekik balı yüzünden balsız kahvaltıya oturmaz olmuşlardı. Gerçi çiçek balı kekik balına göre çok daha sağlıklıdır. Aradaki fark yalnızca damak tadından ibarettir. Bal alırken tarım bakanlığından onaylı balları alınız. O firmalar balı en sağlıklı ve hijyenik koşullarda kavanozlara doldurmaktadırlar. Bakanlığın sürekli kontrolünde olduğu için standartlara uymak zorundadırlar. Özcan Nevres

Özcan Nevres 15.10.2011

Yunanistan’ın Akil Adamı Yunanistanlı bir Profesör Yunanistan’ın içine düştüğü ekonomik açmazdan kurtulabilmesi için Avrupa Birliğinden ayrılıp Türkiye ile bir entegrasyona girmesi gerekir diyor. Peki, Yunanistan’ı bu duruma düşüren nedir. Her ne kadar işçi ve memur aylıklarının yüksek oluşu bu duruma düşmenin sorumlusu gösterilmek isteniyorsa da, esas sorun adalardır. Ege’deki adalar içinde su sorunu yaşanmayan tek ada Gökçe adadır. Henüz statüsü belirlenmemiş olan yüz elli ada ile birlikte on iki adaların tümü su fakiridirler. Yunanistan hükümeti bazı adaları elinde tutabilmek için ada sakinlerine yüksek maaş ödemektedir. Su fakiri olan bu adalara ana karadan tankerlerle içme ve kullanma suyu taşınmaktadır. Bu durum Yunan ekonomisine ağır bir maliyet yüklemektedir. Peki, Yunanistan bu ot bitmez adaları niye elinde tutmak ve diğer statüsü belirlenmemiş adalara da sahip olmak istiyor. Bilindiği gibi Yunanlıların Megalo ideası vardır. Yani büyük Yunanistan hayali. Önce tüm Ege’ye sahip olacak ve sonra da İstanbul ile İzmir’i ele geçirip büyük Yunanistan hayalini gerçekleştirecek. İşte bu nedenle Yunanistan yıllardan beri silahlanmaya çok büyük paralar harcamaktadır. Haliyle karşısındaki Türkiye de boş durmuyor. O da silahlanmaya çok büyük paralar harcıyor. İşte bu durumu iyi irdeleyen Profesör, Yunanistan’ın Türkiye ile entegrasyona gitmesini istiyor. Bu sayede silahlanmaya harcanan paraları her iki ülke de yatırımlara, dolayısıyla kalkınmaya harcayacaklar. Akla gelen soru mutlaka böyle bir şey olur mu sorusu olacaktır. Bence olması gerekir ama olması mümkün değildir. Zira Yunanistan ülkesinin çocuklarının beyinlerini Türk düşmanlığıyla yıkamaktadır. Türkiye’de televizyon yayını yetersizken Yunan televizyonunu izlemek zorunda kalıyorduk. Yunan televizyonunun en uzun dizisi Kılıç Ali Paşa ile ilgili olanıydı. Kılıç Ali Paşa kılıç zoruyla birçok insanı Müslüman olmaya zorlamış olduğu için Yunanlıların en çok kızdıkları Türk’tü. Bu yüzden Kılıç Ali Paşaya ve Türklere ateş püskürüyorlardı. Türkiye ile Yunanistan arasında dostluk köprüleri kurulması için önce Yunanistan’ın Türk düşmanlığından ve Ege denizini bir Yunan gölü yapma sevdasından vazgeçmesi gerekir. Bu yapılmazsa dostluk bağları kurulamaz. Türkiye Yunanistan’a birçok kere dostluk elini uzatmıştır. İkinci Dünya Savaşında Yunan halkı açlıktan ölürken Türkiye Yunanistan’a gemiler dolusu yiyecek göndererek en büyük dost olduğunu göstermişti. Belki de bu yüzden geçmişte yaşadığımız deprem felaketinde yardımımıza koşan ilk ülke Yunanistan olmuştur. Yunanistan ile sağlam, kalıcı dostluk köprülerinim kurulabilmesi için Yunanlıların çocuklarını Türkler geliyor yaygarasıyla korkutmaktan vazgeçmeliler ve çocuklarına Türklerle dost olmayı sevdirmelidirler. Aslında Türkler ve Yunanlılar bir araya geldiklerinde çok çabuk kaynaşa bilmektedirler. Düşmanlığı yaratan ve körükleyen yöneticileridir. Yıllar önce Konak Meydanı ile vapur iskelesi arasında cadde vardı. Vapur iskelesine gidecek olanlar arabaların arasından adeta akrobasi yaparak giderlerdi. Çıkışta da aynı durum yaşanırdı. Yaşı yetmişi açmış bir çift arabaların arasına dalıp karşıya geçmeye korktukları için beklemekteydiler. Yardım için yanlarına gittiğimde Rumca konuştuklarını fark ettim. Ben de onlara Rumca benimle gelin dedim ve iki yaşlının arasına girerek ellerinden tuttum. Arada birinin elini bırakıp karşıdan gelen arabalara yavaşla işareti veriyordum. Yaşlıları kazasız belasız karşıya geçirdiğimde bana defalarca teşekkür ettiler. Keza Yenifoça’nın tarihi camisini ziyarete gelen Rumlara dilimin döndüğü kadar tercümanlık yaptığımda aramızda hemen bir dostluk bağı kuruluyordu. Sülalemin Girit kökenli olduğunu söylediğimde dostluğumuz daha da pekişiyordu. Eğer Yunanistan’ı yönetenler, her zora düştüklerinde Türkler geliyor, Türklerle savaş kapımızda çığırtkanlığından vazgeçerlerse iki ülke insanı arasında çok sıkı dostluk bağları kurulabilir. Bu da iki ülke için çok büyük kazanç olur. Özcan Nevres

Özcan Nevres 12.10.2011

Savaş Bulutları Ülkemizin üzerinde savaş bulutları her geçen gün biraz daha yoğunlaşıyor. Eğer bir savaş çıkacaksa bu savaş yalnızca Türkiye ile İsrail arasında olmayacaktır. Zira Amerika şımarık çocuğu İsrail’i kesinlikle Türkiye karşısında yalnız bırakmaz. Bu durumu fırsat bilecek olan Yunanistan, çökmüş olan ekonomisine rağmen Megalo ideasını gerçekleştirmek için Türkiye’ye karşı İsrail ile birlikte savaşa girecektir. Böyle bir savaşta kara orduları ancak Yunanistan ile savaşabilir. İsrail ile ise savaş denizde ve havada olur. İsrail Türkiye’ye saldırmak için kara ordularını harekete geçiremez. Geçirebilmesi için bölgedeki Arap ülkelerinden izin alması gerekir. Ya da cebren komşu ülkelerin topraklarından geçmeye çalışır. Bu da uzun yıllardan beri altı gün savaşının intikamını almak için bilenmekte olan Arap ülkelerini de bu savaşın içine çeker. Bu da İsrail’in işine gelmez. Olası bir savaşta savaş İsrail ile Türkiye denizde ve havada savaşacaklardır. Türk ordusu için en büyük tehlike bu savaşta Amerika’nın frekans bozucu cihazlarla iletişimi sekteye uğratmasıdır. Zira iletişimi yok edilen bir ordu savaşı kaybetmeye mahkumdur. Yakın tarihte bunun örneği Irak ile Amerika arasındaki savaşta yaşanmıştır. Amerika frekans bozucu yayınlarla Irak ordusunu savaşın dışında bırakmıştır. İsrail yedi milyonluk nüfusuyla Türkiye’ye kafa tutmasının tek nedeni sahip olduğu nükleer silahlardır. Bu üstünlük çıkacak bir savaşta, savaşı İsrail’in kazanmasına neden olmaz. Zira nükleer güce sahip olan Türkiye dostu ülkelerden her an Türkiye’ye destek gelir. Kıbrıs savaşında olduğu gibi. Üstelik Türkiye eski Türkiye değildir. Gereksinimini duyduğu savunma silahlarını kendisi imal etmiştir. Kıbrıs savaşının öncesine göz atmakta yarar vardır. O yıllarda Türkiye’nin hava kuvvetlerinde Fantom uçakları yoktu. Savaş öncesinde semalarımızda Fantom uçakları uçmaya başlamıştı. O uçaklar Türkiye’ye Libya tarafından verilmişti. Kıbrıs’a çıkarma başlayıncaya kadar askerlerimizin elinde Kurtuluş savaşımızdan kalma silahlar görülüyordu. Savaş başladığında o silahların yerini G 3 ler almışlardı. O yıla ait Yunanistan’ın askeri gücü ile yapılan karşılaştırmada silah üstünlüğü Yunanistan’da görülüyordu. Türkiye’nin elinde üç denizaltı ve üç de çıkarma gemisi görünüyordu. Kayınpederim Darıca’da evinin balkonunda otururken Gölcük’ten Çanakkale yönüne gitmekte olan on üç denizaltı saymıştı. Kıbrıs çıkarmasına otuz beş çıkarma gemimiz katılırken, Çeşme körfezinde de otuz beş çıkarma gemisi istim üstünde bekletiliyordu. Bu durum bile Yunanistan’ı aymazlıktan kurtaramamıştı. Türkiye geleneksel savaş taktiklerinden biri olan asker kaydırmayı bu savaşta da uygulamıştı. Gündüz Trakya’dan hareket eden askeri birliklerimiz güya Akdeniz’e doğru gidiyorlardı. Oysa gece karanlığı bastığında askerlerimiz hareket noktasına geri dönüyorlardı. Bu duruma aldanan Yunanistan yöneticileri Trakya askerlerden arınmışken fırsat bu fırsat diyerek Genel Kurmaylarına Trakya’ya saldır emrini vermişlerdi. Genel Kurmay başkanı yanılıyorsunuz. Trakya’dan bir tek asker bile Akdeniz’e gönderilmemiştir. Eğer Türkiye’ye saldırırsak ağır bir hezimete uğrarız diyor. Buna rağmen hükümet saldırmakta ısrar edince Türkiye adaları işgal etmek için Çeşme’de otuz beş çıkarma gemisini istim üzerinde tutuyor. Bu durumu görerek saldırı emrine uymam mümkün değil. Lütfen istifamı kabul edin diyerek görevinden ayrılıyor. Genel kurmay başkanının sayesinde Yunan hükümeti aymazlıktan kurtulup Türkiye ile savaşmaktan vazgeçiyor. Bu günkü silah üstünlüğü karşılaştırmasında İsrail daha üstün görünüyor olabilir. Oysa Türk ordusu kapalı kutu gibidir. Savaş çıktığı anda Türkiye ile savaşa giren ülke ve ülkeler çok önemli sürprizlerle karşılaşabilir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 26.09.2011

Sağlıklı Gıda Süt Uzmanlar bize en sağlıklı gıdanın süt olduğunu öğretmişlerdi. Geçmişte bu sağlıklı gıdayı sokak sütçülerinden alırdık. O sayede en güzel yoğurdu evimizde kendimiz yapardık. Daha dünmüş gibi anımsıyorum. Sokaklarda süt satan Giritli Niyazi ağayı. Onu kızdırmak için senin sütün bozuk dediklerinde en yakası açılmadık küfürlerle karşılık verirdi. Gerçi o cümlenin iki anlamı var. Birincisi sattığı süt bozuk. İkincisi ise annesinin emzirdiği süt bozuk. Niyazi ağa cahil bir insandı. Bu nedenle anladığı sattığı sütün bozuk olduğuydu. O dürüst bir insandı. Sütüne asla su katmazdı. O yüzden sütün bozuk diyenlere çok kızardı. O yıllarda gereksinimiz olan sütü ister sokak satıcılarından alalım. İster inekleri olanların evlerinden alalım. Kesinlikle almış olduğunuz süt doğaldı. Zamanla sokak satıcıları daha fazla kar etmek için süte su katmaya başladılar. Bu davranışları itibar kaybetmelerine neden oldu. O yüzden de pastörize süt üreten fabrikaların karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Kanımca artık sokaklarda süt satan esnaf kalmadı. Gerçi pazarlara süt çıkarıp satanlar halen var ama devede kulak misali oldukça sayıları azaldı. Süt Endüstrisi Kurumu süt üretip satmaya başladığında çok iyi bir müşterisi olmuştum. Kurum pastörize ettiği sütü cam şişelerde ve günlük olarak piyasaya sunardı. Bolca tükettiğimiz yoğurdu o şişe sütlerinden mayalardım. Oldukça lezzetli yoğurt elde ederdim. Oysa günümüzdeki kutu sütlerinden değil yoğurt, ayran bile olmuyor. Profesör Ahmet Maranki’nin önerisine uyarak yoğurdumuzu evimizde üretmek için bir yoğurt makinesini İnternet’ten satın aldım. Meğer fotoğrafta göründüğü gibi değilmiş. Oyuncak gibi bir şey. Bir defada ancak yedi yüz gram yoğurt yapılabiliyor. Oysa kendi elimle yaptığım yoğurt makinesinde on litre sütten yoğurt yapılabiliyor ama fazla yer kaplayacağından mutfağımıza koyamadık. Gelelim yoğurt makinesinde yapılan yoğurda. Piyasadaki birçok firmanın yağlı dediği sütlerden kullandığım halde yoğurt değil de ayrana benzer, cıvık mı cıvık bir sonuç aldım. Bu sütleri pastörize edip piyasaya sürenlere sormak gerekir. Sizin sütlerinizden niye yoğurt olmuyor? Sanırım bin dereden su getirerek mamullerini savunmaya kalkışırlar. Bir litre sütte ne kadar yağ var dersiniz? Binde otuz altı. Oysa pastörize sütlerin kimilerinde binde otuz, kimilerinde ise binde otuz dört diye yazıyor. Peki, bu var dedikleri yağ tencereye girdiğinde nereye gidiyor? Neden bu sütlerden yoğurt olmuyor? Bu konuyu yoğurt ve peynir üreten bir firmanın sorumlusu olan bir gıda mühendisine sormuştum. Nedenini keşke ben de bilebilseydim. Zira biz süt işi yapmıyoruz dedi. Hangi firmanın sütü olursa olsun. Eğer ürettikleri sütten yoğurt yapılamıyorsa o sütte su oranı çok yüksek demektir. Yani ürettikleri süte su katmışlardır. Yıllarca pastörizeciler sokak satıcılarından süt almayın diye televizyonlarda uyarılar yaptılar. Sokak satıcılarının sütleri sağlıklı değildir dediler. Keşke makul fiyata süt satan sokak satıcıları olsa da onlardan süt alıp kaymak gibi yoğurt yapabilsem. Yaz aylarında Foça’da yaşarken babası eskiden babamın koyun sürüsünde çobanlık yapmış olan birinden yoğurt yapmak için süt aldığımda bir türlü kıvamı tutturamadım. Babamın öğrettiği aklıma geldi. Tırnağıma almış olduğum sütten bir damla koydum. Mercimek tanesi gibi tırnağımda duracağına yayılıverdi. Bu da süte su katılmış olduğunun göstergesiydi. Yani dost kazığı yemişim ama farkında değilmişim. Daha sonra sütü başka bir yerden aldığımda gayet kaliteli yoğurt yapmaya başlamıştım. Artık sokaklarda süt satan kalmadığı gibi üreticilerden de süt alma olasılığı yok. Zira süt toplayıcılarının verdiği ücretin iki katını istiyorlar. O sütü almak için kat edeceğim yolun masrafı da cabası. Bu durumda yapacağım tek bir şey kaldı. Yoğurt makinesini mutfak bankosunun altına yerleştirip yine bol katkılı firma imalatı yoğurtlarını alıp tüketmek olacak. Keşke Süt Endüstrisi Kurumunun ürettiği gibi yine cam şişelerde günlük sağlıklı süt üretip satan bir firma olsa da yine ağız tadıyla sağlıklı yoğurt üretip yiyebilsek. Akrabalarımızın bir araya geldiği bir günde sohbet ederken Süt Endüstrisi Kurumunun son müdürü Mustafa Özkoç ile konuşurken kurumlarının özelleştirileceğini söylediğimde neeee dedi. Kurum özelleştirilecek mi? Bunu nasıl yaparlar? Özellikle çocukların temel gıdası süttür. Bu nedenle bunu yapamazlar. Yapmamalıdırlar dedi. Ama ne yazık ki yaptılar. İnşallah bir gün halk sağlığına gerekli değer verilir ve süt yine sağlıklı şişelerde tüketicilere sunulur. Özcan Nevres

Özcan Nevres 26.09.2011

Bu Saçmalıklar Ne Böyle Bir profesör piyasadaki zeytinyağlarının birçoğunun hileli olduğunu söyleyerek zeytinyağı tüketicilerinin kafalarını iyice karıştırdı. Bunu fırsat bilen bir satıcı raftan aldığı yarım litrelik zeytinyağını göstererek bu özel bir imalattır. Bu nedenle fiyatı otuz iki liradır diyor. Özel imalat! İşte burada durmak gerekir. Zeytinyağı sıkma işleminde yeni bir metot bulundu da benim mi haberim yok? Zeytinyağı çıkarılmasında tek bir metot vardır. O da sıkmadır. Bazı köylerde küçük zeytin işletmeleri vardır. O işletmelerde zeytini sıktıkları mengenelerde ya insan gücü, ya da hayvan gücü kullanılır. O işletmelerde zeytinin çekirdeği kırılmaz. Bu yüzden zeytinyağı oldukça saftır. O işletmelerde çuvallara doldurulan çekirdekler zeytinyağı fabrikalarına gönderirler. Fabrikalardaki güçlü mengeneler çekirdekleri kırarak içindeki yağı çıkarırlar. Kabukları bazı işletmelere yakacak olarak satılır. Nasıl ki bir koyunun etinden, sütünden ve dışkısından yararlanılıyorsa zeytin taneleri de koyunlar gibidir. Hem yağından hem de yakıt olarak yararlanılır. Zeytin ağaçları her yıl budatılır. İşe yaramaz dallar kesilir. Kesilen dallar da yakıt olarak kullanılır. Zeytin ağacının odunu ve yaprakları çıra gibi yanar. Zeytinyağı çıkaran fabrikalar ve diğer küçük işletmelerde çıkarılan yağa hiçbir katkı yapılmaz. Zira alıcılar alacakları yağın saflığını ve asit derecesini mutlaka ölçtürdükten sonra yağı alırlar. Yani zeytinyağını birinci elden fabrikalardan alma şansı olanlar için hiçbir sorun yoktur. Üstelik zeytinyağını çok ucuza alma şansına sahiptirler. Bu şansa sahip olmayanların yapacakları tek şey, aldıkları ürünün TSE onaylı olup olmadığına bakmalarıdır. TSE damgalı olanlardan hiçbir kuşku duymamaları gerekir. TSE damgalı ürünler belirlenen ölçülere uygun değilse TSE o firma ile anlaşmasını iptal eder. TSE damgasını kullandırmazlar. Piyasadaki zeytinyağlarının birçoğunun karışık olduğunu söyleyerek tüketicileri pahalı ürünlere yönlendirenler neyi amaçlıyorlar? Geçmişte olduğu gibi zeytinciliğe yani bir darbe indirmeyi mi? Geçmişte tüketicileri ayçiçeği ve soya yağı tüketmeleri için yönlendirilmişlerdi. Önerilen yağlar zeytinyağından ucuz olduğu için tüketiciler zeytinyağını çok az kullanır olmuşlardı. Bu olumsuzluğa Gomeller rezaleti eklenince de zeytinciliğimize en büyük darbe indirilmişti. Zeytinyağı kullanıcıları iyice azalınca zeytin ve zeytinyağlarının fiyatı çok düşmüştü. Zeytin toplamanın getirisi maliyetini karşılamayınca yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek yakıt olarak kullanıldı. Yakıt olarak kullanılmasının nedeni ise zeytin ağacı keresteciliğe elverişli değildir. Yıllar sonra zeytinyağının sağlığımıza çok yararlı olduğu anlaşılınca zeytinyağının fiyatı yükselince, arazinin zeytinciliğe elverişli olup olmadığına bakılmaksızın zeytin ağacı dikimi büyük bir hız kazandı. Oysa zeytin tarımı verimsiz, tarıma elverişli olmayan arazilerde yapılmalıdır. Zira verimsiz arazilerde yetiştirilen zeytin ağaçlarının ürününden iki buçuk, üç kilo zeytinden bir kilo düşük asitli yağ elde edilir. Tarıma elverişli verimli arazilerde yetiştirilen zeytin ağaçlarının zeytinlerinden ise altı buçuk yedi kilodan bir kilo yağ elde edilir. Üstelik çıkarılan yağ yüksek asitlidir. Sağlıklı beslenmede zeytinyağının önemi çok büyüktür. En iyi beslenme tarzı Akdeniz usulü olan beslenme kabul edilir. Aslında Akdeniz tarzı beslenme dedikleri Girit usulü beslenme tarzıdır. Eski Giritliler sofralarından birçok ot türünden yapılan salata ve yemekleri eksik etmezlerdi. Giritliler İzmir ve çevresine yerleştiklerinde yerli halk Giritlilerin otlardan yaptıkları yemekleri yemelerini çok yadırgamışlardı. Bir gün akıllarınca Giritlileri aşağılamak için bir eşeğin semerine bir pankart iliştirirler ve eşeği valinin konağının bahçesine sürerler. Pankartta Giritliler geldiğinden beri açız diye yazmaktadır. Vali birkaç Giritlinin çağırılmasını emreder. Makamına getirilen Giritlilere siz ot yer misiniz diye sorar? Giritliler otlardan birçok yemek ve salata yaptıklarını söylerler. Bunun üzerine vali yaptıkları yemeklerden kendisine getirilmesini ister. Giritlilerin getirdikleri yemek ve salataları tadan vali yemekleri çok lezzetli bulur. Bunun üzerine çevirin şu pankartı der ve kendi eliyle ya bu otları yemeyen eşekleri ne yapmalı? Diye yazar ve eşeği geri gönderir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 16.09.2011

Yoksulluk Ve Yokluk Dönem. Bizim kuşak çocukluk ve gençlik yıllarını yoksulluk ve yokluklarla geçirdi. İkinci Dünya Savaşının neden olduğu kıtlık bütün insanların belini bükmüştü. İnsanlar alacakları üç beş metre kaput bezi veya basma için karne almak zorundaydılar. Zaten ekmek de karneyle alınıyordu. Yetişkinlere yarım ekmek, çocuklara ise çeyrek ekmek veriliyordu. O yılların ekmeğini günümüzdeki ekmeklerle kıyaslamamak gerekir. Zira o yıllarda ekmek bin gramdı. Birçok insanımız evini aydınlatmak için gerekli gazı bulamıyor, ya da alamıyordu. Neyse ki bizde zeytinyağı boldu. Annem ders çalışmamız için üç dört kahve fincanına fitil koyup yakardı. Komşumuzun oğlu evlerinde ışık olmadığından bize gelir beraber ders çalışırdık. Kandillerin ışığı yetersiz kalsa da yetinmek zorundaydık. Zira dışarıya biraz ışık sızsa mahalle bekçileri kapıları kırarcasına çalarak dışarıya ışık sızmaması için uyarırlardı. Zira tüm yerleşim alanlarında karartma vardı. Sokağımızın karşısında Fotoğrafçı Halil İbrahim Akgün’ün evi vardı. Koskoca Menemen’de saysanız yirmi radyo çıkmazdı. Bu radyolardan bir tanesi de Halil İbrahim Akgün’deydi. Radyosu elektrikli olduğundan gündüzleri öğle zamanı verilen elektrik yüzünden yalnızca bir saat çalışırdı. Komşuları haberleri dinlemeleri için radyosunun sesini sonuna kadar açardı. Her haberde şu cümle tekrarlanırdı. Dikkat, dikkat Alaman bombardıman uçakları falan yeri bombalıyor. Savaş her ne kadar bize uzak görünüyor olsa da Almanların ne yapacağı belli olmazdı. Türkiye Alman işgaline karşı her türlü önlemi almıştı ama üstün Alman savaş gücü karşısında ne yapabilirdi? Trakya’nın her yeri koruganlarla donatılmıştı. Trakya bölgesinde halen sapasağlam durmakta olan koruganlar o yılların eseridir. Askeri deha İsmet İnönü Almanlara rest çekmişti. Hudutlarımıza kırk kilometreden fazla yaklaşırsanız bunu savaş ilanı kabul edeceğiz demişti. Bu nedenle Almanlar sınırlarımızdan uzakta hareket etmeyi yeğlemişlerdi. Savaş bittikten hemen sonra çok partili hayata geçilmişti. Demokrat Parti iki konuyu istismar ederek siyasi hayata atılmıştı. Birincisi karne ile ekmek verilmiş olması, ikincisi ise din istismarı. Savaş süresince bazı camiler askeri erzak deposu olarak kullanılmıştı. Bir gün İsmet İnönü Manisa’da Manisa halkına hitap ederken sekiz yaşlarındaki bir çocuğun eline bir ekmek tutturmuşlar. Çocuk ekmeği İsmet Paşaya göstererek, paşa, paşa sen bize bu ekmeği karne ile yedirmiştin dediğinde İsmet Paşa küçük kıza EVET KIZIM BEN SİZE EKMEĞİ KARNE İLE YEDİRDİM AMA SİZİ ÖKSÜZ BIRAKMADIM demişti. Demokrat Parti iktidara geldiğinde büyük bir bolluk yaşanmıştı. İsmet Paşa yönetiminin bıraktığı ağzına kadar dolu olan hazinenin hiç bitmeyeceğini sanıyorlardı. Ülkeyi incik boncuklarla ve işe yaramaz traktörlerle doldurmuşlardı. Üretime yöneleceklerine tüketime yönelmişlerdi. Bolluğun saltanatı bin dokuz yüz elli beş yılına kadar sürmüştü. Bolca ithal edilen radyolara ne lamba ne de pil bulunmaz olmuştu. Çiftçi sabanının ucuna kaynattıracak bir demir parçasını bile bulamıyordu. Yirmi yedi kasım bin dokuz yüz elli yedide askerlik görevimi tamamladım. Bin dokuz yüz elli sekizin şubat ayında ilk dükkânımı açtım. Dükkânımda elektrik tesisat ve radyo tamir işleri yapacaktım. Yapacaktım ama gerekli malzemeleri bulamıyordum. İş yerimi kapatıp Çiğli Hava Alanı inşaatına elektrik ustası olarak girdim. Ne de olsa Nafıa Vekâletinden almış olduğum yetki belgem vardı. O yıllarda şimdiki gibi darbeli matkaplar yoktu. Elektrik tesisatı için çekiç ve keski gücüyle dübel yuvaları açıyorduk. Zorun zoru bir işti ama parası iyi idi. Yirmi sekizinci gün yönetime çağırdılar. Hangi siyasi partiye üyesin diye sordular. CHP liyim deyince hesabımı kesip beni şutladılar. Tekrar dükkân açmak zorunda kaldım. Tam o sırada piyasaya DK92 serisi pilli radyoların lambaları çıktı. DK40 serisi lambalar üretimden kaldırıldığı için hiç bulunmuyordu. İmdadıma bu radyolar yetişti. Onarın soketlerini söküp yerine Dk92 serisinin soketlerini takıp radyoları çalışır hale getiriyordum. Biri İzmir’de DK40 serisi lambalı radyosunu birçok tamirciye götürmüş ama hepsinden de aynı yanıtı almış. Bu radyoların lambaları artık üretilmiyor. Mezarlıkbaşı’ndaki radyo tamircisi Hulusi Özersin’e gidiyor. O da beni öneriyor. Adam sen benimle dalga mı geçiyorsun dediğinde amca ben seninle niye dalga geçeyim. Menemen’e git. Nevres Ahmet Kâhyanın oğlunu arıyorum diye kime sorsan dükkânını gösterirler diyor. Adam radyosuyla Menemen’e gelip beni buluyor. Yüz elli liralık fiyatımı kabul ediyor. Hemen soketlere lehimli olan kabloları kesmeye başladığımda her kabloyu kestiğimde adam böğrüne kurşun yemiş gibi zıplıyor. Amca sen kahvehaneye git. Saate bak. Tam iki saat sonra gel dedim. Soketleri şaseye tutturacak somunlu vida bulunmadığından soketleri şaseye lehimle sabitliyorum. Kısa zamanda tüm bağlantıları yaptım. İki saat dolduğunda adam geldi. Radyom oldu mu diye sorduğunda kusura bakma be amca o kadar çok tel kesmişim ki, neyi nereye lehimleyeceğimi bilemedim dedim. Adam öfkeyle ben zaten öyle olacağını biliyordum dediğinde git bir katot pili al gel. Anot piline gerek yok. Onu elektrikle hallederiz dedim. Radyosunun mükemmel olduğunu gördüğünde teşekkür edip hesabı ödedi. İki yıl sonra da radyosunu transistorluya çevirmem için getirmişti. 1961 yılında ilk Transistorlu radyolar piyasaya çıktı. Çıkması iyi de transistorun ne olduğunu bilmiyoruz. Bir vitrinde küçücük Transistor Tekniği adlı kitabı görünce hemen satın aldım. Meğer çalışma tarzı hemen, hemen lambalarla aynıymış. Önce pilli radyoları transistorluya çevirmeye başladım. Daha sonra da İMGE markasıyla radyo imal etmeye başladım. Televizyon tamir işine girince de radyo tamirciliğine veda ettim. Mesleğimde çalıştığım sürece hep yokluklarla mücadele ettim. Zaman olur bir hoparlör veya bir varyabl kondansatör bulamazdık. Şimdi öyle mi? Ne ararsan var. Hem de en mükemmelleri. Bazen hayıflanıyorum. Keşke mesleğimi bu kadar erken bırakmasaydım da bu bolluk içinde çalışsaydım diyorum. Özcan Nevres

Özcan Nevres 12.09.2011

Lanet Olsun Şu insan kılıklı ama insanlıktan zerrece nasibini almamış olan üvey annenin yaptığına bakın. Dokuz yaşındaki üvey oğlunun diyemeyeceğim. Zira öyle biri anne olamaz. Yalnızca doğurmakla annelik olamaz. Anne olmak için erdemli olmak gerekir. Bu insanlıktan nasibini almamış kadın kocasının oğlunu cezalandırmak için kıçına oklavayı sokuyor. Öyle bir hırsla sokmuş ki çocuğun bağırsakları parçalanıyor ve çocuk ölüyor. Böyle bir insanlık dışı vahşetin cezası ne olmalı? En azından idam değil mi? Ne yazık ki idam cezası kaldırıldığından idam edilme olasılığı yok. Yani bu insanlıktan nasibini almamış kadın yıllarca cezaevinde bizim, hepimizin paralarıyla el bebek gül bebek bakılacak. Yeri geldiğinde yaşadığı ortamı beğenmeyecek ve daha konforlu bir yaşam isteyecek. Bunları düşündüğümde idam cezasının kaldırılmasına neden olanlara lanet olsun diyorum. Bu dokuz yaşındaki çocuğun insanlık dışı bir vahşetle öldürülmesi gözümüzün açılmasına neden olmalıdır. Zira her gün gazetelerde okumakta olduğumuz kadınların tasarlanılarak öldürülmesinden, sudan bahanelerle cinayetler işlenmesinden gına geldik. Bu cinayetlerin ve vahşetin sona erdirilmesi için mutlaka idam cezası uygulamasına tekrar başlanılmalıdır. Hem de idam kararı vermiş olan mahkemenin kararı yeterli olmalıdır. İnfaz için meclisten onay beklenilmemelidir. Somali’deki kuraklık nedeniyle başta hükümetimiz olmak üzere, iş adamları ve sanatkârlar yardım için sıraya girdiler. İlk akla gelen yardım için bunca şova ne gerek var? Kızılay’ımız ne güne duruyor? Kızılay’ın devre dışı bırakılarak yapılan yardımların vitrinlerde satış için yer almalarına ne demeli? Yardımı sevinçle karşılayanların tümünün maşallahı var. Hepsi de tombul tombul. Açlıktan ölmek üzere oldukları söylenilen bebeklerde tosun gibiler. Bir de bizim varoşlara gidip oralardaki kadınlarımızı ve çocuklarımızı görsünler. Halen çöp bidonlarında nafaka arayan binlerce insanımız var. Önümüz kara kış. Üstelik küresel ısınma yüzünden çok anormal bir ilkbahar ve yaz mevsimi yaşadık. Bu yıl yaz gelmeyecek derken sıcaklar aniden bastırdı ve hepimizi bunalttı. Ağustos sıcaklarını yaşamamız gerektiği bir sırada iki gün insanları hasta eden bir serinliğe yakalandık. Eğer kışımız da bu gibi olumsuzluklarla geçecek olursa vay halimize. Zira özellikle yaşlılarımızın bünyeleri bu düzensiz hava değişikliklerinden çok fazla etkilenir. Küresel krizin ülkemizden teğet bile geçmeyeceğini söyleyenler, bu Somali yardımlarını davul zurna ile gelmekte olan küresel ekonomik krizi dikkatlerden kaçırmak için mi kurguladılar? Bu kriz Avrupa’nın dev ekonomilerine oldukça ağır darbeler indireceğinden korkulurken ve bu konuda önlem almaya çalışırlarken krizin bizi etkilemeyeceğinden söz etmek ya abes ile iştigaldir. Ya da kandırmacadır. Üretmeyen, yalnızca tüketen bir topluma sahip olan bir ülkede, elbet de ihracat ile ithalat arasında büyük bir fark olacaktır. İthalat ile ihracat arasındaki makasın kapatılamayacak kadar açılmış olması yüzünden küresel krizden etkilenmemek olası mı? Madem küresel krizden etkilenmeyeceğiz. Fazla tüketim yapmayın uyarıları niye? Hükümetlerin görevleri halkı aldatmak değil, acı da olsa gerçeği söylemektir. Halk da önlemini ona göre almaya çalışır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 19.08.2011

Televizyonda hangi kanalı açsanız karşınızda bilgiç, bilgiç gıda takviyesi dedikleri ne olduğu belirsiz ürünlerin reklamları ile karşılaşırsınız Bu reklamını yaptıkları gıda takviyeleri ilaç değilse neden hastalara kullanmalarını öneriyorlar? Neredeyse kapatın hastaneleri ve eczaneleri, bizim ürünlerimizi kullanın yeter diyecekler. Sağlığa yararlıysa neden imal ruhsatını Sağlık Bakanlığından değil de Tarım Bakanlığından alıyorlar? Sağlık Bakanlığı bu tür ürünlere izin vermiyorsa, Tarım Bakanlığı neden ruhsat veriyor? Cerrah Ziya Özel ile başlayan bu yutturmaca akıma, bakalım Sağlık Bakanlığı ne zaman dur diyecek? Aldıklarını ilaç zanneden ve bunlara büyük umut bağlayan birçok hasta tıbbi tedaviyi bırakıp bu gıda destekleyicilerine bel bağlıyorlar. Bu yüzden iyileşme olasılığı olan birçok hasta dönüşü mümkün olmayan hataları yüzünden yaşamlarını yitiriyorlar. Birkaç gün önce bir profesör bu konuda yetkililere çağrı yaptı ve durdurun bu kepazeliği dedi. Ama ne hikmetse yetkililerin kulakları bu çağrıya tıkalı. Bu gıda takviyeleri ve zayıflama ilaçları yüzünden nice insanımız yaşamlarını yitirdiler. Bir doktorumuz mucize bir gıda takviyesinin reklamını yapıyor. Mübarek gıda takviyesi değil de ölümsüzlük iksiri. Kan damarlarını temizliyor ve kana akıcılık kazandırıyor. Tıbben çocuğu olması mümkün olmayanların bile çocuk sahibi olmasını sağlıyor. Ne yazık ki uzun süre iyileşemeyen hastalar umutlarını bu ne olduğu belirsiz ve tıbbi incelemeden geçmemiş ürünlere bağlıyor. Şüphesiz birçok bitkinin insan sağlığı üzerinde oldukça olumlu etkileri vardır. Bu bitkilerden yararlanmak için doğal olarak kullanılması gerekir. Kapsüllere sığdırıldığı iddia edilenleri değil. Bu bitkiler nasıl bir işlemden geçirilerek kapsüllere sığdırılıyor? Hangi teknoloji kullanılıyor. Bir dâhiliye uzmanı profesöre sarımsağın kendisi yerine kapsülünü kullansam olur mu diye soran birine verdiği yanıt aynen şöyle. Kendisini yemek varken niye kapsülünü kullanacaksın? Bu profesörümüzün önerisini dikkate almak gerekir. Hiçbir şifalı bitkinin yerini kapsüller alamaz. Bu nedenle sağlığımız için şifalı bitkileri doğal olarak tüketmeliyiz. Ben her sabah kahvaltıda bir çorba kaşığı keten tohumunu öğüttükten sonra bir tatlı kaşığı tarçın ve bir tatlı kaşığı bal ile karıştırarak reçel niyetine yerim. Yanında da üç adet bıldırcın yumurtası yerim. Bu sayede de ilerlemiş yaşıma rağmen dinçliğimi koruyabilmekteyim. Siz de deneyin. Yararını mutlaka göreceksiniz. Bu arada TIP 2 şeker hastası olduğumu da belirtmemde yarar vardır. Bal karaciğerin en iyi dostu olduğu için her sabah bir tatlı kaşığı bal yemenin çok büyük yararı vardır. Yeter ki yediğiniz bal gerçek bal olsun. Bu yıl ilkbaharı yaşamadan yaz geldi. Ağustos ayının on beşi yaz, on beşi kış derler. Bu günlerde en sıcak yaz günlerini yaşamamız gerekirken hava serinleyiverdi. Görünen o ki küresel ısınmanın neden olduğu çok çetin bir kış yaşayacağız. Bu nedenle yediğimize ve içtiklerimize çok dikkat etmeliyiz. Sağlıklı yaşamanın koşulları çocuklukta başlarÖzellikle çocukları asitli içeceklerden uzak tutmak gerekir. Biz yaz boyunca serinlemek için yalnızca kendi elimle yaptığım limonatayı içeriz. Torunum en güzel limonata dedemin yaptığı limonatadır diyor. Ve adını da kendisi koyuyor. Özcanata. Ona kendi elimle yaptığım limonatayı sevdirdikten sonra, kolalı içecekleri içmez oldu. Böylece sağlıklı yaşamaya ilk adımını atmış oldu. Özcan Nevres

Özcan Nevres 18.08.2011

Bu Bir Kehanet miydi Bin dokuz yüz yetmiş sekiz yılında Karaköy’deki Selanik pasajından ve bazı imalatçılardan elektronik parçalar alıp pazarlıyordum. Yine bir gün Selanik pasajından malzeme alırken biri ordumuzu çok ağır bir dille eleştirmeye başladı. Orduya ne gerek var. Almanya’yı Amerikalılar korudukları için orduları yok. Bu yüzden hızla kalkınıp zenginleşiyorlar. Nasıl olsa bizi de Amerika korur. Durduk yerde niye besliyoruz bu köpekleri dediğinde sözünü geri al diyerek adama saldırdım. Elimden zor aldılar. Meğer malzeme aldığım mağazanın sahibinin kardeşiymiş ve Almanya’da çalışan biriymiş. Ağabeyi de bu konuda iyice doluymuş ki benim yanımda yer aldı. Sonunda yediği dayağa rağmen özür diledi ve olay kapandı. Bu günlerde yapılmak istenilenlere bakarken o adamı anımsadım. Meğer o adam ilerisini iyi görüyormuş. Kim derdi ki bir gün askerliğin birkaç aya indirilmek isteneceğini. O yıllarda böyle bir şey söylenilseydi hiç kimse inanmazdı. Asker ocağı en büyük eğitim yurdudur. O ocakta en zıpır gençleri bile adam gibi adam yaparlardı. Yirmi dört ay olan vatan borcunu ödemek için güle oynaya asker ocağına gitmiştik. Keşke o günler geri gelse ve ben yine yirmi dört aylık askerlik görevimi seve, seve yapsam. Her yetişkinin en güzel anıları askerlik anılarıdır. O anılar hiçbir zaman unutulmaz. Sanki daha dün Mamak Muhabere Okulundaki telsiz teknisyen kursundaydım. Daha dün gibi yirmi er ve iki onbaşı ile Birinci Ordu Muhabere Tamir bölüğüne devredilmiş olan İhtiyat Subay Okulunun onarımını ve garnizon komutanlığını yapmıştım. Sanki dün Birinci Ordu Muhabere Komutanlığında genel evrak müdürlüğü yapıyordum. Askerlik görevimi tamamlamamın üzerinden elli üç yıl geçmesine rağmen tüm bunları sanki dün yaşamıştım. Ömür biter ama askerlik anıları hiç bitmez. Belki de bu durum bana dedemden miras kalmıştır. Yaşı doksana ulaşmasına rağmen en büyük zevki bize on iki yıl süren askerlik anılarını anlatmaktı. Kıbrıs olayları patlak verdiğinde yaşı doksan dörde yaklaşmıştı. Buna rağmen beni askerlik şubesine götürün. Gönüllü yazılıp Kıbrıs’a savaşmaya gideyim derdi. Ne oldu da birçok gencimiz askerlik görevinden kaçar oldu. Niceleri bedelli askerliğin özlemi içindeler. Peki, vatanımızı, ırzımızı, namusumuzu kim koruyacak? Dört tarafı dostluktan uzak ülkelerle çevrili olan ülkemizi düşmanlardan nasıl koruyacağız? Düşmanlarımıza en büyük gözdağı sekiz yüz bin askeriyle dünyanın en disiplinli olan ordumuz değil miydi? Askerlik görevi iki üç aya indirilecek. Peki, sonra ne olacak? Ne olacağı var mı? Gücü yok edilmiş olan ordu bir daha darbe yapacak gücü kendinde bulamayacak. Atatürk’ün gençliğe emanet ettiği cumhuriyeti korumakla görevli gençlerimiz için varsa yoksa futbol. Askerlikten bir de yırttılar mı değmeyin keyiflerine. Sonumuz inşallah hayırlı olur. Ülke sorunlarına olabildiğince duyarsız gençlerle nasıl olacaksa? Özcan Nevres

Özcan Nevres 28.07.2011

Elektrikli Cihazlar Evimize yeni almış olduğumuz elektrikli cihazı kullanmadan önce eğer elimizde en basitinden bir avometre dahi yok ise yeni cihaza ilk dokunuşumuzu elimizin tersiyle yapmalıyız. Örneğin bir buzdolabının kapağını açmaya kalkıştığımızda dolapta elektrik kaçağı varsa elimiz dolaba yapışık kalır. Oysa ilk kontrolü elimizin tersiyle yapmış olsaydık refleks olarak avucumuz kapanacağından dolaptan veya herhangi bir elektrikli cihazdan uzaklaşmış oluruz. Böyle bir kontrol yapılmadığından on üç yaşındaki çocuğa babasının karne hediyesi olarak aldığı elektrogitar çocuğun yaşamını yitirmesine neden oldu. Geçmişte elektrik tesisatçılığı yaparken ev sahiplerinin karşı çıkmalarına rağmen her odaya bir piriz takardım. Ev sahipleri bunun ne gereği var derlerdi. Kendilerine en kısa zamanda elektrikli radyoya, buzdolabına ve elektrikli ütüye sahip olabileceklerini söylerdim. İtiraz ederlerdi. Bir süre sonra evinin tesisatını yaptığım kişiler bana takmış olduğum prizler nedeniyle teşekkür ederlerdi. Mesleğe ilk başladığım yıllarda topraklamaya hiç önem verilmezdi. Tamamlanmış olan tesisatlar galvonametre ile kontrol edilir, kaçak yoksa tesisat şebekeye bağlanılırdı. Bazı küçük yerleşim birimlerinde ise kontrol bile yapılmazdı. Zamanla yapılan tesisatlarda topraklama yapmak zorunlu hale getirildi. Buna rağmen birçok elektrik tesisatçısı topraklama levhasını yeteri kadar derine koymazlardı. Topraklama levhası nem olmayan bir yere gömüldüğünde topraklama amacına ulaşamazdı. Yeni aldığınız elektrikli cihazınızın bağlantı prizini monte eden ustaya bile güvenmeyiniz. Zira onlar da yanlış yapabilirler. Foça’daki yazlık evim çok küçüktü. Dolayısıyla banyosu da çok küçüktü. Ne gazlı, ne de depolu elektrikli şofben takma olasılığım yoktu. Bu nedenle anlık ısıtıcı bir şofben satın aldım. Satın aldığım firma montajı kendi ustasının takacağını söyledi. Gerek yok ben kendim takarım dediysem de kabul etmediler. Çok büyük ustası geldi ve şofbeni monte etti. Kış aylarında iyi iş gördü sayılır. Yağmurlu havalar sona erdiğinde şofbenim su ısıtmaz olmuştu. Voltajı ölçtüğümde voltajın yüz yetmiş volta kadar düştüğünü gördüm. Bu düşük voltajda bile iyi kötü suyu ısıtması gerektiğini düşündüğümden cihazın arızalı olabileceğini düşündüm. Menemen’e gidip bir spot mağazasından yeni bir anlık ısıtıcı şofben satın aldım. Eskisini çıkarıp yenisini taktığımda o da suyu ısıtmadı. Bunun üzerine büyük ustanın bağladığı Prizi inceledim. Yük altında volt ölçümleri yaptım. Sonunda sorunu çözdüm. Büyük ustamız cihazın netürünü toprak hattına, topraklama ucunu da netüre bağlamış. Uçları gerektiği şekilde değiştirdikten sonra şofbenim eskisinden çok daha iyi sıcak su vermeye başladı. Böyle bir hatayı yapan elektrik ustasının yaptığı başka işlerde de ölüme neden olacak hatalar yapma olasılığı vardır. Mesleğimi yaptığım süreçte elektrik kontrol kalemiyle ölçüm yapmadım. Zira kontrol kalemi relüktans etkisini dahi elektrik kaçağı olarak algılar. Eğer elektrik tesisatında iyi bir topraklama yapılmış ise relüktans etkisi nedeniyle kontrol kaleminin lambası yanmaz. Bu nedenle önce kullanılacak olan cihazın avometre ile kaçak kontrolünü yaptıktan sonra fişini prize takar ve yine de elimin tersiyle kaçak kontrolü yapardım. İnsan hayatı ucuz değildir. Bu nedenle elektrikli cihazları ilk kullanmadan önce mutlaka kaçak kontrolü yapılmalıdır. Elle yapılacak olan kontrollerde sol el asla kullanılmamalıdır. Zira kalbimiz sol tarafımızda olduğu için elektrik akımı direk kalbimizi etkiler. Atmış beş mili amperlik bir elektrik akımı sağlıklı bir insanın bile yaşamını yitirmesine neden olur. Özcan Nevres

Özcan Nevres 21.06.2011

Seçimin Ardından CHP bu seçimde de tökezleyerek CHP ye gönül vermiş olanları yine hüsrana uğrattı. Şüphesiz bu yenilgiden ilk sorumlu olan genel başkan Sayın Kılıçdaroğlu’dur. Ağzından kaçırdığı bir söz tüm bölünmeye karşı olanları çileden çıkardı. Atatürk Türkiye’sinde türbanı savunmak, türbana çözüm getireceğini iddia etmek ve özerklikten söz etmek CHP ye yakışmayan bir yaklaşımdır. İzmir’de bu denli gerilemesinin nedeni İzmirlilerin hazmedeceği söylemlerdir. Kurtuluş savaşımızın ilk kıvılcımı İzmir’de gazeteci Hasan Tahsin’in (asıl adı Osman Nevres’tir) silahından çıkan ve adına ilk kurşun dedikleri kurşundur. Osmanlı İmparatorunun desteğiyle İzmir’i işgal eden Yunanlıları en çok yıpratan İzmirli ve Aydınlı çetelerdir. Söke Belediyesinin bir vefa örneği olarak anıtını diktirdiği Halazari (Bozguncu) Cafer Efe yüz kişilik çetesiyle Yunan askerlerine ağır kayıplar verdirmiştir. Kurtuluş Savaşı öncesinde Yunan askerlerine ve yerli işbirlikçi Rum’lara karşı büyük başarılar elde etmiş olan, daha doğrusu destan yaratan efelerin memleketlerinde yıllarca önce anıtları dikilmişti. En son anıtı dikilen ise Halazari Cafer Efenin anıtıdır. İnşallah bir gün Fodulaki Mustafa Efenin de heykeli Menemen’de dikilir. Efeler diyarı İzmir özerklik söylemine karşı tavrını koymuştur. Bu nedenle CHP İzmir’de çok büyük oy kaybına uğramıştır. Atatürk bu devleti kolay kurmamıştır. Kurduğu devletin misakı milli sınırlarını da çizmiştir. Bu sınırlar içinde tek bir devlet vardır. O da Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Dili Türkçedir. Bu devlet bölünmez. Her hangi bir bölgesine de özerklik verilemez. Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de CHP nal toplamayı sürdürdü. Bu gidişle de kronik nal toplayıcısı olarak kalacak. Siyaset olsun, hitabet olsun sanattır. Bu iki sanatı iyi öğrenememiş olanlardan ne siyasetçi ne de hatip olur. Oysa siyasette hitabetin çok büyük önemi vardır. Ayrıca siyasetçilerin hitap ettiği insanların beklentilerinin ne olduğunu ve ne gibi çözümler üretilebileceğini iyi bilmeleri gerekir. Konuşmasını bitirdikten sonra çekip gitmemelidirler. Lütfettiniz beni dinlediniz. Şimdi siz konuşun ben dinleyeyim demeleri gerekir. Bu sayede sorunlar dile getirilir. Notlar alınır ve sorunların çözümlenmeleri tartışılır.. Bu şekildeki tartışmalar oylar üzerindeki etkisini mutlaka gösterecektir. Gerçi ben bunu ne kadar yazarsam yazayım. Okuma alışkanlığı olmayan ülkemde hiçbir yararı olmayacaktır. Oysa yazdıklarımı okusalar ve benim Halkçı Parti İlçe Başkanı olarak tek oy alamaz dedikleri Halkçı Partiyi nasıl Menemen’in en büyük partisi durumuna getirdiğimi öğrenirlerdi. Her ne kadar Sayın Kılıçdaroğlu bu hezimeti başarı gibi göstermeye çalışsa da, CHP de sular durulmayacaktır. Parti yönetimine karşı iki önemli isim tarafından isyan bayrağı açıldı bile. Gazeteci Berhan Şimşek ile öğretmen Muharrem İnce yönetime yeni bir kongre çağrısı yapmışlardır. Belli ki bu iki isim genel başkanlığa aday olacaklardır. Muharrem İnce çok iyi bir hatip olduğu için CHP Genel Başkanlığına çok yakışacak bir kişidir. Muharrem İnce’nin nasıl bir hatip olduğuna dair fikir edinmek isteyenler benim Web sayfama girip yazılar bölümünün en başındaki AAA yı tıkladıklarında Muharrem İnce’nin ünlü konuşmasını sesli olarak izleyebilirler. Web adresim www.ozcannevres.com dur. CHP nin başına Atatürk’ün altı oklu ilkelerinin hiç birinden taviz vermeyecek olan bir yönetimin geçmesi gerekir. Bu yapılmazsa CHP de Demokrat Parti gibi siyaset sahnesinden silinir gider. Özcan Nevres

Özcan Nevres 14.06.2011

Gazze’yi boş Ver, Adalara Bak Bizim insanlarımız çöp bidonlarından nafakalarını çıkarmaya çalışırken Gazze’lilere gemi dolusu yardımda ısrarlı olunmasına akıl erdiremiyorum. Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde askerlerimizi arkalarından hançerleyen kimlerdi? Bu Gazze’lilerin ataları değil miydi? Dedem anlatmıştı. Biz İsmet Paşanın komutası altındaydık. Başka komutanların askerleri komutanlarıyla birlikte Arapların kalleşlikleri yüzünden hep esir düşmüşlerdi. Bizim komutanımız bizi durdurmak isteyenlere ateş edin emri vermişti. Araplara ateş açınca yolumuzu açmak zorunda kalmışlardı. İsmet Paşa gibi iyi bir komutanımız olması sayesinde esir düşmekten kurtulmuştuk. Diğer dedem ise altı yıl Arabistan’da esir kalmıştı. Araplardan nefretle söz ederdi. Son dönemde Araplarla kardeşlikten söz ediliyor. Hangi kardeşlik? Kıbrıs Türk Devletini tanımayanlar mı kardeşimiz oluyor? Kıbrıs harekatında Libya’dan başka hangi Müslüman ülke bize yardım elini uzatmıştı. Bir tek Kaddafi yönetimi sahip oldukları Fantomlarını Türk Hava Kuvvetlerinin emrine vermişti. Amerikan ambargosu yüzünden yaşadığımız zorluklara karşı hangi Müslüman ülke bize yardım elini uzatmıştı? Hiç biri değil mi? Ambargo yıllarında petrolü spot piyasasından satın aldığımız için petrole neredeyse iki katı döviz ödüyorduk. Üstelik paramızla yeteri kadarını da alamıyorduk. Bizi arkamızdan hançerleyenlerin torunlarına yardım edeceğiz derken Yunanlılar bizi can damarımızdan vurmayı sürdürüyorlar. Meis adasının arkasındaki adacıkları Yunanistan kendi sınırlarına kattı. Savaş gemilerimizle gözdağı verilmek istendiyse de hiç etkili olmadı. Artık o adacıklarda Yunan bayrağı dalgalanmakta ve inşa ettikleri karakol binalarındaki askerleriyle dünyaya adanın sahibi olduklarını ilan etmiş oldular. Bir adım sonrasında ise Didim’in karşısındaki Eşek adası vardı. Onu da hallettiler. O adada da Yunan bayrağı dalgalanıyor. Askeri karakoluyla, kilisesiyle o ada da Yunanistan’ın oldu. Adım, adım hedeflerine doğru ilerliyorlar. Hem de korkusuzca. Nasıl olsa Kardak krizinde Türkiye’nin nabzını tutmuşlardı. Savaş tehditlerimizin balon olduğunu çok iyi anlamışlardı. Didim’in karşısındaki Eşek adasının Yunan işgalinde olduğundan haberimiz bile olmayacaktı. Demokrat Parti Genel Başkanı Sayın Namık Kemal Zeybek konu ile ilgilenmeseydi ve Demokrat Partili gençler adaya gitmek istediklerinde geri döndürülmeselerdi haberimiz olabilir miydi? Sayın Namık Kemal Zeybek durumu hükümete bildirdiğinde, hükümetin hemen harekete geçmesi, adı geçen adaların derhal boşalttırması gerekirdi. Bunu yapmadıkları için o adalardaki Yunan egemenliğini kabullenmiş olduk. Statüsü belirlenmemiş yüz elli adanın neredeyse tamamı karasularımızın içindedir. Bu adaların Yunanistan’a kaptırılmaması için adanın küçüklüğüne ve büyüklüğüne bakılmaksızın iskana açılması gerekir. Aksi halde körfezlerimizin içindeki adalara bile Yunanlılar sahip çıkmaya kalkışabilirler. Bu adalar yüzünden savaşabileceğimizi Yunanlılara kesin bir dille anlatmamız gerekir. Kurtuluş Savaşımızda Yunanlılar savaştan yenik çıktıkları halde sınırlarımıza çok yakın adaları iskana açmış oldukları için, yani o adalarda Yunanlılar yaşadıkları için adaların sahibi oldular. Türkiye’nin aynı tuzağa düşmemesi gerekir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 08.06.2011

Siz Kimi Kandırıyorsunuz Dünya raylı sisteme olabildiğince değer verirken ve rekor üzerine rekor kırarken Türkiye halen duble yollarla öğünmeyi sürdürüyor. Dünyanın en hızlı treni beş yüz seksen bir kilometreyle Japonya’nın. İkincisi ise beş yüz yetmiş dört kilometre ile Fransa’nındı. Çin son yıllarda yapmış olduğu büyük atakla şehirlerarası yolculukta üç yüz kırk beş kilometrelik ortalama hıza ulaşmıştır. Türkiye ise halen hızlı tren hayaliyle yaşamaktadır. Bilindiği gibi Türkiye’deki ilk hızlı tren denemesi büyük bir kaza ile sonuçlanmıştı. Kazaya neden olan ise alt yapı eksikliğiydi. Yıllardan beri Ankara ile İstanbul arasında yapılmakta olan hızlı tren çalışmaları halen tamamlanamamıştır. Bu da raylı sisteme verilen değerin ne kadar az olduğunun göstergesidir. Çin son dönemde yaptığı büyük yatırımlar ile dünyanın en uzun hızlı tren ağını kurmak yolunda ilerliyor. İki bin on iki yılı sonu itibarıyla Çin’in yüz on bin kilometrelik demiryolu ağının on üç bin kilometrelik kısmı hızlı trenlerden oluşacak. Peki, Türkiye’de demiryolu kaç kilometre? Bildiğim kadarıyla dokuz bin kilometre civarında olması gerekiyor. Her ne kadar Türkiye Çin ile işbirliği yaparak hızlı tren konusunda ilerleme sağlamaya çalışıyorsa da, karayollarına yapılan yatırımlar karşısında raylı sisteme yapılan yatırım çok hafif kalıyor. Raylı sistem ekonomik ve çevre dostu oluşuyla karayollarından çok daha avantajlıdır. Üstelik kaza riski en az olanıdır. Seçime gün sayarken liderler mangalda kül bırakmıyorlar. Her ne kadar Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun her işsiz aileye altı yüz lira vereceğinin vaadi afakî, uygulanmaz gibi görünüyorsa da bence uygulanabilir görünüyor. Zira buna benzer, aslında bundan çok daha önemli ve geniş bir uygulama Almanlar tarafından uygulanmıştır. Savaş sonrası ekonominin başına getirilen Maliye Bakanı Erhad göreve başladığı gün çok önemli bir bildiri yayınlatmıştı. İnsanların tüm yaşamı, ana rahminden ölümüne kadar devletin güvencesi altındadır. Bu nedenle hiç kimse yarınları için yastığının altında para saklamasın. Elinizdeki parayı ne kadar çabuk harcarsanız ülke ekonomisine o kadar büyük katkıda bulunursunuz demişti. Bu öneriye uyan Alman halkı yarınları için biriktirdikleri tüm paraları ve değerli takılarını piyasaya sürerek ekonomiye büyük canlılık kazandırmışlardı. Ülkemiz insanları yarınları için sağlam bir güvenceye sahip olmadıkları için yastık altlarında para saklamakta ve altına yönelmektedir. Bu durum ülke ekonomisine çok büyük zarar vermektedir. Eğer halkımıza güven verilecek olursa atıl durumda olan tüm değerler aktif duruma geçeceğinden ekonomi canlanacaktır. Canlanan ekonomiden devlet daha çok vergi sağlayacağından geleceğe dönük projelerini rahat bir şekilde uygulayabilecektir. Türkiye tarım alanları bakımından oldukça zengin bir ülkedir. Üstelik sulu tarım yapılması için de geniş olanaklara sahiptir. En büyük eksiği ise plansız, projesiz, rast gele tarım yapılmasıdır. Rast gele tarım yapılması yüzünden bazı yıllar ürün fazlalığı, bazı yıllarda ise ürün eksikliği yaşanmaktadır. Her türlü tarım ürünlerinin ülkemizde ne kadarının tüketileceğinin, dış ülkelere ne kadarının satılabileceğinin hesabının yapılması gerekir. Bu sayede üretici ürettiğini değerine satma şansına sahip olabilir. Türkiye yakın zamana kadar ürettikleriyle kendi kendine yeterli olabilen bir ülkeydi. Plansız projesiz tarım yüzünden tarım ürünleri ithal eden bir ülke oldu. Tarihin babası Herodot der ki; Ege öyle bir belde ki, onun dağlarından yağ, ovalarından bal akar. Plansızlık yüzünden Ege’de artık ne dağlarından yağ, ne de ovalarından bal akıyor. Oysa tarımda gerekli planlar yapılacak olsa, bırakınız Ege’yi, tüm Türkiye’nin dağlarından yağ, ovalarından bal akar. Özcan Nevres

Özcan Nevres 05.06.2011

Yirmi Yedi Mayıs 1960 Yirmi yedi mayıs bin dokuz yüz atmış yokluğa, diktatörlüğe ve hukuksuzluğa dur denildiği gündür. Değerli okurlarım kulak asmasınlar o dönemi allayıp pullayanlara. Defalarca yazdım ama yine yazacağım. Bin dokuz yüz elliden bin dokuz yüz elli beşe kadar olan süreç her değerin har vurulup harman savrulduğu bir süreçtir. Bu savrukluğun sonunda yokluklar süreci başlamıştı. Çiftçiler aşınan sabanlarının ucuna ekletecek demir bulamazken, tarımda üretken olabilmesinin olasılığı olabilir miydi? Kilosu otuz, otuz beş kuruş olan kuru fasulyenin fiyatı yedi buçuk liraya fırlayınca oy fasulyem yedi buçuk lira. Hem kaynasın hem oynasın diye şarkılar bestelenmişti. Ki o şarkı halen dillerden düşmüyor. Bin dokuz yüz elli beş yılında çıkarılan Milli Korunma Kanunu, halkın deyimiyle milli kurutma kanunu, birçok küçük esnafın hapishanelerde sürünmelerine neden olmuştu. Beş yılda tüketilen dış itibar yüzünden ithalat yapılamaz olmuştu. Bin dokuz yüz elli yedi yılında Birinci Ordu Muhabere Komutanlığında Genel Evrak Müdürlüğü yapmıştım. Üst makamlara yazı yazmak için birinci hamur kâğıt ve iki kağıdı birbirine tutturacak toplu iğne bile bulamıyorduk. Yokluk o kadar büyüktü ki darphanede metal para bile basılamıyordu. Bu nedenle çok büyük bir bozuk para sıkıntısı yaşanıyordu. Dönemin başbakanını demokrasi havarisi gibi göstermeye çalışıyorlar. Oysa onun döneminde hiç yoktan cezaevlerinde sürünen gazetecilerin sayısını bile bilmiyorduk. Milli Şef İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker bile yıllarca cezaevinde yatmıştı. İsmet İnönü’nün büyük oğlu Ömer İnönü Kayalıbay olayıyla ilgili tutuklanmış ve yıllarca yargılanmış ve cezaevinde yatırılmıştı. Sonunda olayla ilgisi olmadığı sabit olmuş ve beraat etmişti. İddiaya göre soyadı Kayalıbay olan kişiye arabasıyla çarpıp ölümüne neden olmuştu. Güya İsmet İnönü’nün oğlu olduğu için olay örtbas edilmişti. Devletin radyoları tüm yayınları boyunca sürekli olarak Vatan Cephesine iltihaklar haberleriyle insanları bunaltmışlardı. O yıllarda yapılan hesaplara göre Türkiye nüfusunun en az on katı insan Vatan Cephesine iltihak etmişti. Bu yayınlar yüzünden halk ikiye bölünmüş ve kahvehaneleri bile ayrılmıştı. Demokrat Partiyi tutanlara göre Demirkıratlar milliyetçi ve demokrat, CHP liler ise komünist olarak nitelendiriliyordu. Halk arasında ikilik o kadar çok derinleşmişti ki, Demokrat Partililerle CHP liler birbirlerine can düşmanı olmuşlardı. Ülke bir iç savaşa doğru sürükleniyordu. Başbakan gerekirse idam sehpaları kurarız diyerek muhaliflerine göz dağı veriyordu. İsmet Paşanın tepkisi çok sert olmuştu. Sehpalar kurulur ama kime çalışacağını kimse bilemez demişti. Nitekim kurulması düşünülen sehpalar kurmaktan söz edenlerin asılmalarında kullanılmıştı. Yirmi yedi mayıs darbesine en çok sevinenlerden biri de bendim. Zira yirmi altı mayıs günü demokratlar tarafından telsiz imal ediyorum diye ihbar edilmiştim. Oysa o yıllarda bırakınız telsi

Özcan Nevres 31.05.2011

Ben Hangi Ülkede Yaşıyorum. Televizyonlarda halktan biriymiş gibi konuşturulan insanlar var. Öyle bir anlatıyorlar ki, sanki ben onların yaşamakta oldukları Türkiye de yaşamıyorum. Çiftçiler adını biri konuşuyor. AKP hükümeti sayesinde her türlü desteği almış ve bu sayede olağan üstü bir üretim yaptığını söylüyor. Oysa benim konuştuğum çiftçiler içinde halinden memnun olan tek bir çiftçi yok. Tümü de mazot, zirai ilaç ve tohum paralarından yakınıyorlar. Geçmişte arazi sahibi olmayanlar icarla tarla tutup tarım yapıp para kazanabiliyorlardı. Hatta yarıcı olarak çiftçilik yapanlar bile para kazanabiliyorlardı. Oysa şimdi arazi sahipleri bile para kazanamıyorlar. Hatta zarar bile ediyorlar. Bir de bu olumsuzluklara çiftçilerimizin yeteri kadar bilgilendirilmemelerini de eklemek gerekir. Çiftçinin para kazanabilmesi için iki ürün ile şartlanmaması gerekir. Arazi ve hava şartlarının gerektirdiği şekilde çeşit ürünlere yönlendirilmeleri gerekir. Örneğin dut kadar verimli ve hastalıklardan arî bir meyvenin tarımı nedense Silivri’de yapılmıyor. Dün Selimpaşa pazarında pazarcı tezgâhlarında gördüğüm karadutların fiyatı çilek fiyatları ile yarışıyordu. Oysa dut çileğe karşı çok daha avantajlı bir meyvedir. Üstelik dut ağacını çilek gibi her yıl yenilenmesi gerekmiyor. Dut ağacının bırakın çok yıllığını, neredeyse zeytin ağacı kadar uzun ömürlü bir ağaçtır. Üstelik meyvesini toplamak çilekle kıyaslanmayacak kadar kolaydır. Ağacın altına temiz bir çarşaf serilir. Biri ağacın üzerine çıkar ve dalları tekmeleyerek olgun meyvelerin çarşaf üzerine düşmesini sağlar. Çarşaf üzerine dökülen dutlar viyollere doldurulup paketlenir ve pazara sürülür. Pazarda fiyat düşecek olursa pekmezi yapılarak daha da çok para kazanılması sağlanılır. Bilgisizlik tarımda özellikle bağcılıkta ve meyvecilikte verimsizliklere neden olur. Eğer asmalar ve meyve ağaçları sulanıyorlarsa hiçbir şekilde diplerinin sürülmemesi ve çapalanmaması gerekir. Sulanan asmalarda ve meyve ağaçlarında ağacı besleyen kılcal kökler çok yüzeydedir. Eğer ağaçların altı sürülür ve çapalanırsa kılcal kökler yok edildiğinden ağaçlar zayıf düşerler ve ürünlerini iyi besleyemezler. Otu sorun edenler oluyor. Ayrık, kan yaşı ve yapışkan otlarının dışında kalan otlar zararlı değil yararlıdırlar. Otlar fazla gelen suyu emerler ve gölgeleriyle yerin tavının korunmasını sağlarlar. Bu sayede ağaçların ve asmaların su gereksinimi düzenli olarak sağlanılır. Tarımda atak yapmaktan başka hiçbir umarımız yoktur. Zira gittikçe açılan ithalat ile ihracat arasındaki fark yüzünden tehlike çanları çalmaktadır. Bu açık sürüp gittikçe bir gün ürün ithal edemeyecek duruma düşeceğimiz kesindir. Böyle bir duruma düşmemek için hem tarımı, hem de sanayiyi gerektiği şekilde güçlendirmemiz ve üretimi arttırmamız gerekir. Türkiye tarım alanları bakamından dünyanın en şanslı ülkeleri arasında yer almaktadır. Bazı ovalarda su sorunu yaşanmaktaysa da bunun çözümü kolaydır. Su akaklarına bentler yapılarak yer altı sularının zenginleşmesi sağlanır. Tüm bu avantajlara rağmen ülkemizde tarım ilerlemiyor. Aksine geriliyor. İktidarın gurur kaynağı duble yollar ve hızlı tren. Dünya raylı sistemi en iyi şekilde uygularken biz halen duble yolların yapımından gurur duyuyoruz. Duble yollar hiçbir şekilde karın doyurmaz. Karın doyuracak olan iş yerlerinin çoğalmasıdır. İşsiz insan kalmamasıdır. İşsiz insanlar duble yollarda aşınan lastiklerin tozlarıyla doyacak değiller. Emeğiyle kazanacakları parayla doyarlar. Kaldı ki gelişmiş ülkelerdeki raylı sistemlerde saatte iki yüz yetmiş kilometreden fazla hız yapılmaktadır. Bizdeki hızlı tren ise mevcut demiryollarının revize edilerek trenlerin hızını biraz arttırmaktır. İki yüz yetmiş kilometrelik hızı bırakınız aşmayı, o hıza ulaşmak bile hayaldir. Cumhuriyetimizin ilk on yılında yurdu demir ağlarla örmüştük. Hem de ülkenin en yoksul olduğu bir dönemde. Kalkınmak ve refah düzeyimizi yükseltmek için yük ve yolcu taşımacılığında raylı sistemi kullanmalıyız. Duble yolları değil. Özcan Nevres

Özcan Nevres 31.05.2011

Ecevit’i Arıyorum Dün torunum aradı ve sen Eşek adasını biliyor musun diye sordu? Aklıma ilk gelen Urla ile Çeşme arasındaki ada geldi. Geçmişte yaşlanmış olan eşekleri o adaya bırakırlarmış. Biliyorum dedim. O adaya Yunanlılar kendi bayraklarını dikmişler, askeri üs yapmışlar. Hatta adaya kilise bile yapmışlar dedi. Olamaz dedim. Gerçi Türkiye’nin kıyılarına yüz, yüz elli metre mesafedeki adacıklara bile bu şımarık Yunanlar bizim diyebiliyorlar. Meğer bu ada Side karşısındaki bir adaymış. Haberi bu gün Hürriyet gazetesinde okudum. Demokrat Parti Genel Başkanı Sayın Namık Kemal Zeybek bu konuyu hükümeti eleştirerek dile getirmiş. Nitekim bazı Demokrat Partililer adı geçen adaya gitmek istediklerinde Yunan askerlerinin engellemesiyle karşılaşmışlar. Kardak kayalıkları ile çıkan olaylar belleklerimizden silinmemiştir. Yunalılar Kardak kayalıklarına Yunan bayrağı dikip, birkaç keçiyi de adaya çıkardığında iki ülkede de savaş çanları çalmaya başlamıştı. Daha doğrusu öyle sanmıştık. Yunanlıların yaptığına karşı Türk hükümetinin yapması gereken o kayalıklara dikilmiş olan bayrağı indirmek, adadaki kişileri tutuklamak ve keçileri de alıp gelmekti. Ama öyle olmadı. Başbakan Yardımcısı Sayın Baykal müthiş bir formül bulmuştu. Hani çocukluğumuzda benim babam senin babanı döver diye ağız dalaşı yaptığımız gibi bir durum ortaya çıkmıştı. Bizim askerlerimiz yakınındaki başka bir kayalığa çıkarılınca. iki taraf arasında bir ağız dalaşı çıkmıştı. Amerika iki tarafın da kulağını çekince ağız dalaşı sona ermişti. Buna rağmen ben olayın kapandığına inanmıyorum. Nedeni ise o keçiler o kayalıklarda kaldıkça kayalıklar keçilerin sahibine aittir. Kaş ile Kalkan arasında sahilimize yüz, yüz elli metre mesafede iki adacık var. Yunanlılar utanmadan o adacıklara bizimdir diye bayraklarını dikmişler. Türkiye o bayrakları indirip Türk bayrağını çekmişti. O iki adacık yüzünden defalarca bayrak savaşı yaşanmıştı. Sonunda Türk bayraklarının dalgalanması gereken adacıklar bayraksız kaldı. Yunanlılar neyimizi sahiplenmediler ki? Muhtar Hanyalı, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhad’a göre Ege’de Yunan kültürü yoktur. Yunanlılar Batı Anadolu’da Türklerin kurduğu medeniyete sahip çıkmışlardır. Türkler Orta Asya’dan Batı Anadolu’ya göçtüklerinde çok büyük bir medeniyet kurmuşlardı. Zamanla anavatanları ile ticari ilişkilere girmişler. Çöl olarak terk ettikleri anavatanlarında verimli vahalar oluştuğunu gördüklerinde tersine bir göç başlatmışlar. Türklerden boşalan topraklara da Yunanlılar gelip yerleşmişler ve buldukları büyük medeniyeti sahiplenmişler. Mikenlilerin (Girit adası) kurdukları büyük medeniyeti sahiplendikleri gibi. Kalkan’da yaşadığım sırada sık, sık Kaş’a giderdim. Meis adasını gördükçe içim sızlardı. Meis adasının Yunanlılarla ne ilgisi olabilir. Bizim sahilimize iki buçuk mil mesafede. Yunanistan’a ise bin milden daha fazla uzaklıkta. İçme ve kullanma suları bile Yunanistan’dan gelen bu ada ot bitmez bir ada. O adada yerleşik olanlar Yunanlılar adada kalmaları için Yunan hükümetinden maaş almakta. Biraz da balıkçılık yapmaktadırlar. Uluslar arası sözleşmeye göre o adada askeri üs kurulamaz. Oysa o adada yakın zamanda kurulmuş olan bir askeri hava alanı var. Her ne kadar sivil amaçlı deseler de gerçek olan askeri amaçlı olmasıdır. Yunanlılar her attıkları adımda tepki görmezlerse körfezlerimizdeki adalara ve adacıklara da sahip çıkacaklardır. Zira statüsü belirlenmemiş yüz elliden fazla ada var. Kayalıklar bu sayıya dahil değil. Karşılarında Rahmetli Bülent Ecevit gibi bir lider bulmadıkça bu arsızlıkları sürüp gidecektir. Ecevit Amerika’nın karşı çıkmasına rağmen Kıbrıs adasındaki şımarık ve kan dökücü Rumlara en ağır dersi vermişti. Ege denizini tam ortadan kesen bir çizgi çizip bizden tarafa olan fır hattımızdır dedi. Bu çizgiyi aşmanız savaş nedenidir dedi. Bu yasağı Yunan jetleri asla ihlal etmediler. Ta ki, Netekim Paşanın yönetimi başlayıncaya kadar. İhtilal konseyinin ilk işi bu çizgiyi yok saymak olmuştu. O çizgiye şımarık Yunanlıların gıkı bile çıkmamıştı. Yunanlılar on iki mili gündeme getirdiklerinde çok sert bir uyarı almışlardı. BUNU SAVAŞ NEDENİ SAYARIZ. Yine Yunanlıların gıkı çıkmamıştı. Karasularını gündeme getirdiklerinde Başbakan Bülent Ecevit, adaların kıta sahanlığı olamaz demişti. Yine Yunanlıların gıkı çıkmamıştı. Bir süre önce Meis adasının yakınındaki statüsü belirlenmemiş bir adacığa Yunanlılar bayrak dikmekle kalmamış. Bir de karakol yaptırmışlardı. Birkaç savaş gemimizle gözdağı verilmek istenmişse de olay unutulup gitmiştir. Yani o adacık resmen Yunanlıların olmuştur. Bu gidişle Yunanlılar utanmadan körfezlerimizdeki adalara ve adacıklara bile sahip çıkacaktır. Bunu önlemek için mutlaka Bülent Ecevit gibi bir lider gerekmektedir. Masaya yumruğunu vuracak ve bir karış, toprak ve küçük bir kayalık için bile savaşırım diyebilecek bir lider gerekiyor. Aksi halde o adacıklar ve kayalıklar Türkiye’nin başına bela olacaktır. Yunanlıların amacı adım, adım ilerleyerek Ege Denizini Yunan gölü yapmaktır. Ege’yi Türk gemilerine ve balıkçılarına yasaklamaktır. Bu olumsuzluğa dur diyebilmek için ancak Bülent Ecevit gibi bir lider gerekir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 21.05.2011

Ne Mantık Be Yedi teröristin öldürülmesi nedeniyle PKK yandaşları öldürülen teröristlerin cenazeleri kaldırılırken polislerle çatıştılar ve polislere çok zor anlar yaşattılar. Bu nasıl mantıktır böyle? Senin teröristin askerlerimize kurşun atarken askerlerimiz onlara gül ya da karanfil mi atacaklardı? Gel kardeşim sen beni öldür, ben sana çiçek vermeye çalışayım diyebilirler mi? Kürt haklarından söz edenlere sormak gerekir. Siz çocuğunuzu okula kaydetmeye gittiğinizde sen Kürt’sün. Biz senin çocuğunu okulumuza almam diyen var mı? Kürt kökenliler iş yeri açamıyorlar mı? Her türlü iş kolunda çalışamıyorlar mı? Memur, müdür, milletvekili, bakan ve cumhurbaşkanı olamıyorlar mı? Peki, nedir bu Kürt açılımı ve Kürt hakları? Anlayabilen beri gelsin. Bölünmekten söz eden Kürt bağımsız milletvekili adaylara sormak gerekir. Şayet arzu ettiğiniz bölünme olursa, Türkiye’nin çeşitli bölgelerine, il ve ilçelerine, hatta köylerine yerleşmiş ve orada iş kurmuş ve huzurlu bir ortama kavuşmuş olan Kürt’lerden kaç tanesi doğup büyüdükleri yerlere geri dönmeyi düşünecektir. Yüzde beşi bile geri dönmeyi kesinlikle kabul etmez. Kürt devleti kuracaklarını hararetle savunan bir Kürt vatandaşa sordum. Devletinizi kurduğunuzda doğup büyüdüğünüz yerlere yani kurduğunuz devletin topraklarına dönecek misiniz? Yo dedi. Niye döneyim ki? Sen mübadele diye bir kelime duydun mu? O kelimenin neyi anlattığını biliyor musun diye sordum. Ona da yo dedi. O zaman ben sana anlatayım. Devletinizi kurduğunuzda sizi trenlere otobüslere, kamyonlara bindirip geldiğiniz yere gönderecekler. Sizin devletinizin toprakları içinde kalmış olan Türkler ile Türklerden ayrılmak istemeyen Süryani, Yahudi ve benzeri inançlara sahip olan insanlar Türkiye’ye ait topraklara yerleştirilecek ve onların boşalttığı yerlere de sizinkileri yerleştirecekler dediğimde yok babo, ben Kürt devleti kurulsun itemirem dedi. Eğer bu konuda bir referandum yapılacak olsa bölünmekle tehdit edenler hüsrana uğrayacaklardır. Bölücülerin ekmeğine bilinçsizce yağ sürenler yaptıklarından utanacaklardır. Kız almışlar Türk’lerden. Kız almışlar Kürt’lerden. Bu insanları nasıl böleceksin? Etle kemik gibi bir bütün olmuşuz. Neden bu bölücülük hevesleri? Çatışmalarda öldürülen PKK lılar için polislerle çatışan bölünme heveslileri ve PKK yandaşları Mehmetçikler şehit olduklarında neredeler? Onlar bu vatanın bölünmezliği ve vatandaşlarının huzuru için can vermiş olanlar da ana kuzusu değiller mi? Sen bu ülkeyi bölmek ve parçalamak için acımasızca Mehmetçiğe kurşun sıkanlara sahip çıkarak ne yaptığını sanıyorsun? Mehmetçik kendilerine kurşun yağdıranlara ne yapacaklardı? Çiçek mi atacaklardı? Savaşın en acı kuralı yaşamak için öldüreceksin. Öldürmezsen öldürülürsün. Üstelik şehit edilen Mehmetçikler vatan savunması ve halkın can güvenliğini sağlamak gibi ulvi bir görevi üstlenmişlerdir. Vatanını ve halkını korumak için ölmesi değil, yaşaması gerekir. Yani görevini yapması için yaşaması, yaşaması için de kendisine kurşun yağdıranları öldürmesi gerekir. Çok acımasız olsa da, savaşın acı kuralı bu. Kürt kardeşlerimizi bölücülüğe teşvik edenler, bölünme yarışına değil, hizmet yarışına girmelidirler. Yaşadıkları yerlerdeki eksiklikleri dile getirerek hizmet vaat etsinler. Bu ülkenin bölünmeye değil, hizmete gereksinimi vardır. Halkı kandırarak bir yere varamayacaklarını anlasınlar ve ona göre ayaklarını denk atsınlar. Bilsinler ki insanlar gözyaşı ve kan değil huzur istiyorlar. Özcan Nevres

Özcan Nevres 15.05.2011

Siyaset Bu mu Siyasi parti liderlerinin meydanlarda birbirleri hakkında söyledikleri yenilir yutulur cinsten değil. Demek ki bu kötü sözler çok partili hayata geçişin mayasında varmış. Demokrat Partinin ilk girdiği bin dokuz yüz kırk altı seçimlerini hiç anımsamıyorum. Zira o yıl henüz on bir yaşındaydım. Bin dokuz yüz elli seçimlerini ise çok iyi anımsıyorum. Zira seçim öncesinde bazı fanatik Demokrat Partililer babam koyu bir CHP li olduğu için bin türlü dil dökerek sembolik olarak da olsa beni saflarına katmışlardı. Ardından da yaygarayı basmışlardı. Nevres Ahmet Kâhyanın oğlu bile bizim partimize katıldı diye. Yaşım siyasi bir partiye üye olmama yetmiyorlarsa da bana gururla taşıyacağımı söyledikleri bir parti üyesi kartı vermişlerdi. Bu kartı her gösterdiğim yerde akan sular bile duracaktı. Çocukluk bu ya, kimlik yakamda eve gittim. Babam kimliği yakamda görünce o ne diye sorduğunda gururla Demokrat Partiye kayıt oldum dedim. Babam öfkeyle ya onu yakandan çıkar, ya da git seni o demokratlar yedirsin içirsin dedi. Hemen yakamdan çıkardım. Daha sonra o hızlı demokratlardan uzak durmaya çalışmıştım. Yakama bir parti kimliği takınca siyasete ilgi duymaya başlamıştım. İki partinin de seçim öncesindeki konuşmalarını takip etmeye başlamıştım. Demokrat Parti adayları öyle atıyorlardı ki mangalda kül bırakmıyorlardı. Adayın biri elindeki sigara paketini dinleyenlere göstererek bakınız arkadaşlar şu pakete. Bunun fiyatı yirmi kuruş, biz iktidar olduğumuzda beş kuruşa içireceğiz. Aday doğru söylüyormuş. İktidar olduklarında sigaranın paketini değil tanesini beş kuruşa içirmeye başlamışlardı. Herkese aş ve iş vaat ediyorlar. Ülke genelinde damı toprak sıvalı bir tek ev bırakmayacağız. Tüm evlerin damları kiremitli olacak diyorlardı. O yıllarda artık kullanılmayan açık oluk şeklinde olan kiremitler ülkemizde üretiliyordu. Halen kullanılmakta olanlar ise Marsilya’dan getiriliyor olacak ki Marsilya kiremidi diyorlardı. CHP den devraldıkları ağzına kadar dolu hazine gereksiz ithalatlarla ve savrukça harcamalar yüzünden kısa zamanda tükendi. CHP nin bıraktığı dış itibar da tükendiğinde hazinedeki altınlar Fransa’ya rehin edilerek günü kurtarmaya çalıştılar. Zira önlerinde bin dokuz yüz elli dört seçimleri vardı. O bolluk sayesinde Demokrat Parti seçimi ezici bir çoğunlukla kazanmıştı. CHP ancak otuz dört milletvekilliği kazanmıştı. DP ise beş yüz atmış dört milletvekilliği kazanmıştı. Bin dokuz yüz elli beş yılında yokluklar yaşanmaya başlamıştı. Pahalılığı önlemek için Milli Korunma Kanunu çıkardılar. Halkın milli kurutma kanunu dedikleri bu yasa yüzünden birçok küçük esnaf sattığı ürünü beş veya on kuruş yüksek sattı diye yıllarca ceza evlerinde yattılar. O yılların en popüler şarkısı OY FASULYEM YEDİ BUÇUK LİRA HEM KAYNASIN HEM OYNASIN şarkısı dillerden düşmüyordu. Zira fasulyenin kırk elli kuruşluk fiyatı yedi buçuk liraya çıkarak fakirin yemeği olmaktan çıkmıştı. O yıllarda Amerika’nın dayattığı soya yağı yiyin önerisi kısa zamanda etkisini göstermişti. Halk soya yağı zeytinyağından çok daha ucuz olduğu için zeytinyağını tüketmez olmuştu. Zeytinyağı para etmeyince de birçok zeytin ağaçları sökülerek zeytinciliğe en büyük darbe indirilmişti. Bin dokuz yüz elli yediye kadar liderler arasında ağır sözlü sataşmalar pek olmamıştı. Bin dokuz yüz elli yedi seçimlerinde Demokrat Parti çok oy kaybedince baskı rejimi uygulamaya başladı. Birçok gazeteci tutuklandı. Tutuklananlar arasında İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker de vardı. Basında büyük bir PULYAM felaketi yaşanmıştı. Amerika’da yayınlanan bu derginin Demokrat Parti iktidarını eleştiren yazısına yayın yasağı koymuşlardı. Bu yazıyı gazetelerinde yayınlamış olan tüm gazetelerin sorumlu müdürlerine çok ağır hapis cezaları vermişlerdi. Bu yazıyı yayınladığı halde ceza almayan bir tek Cumhuriyet gazetesi olmuştu. Gazetenin hukuk danışmanı Profesör Muammer Aksoy yazının başına bu yazı PULYAM dergisinden iktibas edilmiştir sözlerini koydurtmuştu. Savunmasında biz yayınlamadık, iktibas ettik diyerek gazeteyi ceza almaktan kurtarmıştı. Muhalefet lideri İsmet İnönü’nün seyahatleri engellenmek istenmiş, Kayseri’de taşlanmış, İstanbul Topkapı’da öldürülmek istenmişti. İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Eyüboğlu’nun dirayeti ve cesaretiyle öldürme teşebbüsünü Gerçekleştirememişçilerdi. İktidarın baskısı İsmet İnönü’yü yıldıramayınca TAHKİKAT KOMİSYONU nu kurmuşlardı. Başbakan Adnan Menderes meydanlarda gerekirse idam sehpaları kuracağız diye haykırıyordu. İsmet İnönü’nün yanıtı çok sert olmuştu. İdam sehpaları kurulur ama hangi tarafa işleyeceği belli olmaz demişti. Devlet radyolarının sabahtan gece yarısına kadar yayınladığı Vatan Cephesine katılanlar saçmalığı yüzünden iki partinin taraftarları birbirlerine düşman olmuşlardı. Bu nedenle kahvehaneler bile ayrılmıştı. İç savaşa doğru hızlı bir gidiş vardı. 27 Mayıs 1960 darbesiyle bu kötü gidişe son verildi. Tüm bu olanlara rağmen liderler bu günkü liderlerin ağız dalaşlarına benzeyen bir tutum sergilememişlerdi. Ne yazık ki liderlerin sözlü dalaşmaları aklı başında olan insanları siyasetten soğutuyorlar. Siyasetçiler inşallah bu durumu fark ederler. Kalan süreyi aklıselim ile geçiştirirler. Zira bu gidiş iyi bir gidiş değildir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 14.05.2011

Altıncılar Ve Gümüşçüler Bergama’nın vatansever insanları ve özellikle Bergamalı anneler siyanürlü altın çıkarılmasına karşı kahramanca karşı koymuşlardı. Ne yazık ki kaybeden o kahramanlar oldu. Afyon’daki gümüş madeni işletmesinde ortaya çıkan durum Bergamalıların ne kadar haklı olduklarının kanıtıdır. Bu gün siyanürlü altın çıkarılmasına son verilse bile siyanür havuzunun ölümcül tehlikesi daha en az yüz yıl sürecektir. Önce siyanürün ne olduğunu kısaca açıklayayım. Siyanür, hidrosiyanik asit ve bu asitten türeyebilen metal tuzların genel adıdır. Hepsi şiddetli zehirdir. En önemlileri sodyum siyanür ve potasyum siyanürdür. Genellikle oto sektöründe kullanılan dişlilerin üzerinde hemen, hemen hiç aşınmayan çelik bir zırh vardır. Demire bu çelik zırh siyanür de potas ile giydirilir. Sanayici belgesi olmayan hiç kimse siyanür de potası satın alamaz. Satın alan sanayiler sürekli olarak kontrol edilirler. Siyanürün bir gramın onda biri kadarı bir insanı öldürmeye yeterlidir. Başta Hitler olmak üzere birçok Alman generali yüzükleri içinde sakladıkları siyanür ile intihar etmişlerdir. Fazla miktarda siyanüre maruz kalındığında beyin, kalp ve akciğerler kısa sürede şiddetli etkilenme gösterip koma veya ölüme yol açar. Gelelim Kütahya’daki gümüş madeni ayrıştırılmasında kullanılan siyanür atıklarının biriktirildiği havuza. Korkulan oldu ve havuz patladı. Yakınındaki baraj boşaltılıp siyanürlü atık suların depolanmasına çalışılacak ama zaman yeterli olacak mı? Koskoca baraj ne kadar sürede boşaltılır? Siyanürlü sular ne kadar zamanda baraja ulaşır? Bunu uzmanlar bilir diyemeyeceğim. Zira mantık valinin ve maden işletenlerinin söylediklerinin tam aksini kabul eder. Eğer havuz patladığı anda iş makineleri seferber edilip suların önü kesilmemişse iş işten geçmiş demektir. Yani siyanürlü sular baraj sularına karışmıştır. Eğer köylülerin dedikleri gerçekse ve Marmara ile Ege denizleri etkilenecekse yandık demektir. Zira insanı öldürmeyecek kadar az olan siyanür, insanların kanser hastalığına yakalanıp ölümlerine neden olacaktır. Bu durumda sağlıklı yaşamak için dağlardaki su kaynaklarından şişelenen sularını kullanmamız gerekecektir. Bilindiği gibi bazı şişe suları artezyen kuyularından çekilen, arıtılıp bazı mineral katkılarından sonra şişelenen sulardır. Yani bu sulara siyanür karışmış olabilir. Okurlarım lütfen ucuz sulara kanmasın. Dağlardan şişelenen sulara rağbet etsinler. Gelelim Bergama’daki altın madeni işletmesine. Altın madeni çıkarılan yer denize oldukça yakındır. Allah göstermesin ama ola ki siyanür havuzu patlayacak olursa önünde denize kadar hiçbir engel yoktur. Bakır çayın denize kadar önünde ne bir baraj ve ne de bir bent vardır. Altın madenine karşı çıkan uzmanlar deprem bölgesinde olan bu altın madeni işletmesinin yöre halkının başına dert olacağını defalarca söylemişlerdi. Dikili’de kanser hastalığının yaygınlaşması o uzmanların ne kadar haklı olduklarını göstermektedir. Zira Dikili’nin içme ve kullanma suyu artezyen kuyularından sağlanmaktadır. Uzmanlar bu madenin getirisinden, götürüsünün çok fazla olacağını söylemişler ve yazmışlardı. Maden işletmesi kapatıldıktan sonra Türkiye en az yüz yıl o siyanürlü havuzu koruma altında tutmak zorunda kalacaktır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 08.05.2011

Kafama taktım Bir kere Şu çılgın proje var ya, kafama çok fena taktım. Tarımcı bir babanın çocuğu olduğum için olsa gerek tarım arazileri benim için çok değerlidir. Çılgın proje üzerine hesap üzerine hesap yapıyorum. Çıkan sonuç tek kelimeyle vahim. Açılacak kanalın ( şayet açılacak olursa) genişliği yüz elli metre olacak. Bu kanalın etrafında yeni yerleşim alanları kurulacak. Sahile iki yüz metre mesafeye kadar inşaat yapılamayacağına göre koruma alanı olarak dört yüz metre daha ilave etmek gerekir. Bir o kadar da konut için ayrılacak olursa toplam dokuz yüz elli metre yapar. Bunu düz yapalım ve bin metre diyelim. Uzunluğu elli kilometre olacak. Bu kanal için kullanılacak olan arazi elli milyon metre kare. Yani elli bin dönümlük bir arazi. Sanırım Avrupa’daki prensliklerin sahip oldukları arazilerden daha büyük bir alan. Diyorlar ki, kanal hazineye ait yerlerden geçecek. Hazine arazisi kaldı mı ki hazine arazilerinden geçsin. Bu demektir ki kanal ormanlık alanlardan geçecektir. 2B felaketi yetmezmiş gibi ormanlarımıza bir ağır darbe daha indirilecek. Peki, bu kanal ülkemiz için gerekli mi? Kesinlikle hayır. Zaten böyle bir projeye dünya karşı çıkar. Bakmayın siz benim gibi meteliksizin birinin ben bu işe otuz milyar dolar yatırırım. Karşılığında da üç yüz milyar dolar alırım dediğine. Böyle bir kanal açılacak olursa bölgenin ekolojik dengesinin de bozulacağını bilmek gerekir. On iki hazirandaki seçim sonrası Ankara’ya Büyük Millet Meclisine gidecek olan hanımlar ve beyler. Bu ülkenin bu kanal gibi hayal ürünlerine gereksinimi yok. Bu ülkenin ormana gereksinimi var ormana. Bir zamanlar orman ülkesiydik. Oysa artık orman ürünlerini ithal eden bir ülkeyiz. Ben Menemenliyim. Çocukluk yıllarımı dün gibi anımsıyorum. Yaşım yetmiş altı. Yağmur yağmaya bir başladı mı günlerce dinmek bilmezdi. Çünkü o yıllarda Yamanlar dağındaki orman ovaya kadar iniyordu. Orman Bağlarındaki bahçemizde ve komşularımızın arazilerinde kara suluk patlardı. Her tarlanın kenarında yağmur sularının ve kara sulukların suyunu akıtmak için hendekler vardı. Zaman gelir bu hendekler yüzünden komşular mahkemelik olurlardı. Zira bir tarla sahibi hendeği kapattığında tarlalardaki göllenmiş sular yaza kadar kurumazdı. Orman Bağlarındaki kuyuların suları çok zengindi. Üstelik çok yüzeydeydi de. İktidarların oy avcılığı nedeniyle sık, sık çıkarılan orman afları yüzünden Yamanlar dağının büyük bölümünde orman kalmadı. Ormanın anası olan yağmur Menemen’e küstü ve kuraklık başladı. Üç dört metre derinlikteki kuyuların suyu tamamen yok oldu. Şu sıralarda on metre derinlikten bile su alınamıyor. Bu nedenle Menemen ovası Gediz’in kirli sularına mahkûm edildi. İstanbul kuraklıktan az çekmemişti. Eğer 2 B uygulanır ve bir de bu kanal projesi gerçekleşirse İstanbul yine o kurak yıllara geri dönecektir. Sekiz yıl sürecek olan kanal hafriyatından çıkacak olan tozlar tahminimizden çok daha fazla ormanı etkileyecek ve ağaçların kurumalarına neden olacaktır. Kanalda kullanılacak olan araç ve gereçleri, demir ve çimentoları düşünmek bile istemiyorum. İşin içine bir girildi mi yapılan otuz milyar dolarlık hesap harcanacak olanın yanında çok önemsiz kalır. Bu nedenle ham hayallerin peşinde değil, gerçeklerin peşinde olunması gerekir. Nedir gerçek olan? Ormanlarımızı çoğaltmak, hayvancılığımızı geliştirmek, tarımı destekleyerek üretim seferberliği yapmaktır. O hayal ürünü boğaza yapılacak harcama orman geliştirilmesine harcanacak olsa dağ taş orman olur. Ülke yağmura gark olur. Havası temizlenir. İnsanlar çok daha sağlıklı olurlar. Özcan Nevres

Özcan Nevres 07.05.2011

Diktatörler Kana Doymuyor Tunus’ta ve Mısır’da diktatörler yıkıldıktan sonra özgürlük harekâtı önce Libya’ya, sonra da Suriye’ye sıçradı. Diktatörler saltanatlarını korumak için kendi halkını acımasızca katlediyor. Kaddafi kendi yurttaşlarına yaptıkları yetmiyormuş gibi Tunus’a da saldırdı. Suriye’den ise Türkiye’ye doğru büyük bir göç başladı. Ankara hükümeti göçü durdurmaya çalışsa da, göçün devam edeceğine kesin bir gözle bakılmaktadır. Yıllardan beri Hatay’ımızı kendi sınırları içinde göstermekten çekinmeyen Suriye Hataylılardan hiçbir zaman destek görmemiştir. Hataylıların ne kadar haklı oldukları bu yaşanmakta olan olaylar açıkça göstermektedir. Suriye’de her gün insanlar öldürülüyor. Ne uğruna? Esat’ın babasından miras aldığı tahtını korumak için. İnsan olan sevilmediği bir yerde bir dakika bile durmaz. Esat ise tahtını korumak için acımasızca kan döktürüyor. Esat eğer o tahtı hak ettiğine ve halkın kendisini sevdiğine inanıyorsa seçim kararı alarak görevinden istifa etsin. Varsa bir partisi partisinin başına geçip aday olsun. Eğer kazanırsa ona kimse karşı koyamaz. Zira o makamı halkının güveni ve sevgisi sayesinde kazanmış olacaktır. Bu davranış demokrasinin gereği değil mi? Demokrasilerde devlet başkanlığı babadan oğla miras kalmaz. Seçimle devlet başkanı olunur. *** Ülkemizde siyaset gittikçe kızışıyor. Kızıştıkça da çirkinleşiyor. Liderler birbirlerini kötüleyerek başarıya ulaşmayı ilke edinmişler. Oysa liderlerin görevi partilerinin yapmak istediklerini halka anlatmaktır. Üstelik abartısız olarak yapılabileceklerini anlatmalıdırlar. Son günlerde üç büyük partinin liderleri halka o kadar çok şeyler vaat ediyorlar ki inanılacak gibi değil. Bu durumda hangi parti kazanırsa kazansın, halkımız yaşadı demek. Memur ve emekli maaşları artacak, asgari ücret iki bin liranın üstüne çıkarılacak. Ülkemizin bir gerçeği var. Eğer asgari ücret bu günkü şartlarda iki bin liranın üstüne çıkarılırsa birçok fabrika kapanmak zorunda kalacaktır. Tarım ile uğraşanlarsa tarımı bırakma zorunda kalacaklardır. Bu durum da işsizliğin artmasına neden olacaktır. Yani işsizler ordusuna çok büyük katılımlar olacaktır. Geçmişte aile tarımına soğuk bakılıyordu. Küçük arazilerin birleştirilip büyük işletmelere dönüştürülmesi isteniliyordu. Oysa büyük işletme demek işsizliğin artması demektir. Hiçbir çiftçi kendi düzenini bozarak başkasının emrinde çalışmak istemezdi. Küçük tarım işletmeleri destek görmeyince tarlasını satan büyük şehirlerin yolunu tutmuşlardı. Şehirde iş bulanlar iş sahibi olmuş. Bulamayanlar ise işsizler ordusuna katılmışlardır. Nelerle uğraşıyoruz. İstanbul’a ikinci boğaz açıldığında uzaydan bakıldığında Fatih Sultan Mehmet’in silueti görülecekmiş. Görülse ne olur, görülmese ne olur? Davranın dostlar. Yakında uzay araçlarımıza binip Fatih Sultan Mehmet’in siluetini görebilmek için uzaya gideceğiz. Ortaokulda okurken en sevdiğim ders tarih dersiydi. Bu yüzden bulabildiğim her türlü tarih kitaplarını okudum. Okuduğum kitaplarda bir tek kanal açma projesi vardı. O da Sokullu Mehmet Paşanın Karadeniz ile Hazar denizi arasındaki kanal projesidir. Fatih Sultan Mehmet zamanında İstanbul Boğazında yoğun bir trafik mi vardı ki ikinci bir boğaza gerek duyulmuş olsun? O yıllarda şimdiki gibi petrol ve benzeri yük taşıyan dev gemi ve tankerler mi vardı? Gazeteci Ahmet Hakan’ın dediği gibi bu proje üç gün sonra unutulmayacak. Zira seçime daha elli gün var. Bu proje seçim sonrasında unutulacaktır. Unutulması da ülke yararına olacaktır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 06.05.2011

Çılgın Proje Manşetlerde Sayın Başbakanın benim çılgın projem diye açıkladığı projenin aslında eski başbakanlardan Bülent Ecevit’e ait olduğu açıklandı. Bu çılgın projeden yıllar önce benim de haberim olmuştu. Ama o yıllarda proje vardı ama adı yoktu. Üstelik projenin CHP li bir belediyeye ait olduğunu sanıyordum. Bana göre uçuk bir proje olduğu için hiç önemsememiştim. Uçuk bir proje olsa da bu günlerde halkımıza uygulanılabilir bir proje olarak anlatılıyor. Proje İstanbul Boğazındaki trafiği azaltmak amacıyla üretilmiş. Peki, boğazlar ile ilgili uluslar arası anlaşma ne olacak? Boğazlar uluslar arası bir statüye bağlı olduğuna göre hangi ülkenin gemilerine oradan değil, buradan geçeceksiniz diyebilirler. Üstelik boğazlardaki trafik sıkışıklığından hangi ülke zarar görüyor? Türkiye mi? Eğer Türkiye zarar görmüyorsa o zarardan bize ne? Hadi sözü edilen kanal açıldı ve İstanbul Boğazındaki trafiğin yükü azaltıldı. Peki, Çanakkale Boğazındaki trafik ne olacak? Oraya da mı benzer bir kanal açılacak? Daha Çanakkale Boğazı üzerine bir köprü dahi yaptıramamış iken oraya da bir kanal yaparız diyeceklerini sanmıyorum. Eğer İstanbul Boğazındaki trafiğin yükünü azaltmak için bir kanal gerekiyorsa bunu o kanaldan yararlanacak olan Karadeniz’e kıyıları olan ülkelerden öneri gelmelidir. Bu iş içinde keselerinin ağzını iyice açmaları gerekir. Böyle bir öneri gelir ve değerlendirilirse Trakya’nın ve İstanbul’un iklimine zarar vermeyecek bir güzergâhta yapılması gerekir. Yüz elli metre genişliğindeki bir kanalın geçeceği yerlerde büyük bir orman ve arazi katliamı gerçekleşeceğinden böyle bir projeye sıcak bakmamak gerekir. Hadi diyelim ki bu proje uygulandı ve bu dev kanal açıldı. Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler biz bu kanaldan geçmeyiz derlerse ne olacak? Rahmetli Bülent Ecevit gibi baskılara karşı dik durulabilecek mi? Anımsanacağı gibi Ecevit Kıbrıs çıkarmasına karar verdiğinde Amerika karşınızda altıncı filoyu bulursunuz diye kesin bir uyarı vermişti. Ecevit sormuştu? Altıcı filoyu karşımızda ateş ederken mi bulacağız diye? Amerika hayır dediğinde biz de aralarından geçer Kıbrıs’a çıkarız demişti. Dediğini de yaptı. Bedelini de çok ağır ödedi. Amerika’nın koyduğu ambargo yüzünden ülke yokluklar içinde kıvranmaya başlamış1tı. Türkiye petrol ithal edemiyor, petrolü spot piyasasından çok pahalı olarak satın alabiliyordu. Tüp gaz kuyrukları yüzlerce metre uzunluktaydı. Hızlı Adalet Partililer kilerlerine ihtiyaçlarının çok fazlası şeker ve yağ stoku yapmışlardı. Nedeni ise Ecevit geldi, kıtlık başladı demek için. O günlerde halkın tüp gazdan başka kullanabilecekleri başka bir alternatifleri yoktu. Zira elektrik üretimi de çok yetersizdi. Bu yüzden günde altı saate uzayan elektrik kesintileri yaşanıyordu. Tüm bunlara rağmen Ecevit pes etmemişti. Hem Kıbrıs çıkartmasında, hem de haşhaş dikiminde Amerika’nın karşısında dimdik durabilmişti. O günler çok gerilerde kaldı. Bu kanal projesi yüzünden Türkiye bir ambargo ile karşılaşacak olursa bu günkü ekonomisiyle dik duramaz. Zira ithalat ile ihracat arasında çok büyük bir fark var. Türkiye ambargoyla karşılaştığı yıllarda Türkiye’nin kendine yetecek kadar üretimi vardı. Şimdi ise buğdayımızdan hayvancılığımıza kadar her türlü üründe dışa bağımlı duruma getirildik. Halka ithal muz yeme diyebilirler ama ekmek yeme diyemezler. Bu nedenle hayal edilen bu kanal gerçeğe dönüştürülmeden artısını ve eksisini çok iyi hesaplamaları gerekir. İstanbul taşıyamayacağı kadar çok bir nüfusa sahip oldu. Geri dönüşü destekleyen kararlar amacına ulaşamadı. Geri dönüşü bir tek şey sağlar. O da üretim seferberliği. Halk üretecek ve ürettiğini değerinde satacak. Bu sağlanacak olursa kim tutabilir İstanbul’da yokluk içinde sürünenleri. Geri dönmek için hemen sıraya girerler. Özcan Nevres

Özcan Nevres 01.05.2011

Seçime Doğru Bin dokuz yüz atmış dokuz yılı genel seçim öncesi CHP Muğla İl Başkanı Fevzi Özer ile konuşuyorduk. Bana ön seçim ile ilgili öngörün var mı diye sorduğunda evet var dedim. Birinci alternatif, birinci Mualla Akarca, ikinci Ali Döğerli olacak. İkinci alternatif ise birinci Ali Döğerli, ikinci Mualla Akarca olacak. Üçüncü belki siz olacaksınız ama seçilme şansınız hiç yok. Zira skorda hiçbir değişiklik olmayacak. Her zamanki gibi CHP iki milletvekili, Adalet Partisi de üç milletvekili çıkaracaktır. Sonucun böyle olmasında ise en büyük hatayı siz yaptınız. Ben Doktor Haluk Nurbaki ile seçim çalışmaları yapmıştım. Üstüne alınma ama bana bir il başkanı ön seçimde birinci sıraya yerleşemiyorsa o adam aptalın tekidir demişti. Adalet Partisinden Afyon milletvekili seçildiğinde seçime liste başı olarak girmişti. Adalet partisinden istifa ettikten sonra onu, CHP listesine bağımsız aday olarak almıştı. Seçilmesi çok zor olan bir sırada olmasına rağmen seçilecek sırada olanlardan çok daha fazla çalışmıştı. Siz çok iyi niyetli bir insansınız. Ben il başkanı olarak tarafsızım diyorsunuz. Oysa il başkanı tarafsız olamaz. Bir su kaynağı düşünün. O suyun önüne bir çizik atarak suya yön verebilirsiniz. Su kendisine sizin çizmiş olduğunuz çizgiye yatağını yapacaktır. Siz delegelerin size gelmelerini sağlayacak çizgileri çizmezseniz her zaman ön seçimlerde ilk olamazsınız. Bir dahaki seçimde önerime uyarak liste başı olarak Muğla Senatörü seçilmişti. Ön seçim yapıldığında liste başı Mualla Akarca, ikinci ise Ali Döğerli olmuştu. İl Başkanı Avukat Fevzi Özer ile iş yerlerimiz karşı karşıyaydı. Ona CHP sosyal demokrat bir parti ve toprak kanununu çıkarmakta güya kararlı. Peki, CHP toprak kanununu bu seçilen toprak ağalarıyla mı çıkaracak? Bu iki adayın ikisi de toprak ağası değil mi dedim? Haklısın dedi. Kusura bakma ama ben bu iki adaya oy vermeyeceğim. O arada Türkiye İşçi Partisi bana güzel bir jest yapmıştı. Bana milletvekilliği adaylığı önermişti. Hiç düşünmeden reddetmiştim. Milli bakiyenin kaldırılmış olduğu bir seçim sisteminde hiçbir küçük parti meclise tek bir adayını dahi sokamazdı. İşimi gücümü bırakıp ham bir hayalin peşinde koşamazdım. Bin dokuz yüz atmış dokuz seçiminde, hayatımda ilk defa oyumu CHP dışındaki bir partiye, yani İşçi Partisine vermiştim. Sandık başkanı Muğla’nın yerlisiydi. Kin hangi partiye oy vereceğini çok iyi biliyordu. Ayrıca İşçi Partisine kendi oyundan başka bir oy çıkmayacağını da kesin olarak biliyordu. İşçi Partisine iki oy çıkınca günlerce bu ikinci oy kimin olabileceğini düşünmüş ve benim vermiş olabileceğime karar vermiş. Bir gün yanıma geldi. Bana oyunu her zamanki gibi yine CHP ye mi verdin diye sordu? Hayır dedim. Oyumu İşçi Partisine verdim dediğimde doğru tahmin etmişim dedi. Yıl iki bin on bir. Yine önümüzde seçim var. Peki, oyumuzu hangi partiye vereceğiz? Adayları tepemize paraşütle indirenlere mi? Gel de çık bu işin içinden. Ben hangi partiye oy vereceğime karar verdim bile. Oy vereceğim parti, türbanı siyasete alet etmeyen, tarıma ve hayvancılığa değer veren bir parti olacak. Doğal olarak varsa. Eğer yoksa her partinin üzerine mühür basarak vatandaşlık görevimi ifa edeceğim. Tüm büyük partilerin aday listelerini incelediğimde tarıma, hayvancılığa öncelik tanıyacak ve destek verecek adaylar göremedim. CHP dışında, kadın adaylara seçilecek sıralarda yer veren başka bir parti göremedim. CHP nin kadın adaylarını da çok az buldum. Seçime daha elli beş gün var. O güne kadar adayları dinleyeceğim. Gerekirse adayları sorgulayacağım. Oyumu hangi partiye vereceğimi izlenimlerimin sonunda kararımı vereceğim. Aslında demokrasinin gerçek anlamda demokrasi olması için adayların paraşütle indirilenleri değil, halkın gösterdiği adaylar olmalıdırlar. Oysa bu yapılmış olan ve yapılacak olan seçimlerde milletvekilliğini kazananlar halkın milletvekili değil, genel başkanların milletvekilidirler. O nedenle değil mi? Seçilenler seçim bölgelerine uğramaya bile gerek görmüyorlar. Özcan Nevres

Özcan Nevres 15.04.2011

Ağır Ol da Molla Desinler TÜSİAD’ın anayasa taslağı hazırlamasına söylenecek tek cümle yazımdaki başlık olabilir. Anayasamın değiştirilemez hükmüne sahip olan ilk dört maddenin değiştirilebileceğini ileri sürmek olsa olsa abes ile iştigal olabilir. Ülkemizin türban sorununu dahi halledilemezken, laikliğin kaldırılması veya değiştirilmesiyle irticai kıyafetlerinin önü olabildiğince açılacaktır. Bu arada TÜSİAD’ın bayan başkanına sormak gerekir. İrtica gemi azıya aldığında, sizin de türban veya kara çarşaf giymenizi istediğinde tavrınız ne olacaktır? Giymem diye karşı mı çıkacaksınız? Yoksa soluğu özgür bir Avrupa ülkesinde mi alacaksınız? Bir süre önceki yazımda yazıma Uyan Be CHP diye başlık atmıştım. Gerçekten CHP nin uyandırılması gerekir. Öncelikle şunu belirtmek isterim. Biz, yani ben ve benim gibi düşünenler kerhen de olsa oylarımızı neden CHP ye veriyoruz? Laiklikten ödün vermediğine ve hiçbir şekilde vermeyeceğine inandığımız için değil mi? Oysa ne diyor Sayın Gürsel Tekin? Türban AKP nin kendi sorunudur. Eğer meclise türbanlı bir milletvekili sokacak olurlarsa karşı koymayacağız. Bu arada dileğimiz CHP genel yönetiminin tıpkı Gürsel Tekin gibi düşünmüyor olmalarıdır. Aksi halde vay halimize demekten başka elden ne gelir? Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu CHP nin hedefi çağdaşlıktan da öte, çağdaş ülkelerden bile daha ileride olmaktır. Oysa Gürsel Tekin’in gösterdiği hedef ise çağımızın çok gerisidir. Eğer bu fikir yalnızca Gürsel Tekin’in ise CHP yönetiminin ona dur demesi ve parti meclisinde karar alınmamış konularda ahkâm kesmemesini sağlamaktır. Ben parti başkanıyken milletvekili adaylarını hangi konularda konuşacaklarına dair yönlendirirdim. Hiç biri benim yönlendirdiğim konuların dışına çıkamazlardı. Oysa koskoca ana muhalefet partisinin yönetimi bu konuda olabildiğince yetersiz kalıyor. Hükümetimizin dış siyasetteki başarısını!!!! Alkışlamak gerekiyor. Önce silahlarımızı hiçbir şekilde Libya’ya çevirmeyeceğiz demişlerdi. Oysa Türk savaş gemileri Libya’ya konulmuş olan ablukada görev almak üzere Akdeniz’e açılmış durumda. Hem de meclisten karar alınmasına gerek görülmeden. Dahası NATO nun talebi doğrultusunda asker de göndermenin hazırlıkları yapılıyor. Bir ülkeye yabancı bir ülkenin postallarıyla ayak basılmasın. Basıldığı an o ülkelerinin hali perişandır. Afganistan’ın eski lideri Babrak Karmal Rusya ile ikili bir anlaşma imzalamıştı. Yapılan anlaşmada eğer Babrak Karmal iktidarı ülkede baş gösterecek bir ayaklanmayı bastırmakta aciz kalırsa Rusya’dan yardım isteyebilecekti. İstedi de. Rusya bir girdi ve tam sekiz yıl çıkmak bilmedi. Amerika’nın desteklediği ve palazlanmalarına neden olduğu olabildiğince gerici Talibanlarla başa çıkamayınca Afganistan’dan çekilip meydanı Amerika’ya bırakmak zorunda kalmıştı. Şimdi de Amerika o beslediği, güçlendirdiği Talibanlarla savaşıyor. Üstelik de Talibanlarla baş edemiyor. Edemez, çünkü Afganistan çok dağlık bir ülke. Bu yüzden vur kaçlara açık bir ülke. Savaştığı vurucu güçlerin hangi mağaradan, hangi kayalıklar arasından çıkacakları belli değil. Talibanların ellerindeki gelişmiş silahların hangi ülkeden geldiği de belli değil. Büyük olasılıkla Amerika’dan geliyor. Tavşana kaç, tazıya tut misali. Amerika’nın Irak işgali Iraklılara bölünmekten başka hiçbir şey getirmedi. Dökülen ve dökülmekte olan kanlar da cabası. Güya Irak’a demokrasi ve barış getirecekti. Libya’nın akıbetinin de aynı olmayacağına garanti verilebilir mi? Neredeyse tüm Arap ülkelerinde kazanlar kaynıyor. Bu ülkelerin petrol zengini olmaları yalnızca rastlantı mı? Kaddafi ülkesini ve ülkesinin insanlarını eğer seviyorsa, ülkesi işgal edilmeden çekip gider. Eğer halen gitmem diyorsa, hem ülkesinin hem de kendisinin başına gelecek çok kötü şeyler var. İnşallah Kaddafi’de aklıselim hakim olur, hem kendisini, hem de Libya halkını kurtarır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 26.03.2011

Uyanın Ey CHP Yöneticileri CHP ye gönül verenler tam atmış bir yıldan beri iktidar olma hasretiyle yanıp tutuşmaktadırlar. CHP ye gönül vermiş olanlara iktidar olma hazzını tattıracak olan kimler? Tabi ki CHP yi iyi yönetenler olacaktır. Bin dokuz yüz elli sekiz ile bin dokuz yüz atmış altı yılları arasındaki CHP yöneticiliğimde ve Bin dokuz yüz seksen darbesi sonrası kurulan Halkçı Partide ilçe başkanı olduğum sırada bir günden bir güne bir kahvehanede oturup oyun oynamadım. Zira hizmet anlayışıma göre ister parti yöneticiliği olsun, ister başka bir dernek yöneticiliği olsun. Yönetici olanların davranışları mutlaka topluma örnek olmaları gerektiğine inanırım. Bu inancım sayesinde Halkçı Parti Menemen yönetimini oluştururken boşuna uğraşma. Halkçı parti tek oy alamaz diyenlere karşı partimizin büyük bir zafer kazanmasını sağlamıştım. Zamanımı kahvehane köşelerinde harcamaktansa, köy köy ve mahalle mahalle dolaşmıştım. Menemen’in en küçük ve en uzak olan ikinci köyü Karaorman köyüne bile seçim öncesi tam dört kere gitmiştim. Bir tek Turgutlar köyüne gitmemiştim. Zira o köye kolayca ulaşılabilecek bir yol yoktu. Köyün sakinleri topluca beni ziyarete geldiklerinde bana, Başkan bizim köye gelmek için sakın zamanınızı boşa harcamayın. Zira yolumuz çok bozuk. Bizden hiç kuşkunuz olmasın. Köyümüzde Halkçı Partiden başka her hangi partiye tek bir oy bile yok dediler. Dedikleri gibi de oldu. Oylarının tümü Halkçı Partiye çıkmıştı. Bir tek Karaorman köyünde bir oy fire vermiştik. Muhtar kim bu oyunbozan diye araştırdığında çok yaşlı ve okuması yazması olmayan biri eveti rast gele bastığı için oyunu başka bir partiye kullanmış olmuştu. Silivri’de son kongrede seçimi kaybedenlerin bazıları AKP ye geçerek CHP ye karşı samimi CHP lilere yakışmayacak kadar çirkin bir kampanya başlatmışlardır. Ne yazık ki bu kampanyalarına CHP yöneticileri ve milletvekili aday adayları da destek olmaktadırlar. En az üç kişinin bana anlattığına göre seçim sürecine girdiğimiz halde parti başkanı ile milletvekili adayı EĞİTİNSEN de hem okey oynuyorlar, hem de dürümlerini yiyorlar. Ben bu adamlara mı oy vereceğim diyorlar. Adını dahi bilmediğim eski bir CHP yöneticisi, oyumuzu CHP ye verdik de ne oldu? Bana söyler misin CHP Silivri’de iktidara geldiğinden beri ne oldu? Gazetecisin. Bu söylediklerimi de bakalım yazabilecek misin dedi? Belediye Kültür Sarayını neden kiralık bir mekânda açtı? Vefa borcunu ödemek için değil mi? Belediyenin yeni yapılan çarşıda kendisine ait o kadar çok dükkân var ki, biri yetmezse bir kaçını kullanamaz mıydı? O çarşıda belediyeye ait birçok dükkân varken neden kira ile yer tuttuklarını düşüne biliyor musun? Tabi ki düşünüyorum. Yalnız, böyle hatalar yapıldığı için partime küsmez, partimin altını oymaya çalışmazdım. Partimin içinde kalır bu yanlışlıkları yapanlara karşı kıyasıya bir mücadele başlatırdım dedim. Dedim demesine ama ne işe yarar? Zira onlar CHP ile köprüleri onarılmayacak bir şekilde atmışlardı. Benim geçmişte Bir Zamanlar Bende Politikacıydım başlıklı uzun bir yazım birçok gazetelerde yayınlanmıştı. Aynı yazımı yine o gazetelere gönderip tekrar yayınlanmasının zamanıdır dedim. Yayınlayıp yayınlamayacaklarını bilmiyorum ama yayınlanırsa yararlı olacağının kanısındayım. Adaylar ve yöneticiler okurlar ve nerede yanlış yapıyoruz diye kendilerini sorgularlar ve yapmakta oldukları yanlışlıklardan kurtulurlar. Aksi halde Sosyal Demokrat CHP yine sağ bir partinin arkasından nal toplamaya devam ederler. Parti yönetmek ve partiye üye kazandırmak kahvehanelerde oturup okey oynamakla mümkün olamaz. Yöneticilerin ve adayların halkın arasına girip halkla gerektiği şekilde diyalog kurmaları gerekir. Üstelik hitap ettikleri toplumun sorunlarının neler olduğunu bilmeleri ve konuşmalarını, vaatlerini ona göre yapmaları gerekir. Tarımla ilgili insanlara işçi haklarından, işçi kesimine de tarım sorunlarından söz etmemeleri gerekir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 15.03.2011

Japonya’dan Ders Almak Dünyanın en ileri teknolojinse sahip olan Japonya dokuzluk depremin neden olduğu tusunami yüzünden üç nükleer santralde çok büyük sorunlar yaşıyor. İleri teknolojisine rağmen bir türlü nükleer sızıntılarla baş edemiyor. Eğer aşırı ısınmayı taşıma su ile soğutmayı sağlayamazsa çok ağır bir nükleer faciası yaşamak zorunda kalacaktır. Nükleer santral kurma teknolojisine sahip olan ülkeler kendi ülkelerinde nükleer santral kurmazlarken ve eskiden kurduklarını devre dışı bırakırlarken ülkemizde de iki yerde nükleer santral kullanma çalışmaları Japonya’da yaşanmakta olan faciaya rağmen hızla sürdürülmektedir. Santrallerin biri Mersin’deki fay hattı üzerindeki Akkuyu’da, diğeri ise Sinop’ta doğal sit alanı olarak dünya çapında namı olan bir alanda kurulacaktır. Nükleer santraller neden ille de deniz kenarında kurulması gerekiyor? Nedeni bir nükleer sızıntıda soğutma için çok bol su gerekiyor olmasındandır. Ülkemizde yenilene bilir nice enerji kaynakları olmasına rağmen ille de nükleer santral kurulmasındaki inadı anlamak olası değil. Nükleer enerjiyle çalışan santrallere en çok sahip olan Amerika nükleer atıklar için büyük bir çaresizlik içindedir. Zira bu güne kadar kullanılmakta olan toprağa gömme sistemi fiyasko ile sonuçlanmıştır. Atıkları toprak altına gömmek nükleer sızıntıları önleyememektedir. Bu da bölgede kanser hastalıklarının artmasına neden olmaktadır. Ucuz elektrik üreteceğiz diye kurulacak olan nükleer santrallerin atıkları ileride başımıza dert açacaktır. O atıkları alıp etkisiz hale getirecek olan ülkelere ödenecek para, santrallerin getirisinden götürüsü çok daha fazla olacaktır. Dünya kanser hastalıklarının artışına neden olacak diye kendi ülkelerinde hurda gemi sökme işleri yapmazlarken ülkemizin en önemli bölgelerinde halen hurda gemi söküm işleri sürdürülmektedir. Bu da yöneticilerimizin kansere neden olan iş yerlerine ve tesislere karşı ne denli duyarsız olduklarını açıkça göstermektedir. Kaldı ki Akkuyu’da kurulacak olan nükleer santral konusu eski başbakan Bülent Ecevit’in önüne konulduğunda fay hattında olması nedeniyle santral ile ilgili dosya bir daha açılmamak üzere rafa kaldırılmıştı. Ne yazık ki Ak Parti hükümeti halkımızın sağlığını hiçe sayarak bu santralin kuruluş aşamasını başlatmıştır. Akkuyu’daki antralin yapımını Rusya üstlenmiştir. Ben Mamak Muhabere Okulunda telsiz teknisyen kursundayken nükleer için bize çok geniş bilgiler vermişlerdi. Bu bilgileri gösterdikleri filmlerle pekiştirmişlerdi. O yıllarda nükleer patlamalarının neden olduğu radyasyondan korunmak için duvarları ve tavanı en az atmış santim kalınlığında olan korunaklarına girilmesi gerekiyordu. Japonya’da yapılan nükleer santrallerde koruyucu duvarlar yüz yirmi santim kalınlığında olmasına rağmen nükleer sızıntıları önlemekte yeterli olmuyor. Zira soğutmakta kullanılan su hızla buharlaşırken beraberinde nükleer sızıntıları da taşımaktadır. Japonya halen Amerika’nın Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı on kilotonluk bombaların neden olduğu radyasyon ile uğraşmaktadır. Bu uğraşa şimdi de üç nükleer santralde oluşan sızıntılar da katılmaktadır. Belli ki Japonya bu nükleer santrallerin faturasını yine çok ağır ödeyecektir. Türkiye’nin nükleer santral konusunda çok iyi düşünmesi gerekir. İlle de yapacağım diye inatlaşmanın hiçbir anlamı yoktur. Türkiye elektrik üretiminde ağırlığı ülkemizde çok bol olan rüzgar ve güneş enerjisine kaydırmalıdır. Zira bu iki enerjinin ikisinde de sağlık sorunları yaşanmaz. Üstelik ikisinde de atık sorunu diye bir sorun yoktur. Özcan Nevres

Özcan Nevres 15.03.2011

Yunan’a bak Yunan’a Başta Yunanistan Başbakanı olmak üzere, neredeyse tüm Yunanlar Türk ve Türkiye düşmanı. Nedeni ise her kaşındıklarında yedikleri Türk tokadı. Megalo idea ile gözleri o kadar kör olmuş ki, bu ideallerinin gerçekleşmemesine Türk milleti engel olduğu için yontulmamış kinlerini bir türlü içlerine gömemiyorlar. Bırakınız gömmelerini, içlerine bile sindiremiyorlar. Oysa İkinci Dünya Savaşındaki Alman işgalinde yaşadıklarını bir düşünebilseler. Açlıktan kıvranırlarken, aç bebekleri açlıktan ölürlerken onlara üç gemi yiyeceği hangi ülke göndermişti. Gerçi gemilerden biri Yunan limanlarına yanaşamadan batmıştı ama batan gemideki erzaklar da iyi niyetin göstergesiydi. Eğer Türkiye onların Türklere yaptıkları yüzünden kin tutmuş olsalardı o gemiler dolusu erzakı Yunan halkını aç ölmekten kurtarmak için gönderir miydi? Ellerine geçen her fırsatta Türkleri katleden Ermeniler ve Yunanlar el ele vermişler soy kırımı palavralarıyla dünyayı kandırmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki enselerinde dört yüz yıl at koşturttuğumuz Avrupalılar da onların yalanlarını destekliyorlar. Ben anne ve baba tarafı Girit göçmeni ailelerin torunuyum. Dedelerim Girit’te nasıl bir soy kırımına uğratıldıklarını acı, acı anlatırlardı. Girit’ten kaçıp Anadolu’ya sığına bilenler en şanslı olanlardı. Girit ada olduğu için Girit’ten kaçanlar denizsiz yaşayamazlardı. Bu nedenle hep denizi olan yerleşim alanlarına yerleşmişlerdi. Ege’ye yerleşenler derin bir oh çekemeden Yunan işgaliyle karşılaşmışlardı. Bu nedenle bir çoğu Yunan işgaline karşı silahlanıp dağlara çıkmışlardı. Söke’de Halazari (Bozguncu) Cafer Efe yüz elli kişilik çetesiyle Yunanları sık, sık baskınlarıyla bozguna uğratıyordu. Menemen’de Fodulaki Mustafa Efe çetesiyle yaptığı vur kaçlarla işbirlikçi Rumlar ile Yunan askerlerine kan kusturuyordu. Ne yazık ki Halazari Cafer Efe Kurtuluş Savaşımız başlamadan şehit edilmişti. Fodulaki Mustafa Efe yalnızca Rum çeteleriyle değil, yerli çetecilerle de kıran kırana bir savaşın içindeydi. Bu nedenle başka Türk çetecilerin katılmalarıyla oldukça kalabalıklaşmış olan çetesiyle ve ele geçirdiği cephanelerle İnönü cephesine katılarak büyük bir vatanseverlik göstermişlerdi. Bu kahramanlığı yüzünden Mustafa Kemal Atatürk tarafından çok takdir edilmiş ve Atatürk yaşamı süresince Fodulaki Mustafa ile mektuplaşmışlardı. Söke Belediyesi büyük bir vefa örneği vererek kentin en önemli merkezine Halazari Cafer Efenin anıtını diktirmiştir. Menemen Belediye başkanı Sayın Tahir Şahin ile yapmış olduğum bir görüşmede o da Fodulaki Mustafa Efenin anıtını yaptırmak istediğini söylemişti. İnşallah bir gün Fodulaki Mustafa Efenin de anıtı Menemen’de dikilir. Menemen’in bir başka efesi daha vardı. O ilerlemiş yaşına rağmen Türklere zulmeden Rumlardan Türklerin öcünü almıştı. Yaşlılar Menemen’deki Rum Mezarlığını Fodulaki Mustafa Efe ile Koca Veli Efe (Velara) doldurdu derlerdi. O günlerin anısına yazmış olduğum Torunum Can’a adlı şiirimin bir bölümünü satırlarıma aktarıyorum. Okurlarım dilerlerse www.ozcannevres.com adlı sitemden tamamını okuyabilirler. Sen şimdi uykudasın sevgili Can/ Başımıza örülmek istenen çoraptan habersiz/ Atalarımızdan emanet aldığımız bu vatanı/ Korkarım sizlere bırakamayacağız Daha çok küçüksün Can’ım benim/ Yediğin önünde yemediğin ardında/ Her şeyi öğrenmek istiyorsun ama/ Vatan sevgisinin kutsallığını/ Öğrenmene henüz gelmedi sıra/ Dedem Nevres Cafer ağa Anlatırdı tekrar, tekrar savaş anılarını/ Tam on iki yıl savaşmış yılmadan/ Biz sizin için akıttık kanlarımızı derdi/ Ah o kahpe Yunan yok mu/ Girit’i elimizden alıp bizi vatansız koyan/ Neyse ki/ Kemal paşa başlattı kurtuluş savaşımızı/ Koyduk yine ortaya can dedikleri malımızı/ Konak’a çekince şanlı bayrağımızı/ Unuttuk çektiğimiz onca acılarımızı/ Dost dediğimiz Yunanistan gerçeği öğrenmeye ve içindeki yontulmamış kinini içine gömmeye hiç niyetli değil. Bu nedenle her türlü belanın bu ülkeden gelebileceğini hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz. Özcan Nevres

Özcan Nevres 10.02.2011

Gündemde Nükleer Santral Mersin Ak kuyu’da yıllardan beri kurulması gündemde olan nükleer santral Rusya ile yapılan anlaşmayla inşaatına başlanacak. Şayet göreceği büyük tepkilere rağmen başlatılabilinirse. Oysa adı geçen santral Sayın Bülent Ecevit’in üçlü koalisyonu sırasında gündeme getirilmişti. Kurulacak olan santralin götüreceklerinin getireceklerinden çok fazla olacağı benimsenmiş ve bu santralin kurulmasından vazgeçilmişti. Geçtiğimiz gece Okan Bayülken’in programında bilim adamları bu santrali tam üç saat tartıştılar. Santralin kurulmasının gerekli olduğunu savunan nükleer profesörleri, çevreciler tarafından köşeye iyice sıkıştırıldılar. Çevrecilerden makine mühendisi olan bir bayan konuşmacı ve tıp doktoru olan Yarman soyadlı profesör nükleer santralin neden olacağı rahatsızlıkları çok iyi anlaşılır bir dille anlattılar. Nedir bu zararlar? Yılda yirmi beş milyar dolar getirisi olan turizmi çok kötü etkileyecek ve bizi eskiden olduğu gibi Yunanistan’ın arkasına itecek. Sebze, meyve üretimine ve balıkçılığa çok büyük zararları olacak. Üstelik Ruslar bu santralde üretilecek olan elektriğin kilovatını yaklaşık on üç sente satacak. Bu sayede Rusya sözleşmenin geçerli olduğu on beş yıllık süre içinde yetmiş beş milyar lirayı ülkesine götürecek. Yani ülkemiz biraz daha fakirleşecek. Ülkemizde kurulu olan bazı doğalgaz elektrik santrallerinin ürettiği elektrik pahalı olduğu gerekçesiyle çalıştırılmıyor. Oysa Türkiye İran’dan almayı taahhüt ettiği doğalgazın tamamını kullanamadığı için İran’a almadığı gaz için her yıl bir milyar altı yüz milyon lira ödeme yapıyor. Bu durumda pahalı diye devre dışı bırakılmış olan elektrik santrallerini çalıştırmak ve taahhüt edilen gazın kullanılmasını sağlamak daha mantıklı olmaz mı? Bir nükleer santral’de Sinop’ta kurulacak. Hem de Sinop’un cennet bir köşesinde. Doğal sit alanı ilan edilmiş bir arazinin üzerinde. Yani korunması gereken bir alanda. Dünya nükleer santralleri devre dışı bırakma çalışmaları yaparken ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmişken kurulmak istenilen nükleer santrallerine akıl erdirmek olası değil. Kurulacak olan santraller tüketimin yüzde yirmisini sağlayacak. Yani bozuk düzen yapılmış olan havai hatlarda kaybolan elektrik enerjisi kadarı üretilecek. Bu hatlar düzeltildiğinde nükleer santrale gerek kalmayacak. Yüksek elektrik gerilimi iletkenin dış yüzeyinden iletilmektedir. Bize elektrik ve elektronik kursunda öğretildiğine göre iletkenlerin içinin boş olması gerekiyor. Bu sayede daha geniş hacimli iletkenlerin çok hafif olması sağlanmaktadır. Alçak gerilim (evlerde ve iş yerlerinde kullanılan elektrik gerilimi) teknisyeni olduğum için havai hatlarda nasıl bir iletken kullanıldığını bilmiyorum. Gördüğüm kadarıyla çoklu büküle tel kullanılmaktadır. Elektrik gücünü radyo frekansları gibi hava ile nakletme olasılığı olmadığı için elektrik santralleri neden ülkemizin uç noktalarında kurulmaktadır? Neden bu yatırımlar Orta Anadolu’ya yapılmamaktadır? Orta Anadolu’da inşa edilmiş olsa elektrik dağıtımı daha verimli olmaz mı? İzmir Çeşme’de İzmirli iş adamlarının inşa ettirdikleri rüzgârla çalışan elektrik santrallerinin nedense enter konnante sisteme bağlanmasına izin verilmemiştir. Nedeni ise üretimin düşük olduğu gösterilmiştir. Damlaya, damlaya göl olur. Küçük akarsularda kurulacak düşük debili santrallerle de elektrik üretilebilir. Tüm bunların ürettikleri bir araya getirildiğinde küçümsenmeyecek bir güç olur. Arnavutluk’ta büyük akarsu olmadığı için düşük debili elektrik santralleriyle derelerde üretim yapılmaktadır. Hayat standardının yükselmesiyle artan elektrik tüketimi için bu santrallerde yapılan üretim yetersiz kalabilir ama yinede ülke ekonomisine kazandırdığı göz ardı edilemez. Rivayete göre bir Alman gürül, gürül akan suya bakarak bu su böyle akar diye sormuş. Evet, yanıtını alınca da ve sizde öyle bakar demiş. Dünyanın en düzenli akan akarsularından biri olan Eşen çayında tek bir elektrik santralinin dahi kurulmamış olması, bana o Almanın sözlerini anımsattı. Bu su böyle akar ve siz bakar. Doğru söze ne denir? Özcan Nevres

Özcan Nevres 09.02.2011

Stadyumdaki Yuhalamalara Tepkiler Galatasaray stadyumunun açılışında sayın başbakanın kırk bin kişi tarafından bir ağızdan yuhalanmasına başbakanın gösterdiği tepkiden daha fazlasını yazılı ve görsel basın göstermişti. Ne demişti sayın başbakan? Bu ülkede duble yollar stadyumlar yapıyorum ama nankörler bunu görmezlikten geliyorlar. Galatasaray kulübünün başkanı ise başbakanımızı yuhalayan kırk bin kişiyi tespit ettik. (Nasıl tespit etmişlerse?) Bu kişileri bir daha stadyuma almayacağız. Bir spor kulübünü ayakta tutan fanatik taraftarlarıdır. Ulaşımın olabildiğince zor olduğu o stadyumu dolduranlar onca zamanını kaybettikleri gibi avuç dolusu para da harcıyorlar. Niçin? Gönülden bağlı oldukları kulüplerinin oyuncularına moral ve destek vermek için. Eğer bu kırk bin kişiyi stada sokmamayı bir şekilde becerebilirlerse o stadyum, kulübün kasasıyla birlikte boş kalır. Gelelim sayın başbakanın tepkilerine. Ne duble yollar, ne hızlı trenler, ne de stadyumlar kimsenin karnını doyurmaz ve kimseye sağlam bir gelecek kazandıramaz. İşsizlik almış başını gidiyor. Elit bir kesimin dışında tüm insanlarımız yoksulluk sınırlarının altında yaşıyorlar. Hiçbir anne baba bin bir güçlükle okutmaya çalıştıkları çocuklarının yarınlarından umutlu değildir. Umut sıcak para ekonomisinde değildir. Tüm umutlar üretimdedir. Gün gelecek bu sıcak paranın rehaveti sona erecektir. Tıpkı Demokrat Parti döneminde olduğu gibi. Demokrat Parti iktidara gelir gelmez gümrük kapılarını açmış, dileyen yurt dışından istediğini ithal ediyordu. Dört yıl sürdü bu saltanat. Beşinci yıl yokluklar başlamış, ürün fiyatları uçmaya başlamıştı. Bu günlerde yine gözde olmayı başarmış olan oy fasulyem yedi buçuk lira o fiyatlardaki uçmanın eseridir. Elli atmış kuruşa satılmakta olan kuru fasulyenin kilosu yedi buçuk liraya fırlamıştı. Ülkemizde kerpiçle inşa edilmiş ve üzeri toprakla örtülmüş hiçbir ev kalmayacak diyen başbakan köylerin boşalmasına, büyük bir iç göçün başlamasına neden olmuştu. İktidar saplandığı bataktan nasıl kurtulacağını bilemiyordu. İktidarın olumsuzlukları yasaklarla ört bas etmeye çalışması saplanılan bataklıktan kurtulmak için umar değildi. Bin dokuz yüz elli yedi yılı ve sonrası yoklar listesi uzadıkça uzamıştı Bırakınız traktörlere, kamyonlara ve otobüslere lastik bulmayı, çiftçiler aşınmış olan sabanlarının burunlarına ekletecek demiri bile bulamıyorlardı. Ülkenin sahip olduğu üç radyo istasyonu haberler başlıkları altında saatlerce Vatan Cephesine iltihaklar listeleri yayınlayarak iktidarın gününü kurtarmaya çalışıyorlardı. Ülke insanları Vatan Cepheliler ve Komünistler diye ikiye ayırmışlardı. Vatan Cepheliler kendilerinden olmayanları komünist olarak niteliyorlardı. Demir kıratlarla halkçıların aynı kahvehanelere gitmeleri olanaksızdı. Neyse ki tüm bu olumsuzluklar Yirmi yedi mayıs bin dokuz yüz atmıştaki askeri darbeyle sona erdirilmişti. Tarih tekerrürden ibarettir. Tarihten ders almak gerekir. Üretimi değil, tüketimi destekleyen Demokrat Partinin sonunun göz ardı edilmemesi gerekir. İktidarların sıcak paralarla ayakta durabilmeleri olası değildir. Sıcak paranın akışı durduğu an çöküş başlayacaktır. Bu nedenle ithalatın değil, üretimin desteklenmesi gerekir. Üretim gelişmiş ülkelerin Türkiye’de yaptırdığı fason üretimler değildir. Üretimin kendimize özgü olması gerekir. Ülke üretim adı altında gelişmiş ülkelerin çöplüğü haline getirilmemelidir. Türkiye’de bildiğim kadarıyla büyük kanser riski taşıyan üç gemi söküm tesisi vardır. Bunların en önemlisi Aliağa’da Kyme antik şehir alanındaki gemi söküm tesisleridir. Kyme Eoly birliğinin en önemli liman şehriydi. Kapladığı alanın korunması gerekirdi. Bu söküm tesislerine dünyanın her yerinden hurda gemiler getirilmektedir. Nedeni ise o gemilerin sahibi olan ülkeler kendi halklarını kanserden ve çevre kirliliğinden korumak için ülkelerinde gemi sökümü yapmamalarıdır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 22.01.2011

Yeni Yıla Merhaba Yeni yıla merhaba derken geride bıraktığımız yıla da elveda dedik. Elveda geri dönülmez ayrılıkların feryadıdır. Tıpkı Japonların sayanorası gibi. Oysa geride bıraktığımız koskoca bir yıl özlenilmeyecek kadar olumsuzluklarla geçip gitti. Bu nedenle elveda yeni yıl demektense güle güle dememiz gerekirdi ama diyemiyoruz. Ne demiş atalarımız? Gelen gideni arattırır. Daha yeni yıla girmeden açıklanan zamlar yüzünden geçim sıkıntılarımız arttıkça artacak. Sekiz yıl önce kişi başına üç bin lira olan ulusal gelirimiz on beş bin dolara çıkmış ama farkına bile varamadık. Ne kadar çok zenginleşmişiz ama bu zehginlikten bizim cebimize girecek olan sadaka gibi üç beş liradan ibarettir. Yeni yıla girerken sevdiklerimize mutlu, sağlıklı ve başarılarla dolu nice, nice yıllar dileriz. Hem de hiçbir umudumuz olmadığı halde. Gönüllerimizde umutların yeşermesi için ülkemizde büyük bir üretim seferberliği başlatılması gerekir. Her şeyden önce sahibi olduğu tarım topraklarıyla olabildiğince zengin olan bu ülkenin marketlerinde ithal ürünleri değil, kendi ürettiğimiz ürünleri görmemiz gerekir. Bunu başarmak için bin dokuz yüz atmış bir sonrasında kurulan İnönü hükümetinin uygulamaya başlattığı beş yıllık kalkınma programlarının yeniden uygulanmaya başlaması gerekir. Beş yıllık planlı kalkınma döneminde işler rast gele yürütülmüyordu. Yatırımlar gerekli görülen yerlere yapılıyordu. Ne yazık ki Devri Süleyman başladığında Sayın Süleyman Demirel meydanlarda halka biz plan değil pilav istiyoruz diyerek planlı kalkınma dönemine son verdi. Ne yazık ki halkımız da bu söylemi benimsediği için Süleyman Demirel’e oy verdi ve onu iktidara taşıdı. Plansız dönemde göz boyamak için temeli atılan fabrikaların temelleri araba bagajlarında Ankara’ya taşındı. Temel atma törenlerinde yapılan savrukça harcamalar da sonuç olarak vergi mükelleflerinin ve dolaylı vergi ödeyenlerin cebinden çıkmış oldu. Düşünüyorum da, yeni yıl ve sonrasındaki yeni yıllar bize ne getirecek? Olumsuzlukların kapıları bir, bir kırılacak mı? Ne yazık ki kapıların kırılacağına dair en küçük bir umudum bile yok. Önümüzdeki yıllarda da montaj tesisleri, sanayi siteleri ve havaalanları yine en verimli topraklarımızın üzerinde kurulacak. Orta Anadolu’daki verimsiz topraklar, görmeyen gözlerden uzak hiçbir işe yaramaz durumda kalmalarını sürdürecekler. Fabrikalar ve sanayi tesisleri denizlerimizi daha iyi kirletsinler diye yine deniz ve akarsu kenarlarında, kıyılarında kurulmalarına onay verilecek. Oysa o verimsiz topraklarda yarı aç yaşayan insanlar için sanayinin geliştirilmesi sefaletlerinin sonu olabilirdi. Tarımda Allahım sen rast getir kuralı yine hükmünü sürdürecek. Bir yıl içinde ne kadar tarım ürünü tüketeceğimizi ve bu tüketimi karşılamak için ne kadar alana dikim ve ekim yapılacağını kimse bilmeyecek. Bu yüzden de üretilenler ya para etmeyecek, ya da üretenlerin ellerinde kalacak. Ertesi yıl ise zarar edilen ürünler ekilip dikilmediğinde ürün fiyatları tavan yapacak ve tüketicilerin alım gücünü olumsuz etkileyecektir. Tarım üreticilerinin Allahım sen rast getir saplantısıyla ürettikleri ürünlerde tüketicilerin sağlığını olumsuz etkileyen tarım ilaçlarını ve yapay gübreleri bolca kullanmayı sürdürürken hem maliyet harcamaları atacak hem de birçok hastalıkların tetiklenmesine neden olacaklardır. Tarımda öncülük etmeleri gereken tarım müdürlüklerindeki uzmanlar, masa başındaki görevlerini sürdürecekler ve çamurlu arazilerde gezme gereği duymadıklarından ayakkabıları her zamanki gibi temiz kalacaktır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 09.01.2011

Ananı da Al Git Mersinli Kemal Öncel Sayın Başbakana tarımla ilgili sorunlarını dile getirmek istediği için Başbakandan çok sert bir tepki görmüştü. Ananı da al git. İşte artık o ana yok. Hakkın rahmetine kavuştu. O ana ki yıllardır dillerden düşmemişti. Onun ölümü bile anısını belleklerimizden silemeyecektir. Ruhu şad olsun. Kemal Öncel kardeşimize de baş sağlığı dilerim. Bin dokuz yüz elli sekizde siyasete ve gazeteciliğe başladım. Menemen CHP ilçe örgütünde üç yıl gençlik kolu ve beş yıl da ilçe yöneticiliği yaptım. Bin dokuz yüz seksen darbesinden sonra da yine menemen’de Halkçı Parti İlçe Başkanlığı yaptım. Bu nedenle de siyasilerle hep içi içe yaşadım. Geçmişte bakanlar şimdiki gibi koruma ordusuyla geziler yapmazlardı. Çok yakından tanıdığım eski Tarım ve Orman Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu’nu anımsadım. Doğduğu ve sülalesinin yaşadığı Helvacıköy kasabasına (Menemen) giderken Menemen’e de uğramıştı. Ankara’dan Menemen’e sıradan bir vatandaş gibi trenle gelmişti. İlçe merkezimizi ziyaret ettikten sonra kasabasına gitmek için ilçe merkezinden hep beraber ayrılmıştık. Bakanımızı garaja kadar uğurlayacaktık. Ana kanal köprüsü üzerine geldiğimizde durup ana kanala uzun, uzun baktı. Bakmakta haklıydı. Zira bir ağ gibi Menemen ovasını saran kanallar onun eseriydi. O sıralar Halk Eğitimi ve Sosyal Geliştirme Derneğinin ikinci başkanıydım da. İkinci başkandım ama derneği yöneten bendim. Zira başkan hekim olduğu için dernek çalışmalarına çok seyrek katılıyordu. Fırsat bu fırsat diyerek Sayın Bakanım dedim. İnönü Malatya’yı, Menderes Aydın’ı Celal Bayar Bursa’yı ihya etti. Siz neden Menemen’e yatırım yapılmasını sağlamıyorsunuz dedim. Yüzüme dikkatle baktı ve genç arkadaş bu kanalların yapılmasını ben sağlamadım mı? dedi. Biliyorum siz sağladınız ama o eski bakanlığınız dönemindeydi. Ben bu günümüz için soruyorum dedim. Peki, ne istiyorsun diye sordu? Menemen’e bir halk eğitim binası dedim. Sana söz veriyorum. Balkanların en büyük halk eğitim merkezi Menemen’e yapılacak dedi. Dediği gibi de ikinci beş yıllık kalkınma programına aldırtarak bu günkü halk eğitim binasının yapılmasını sağladı. Koskoca bir bakan ile gencecik bir CHP yöneticisi arasında hiçbir protokol kuralı olmadan rahatça konuşuyor, hatta tartışabiliyorduk da. Bin dokuz yüz atmış bir yılında eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü İzmir’e gelmişti. Konak meydanını o güne kadar görülmemiş bir kalabalık doldurmuştu. Kurtuluş Savaşımızın iki numaralı kahramanı halkın arasında korumasız olarak büyük bir sevgi seli içinde yürüyordu. Eşi Mevhibe Hanım gücünün yettiği kadar bağırıyordu. Aman evlatlarım paşa babanıza dikkat edin. Başına bir iş gelmesin diyordu. İsmet İnönü’nün etrafında koruma amaçlı daha sıkı bir çember oluşturduk. İzmir CHP İl Başkanlığına eski bakan Şevket Adalan getirilmişti. CHP Menemen ilçe Merkezinde sohbet ediyoruz. Kıyafeti dikkatimi çekmişti. Belli ki kilo almıştı ve bu kiloları yüzünden ceketinin düğmeleri iliklenmiyordu. Düğmelerin iliğe geçmesi için yaklaşık üç santim kadar bir iplik örgüsü düğmeyle kumaşın arasında vardı. Sonradan öğrendiklerim beni hiç şaşırtmamıştı. Şevket Adalan’ın yeni bir elbise diktirecek kadar parası yoktu ve geçimini İzmir Toptancı Halinde seyyar manavlara naylon poşet satarak sağlıyordu. Anlayana sivrisinek saz. Anlamayana davul zurna az. Özcan Nevres

Özcan Nevres 08.01.2011

Wikileaks Kasırgası Irak ve Afganistan ile ilgili gizli belgeleri yayınlayan ve Amerika’yı köşeye sıkıştıran İnternet sitesi Wikileaks yeni bombalarını patlatmayı sürdürüyor. ABD Dışişleri Bakanlığı ile, dünyadaki tüm elçilikleri arasındaki yazışmaları içeren iki milyon yedi yüz bin gizli belgeyi kamu oyuna açıklamaya başladı. Açıklamalar özellikle Rusya, İsrail, Türkiye ve Kanada ilişkilerini zora sokacak bilgiler içeriyor. Bu açıklamaların Türkiye ile ilgili bölümü bomba etkisi yaptı bile. Açıklamalar ana muhalefet lideri ile Başbakan arasında hoş olmayan, oldukça tehlikeli bir söz düellosuna neden olmuş durumda. Yapılan tartışmalardaki üslup biz bu filmi daha önce görmüştük dedirtecek bir konumda. Menderes ile İnönü, Bülent Ecevit ile Süleyman Demirel arasındaki sert tartışmaların ülkemizi nerelere götürdüğü belleklerden silinmemiş durumda. Tarihin tekerrür etmemesi için liderlerin itidalli davranmaları gerekir. Ah şu İnternet yok mu? İyi kullanıldığında muhteşem bir bilgi kaynağı. Kötü kullanıldığında ise iktidarlar yıkan, aile düzenini bozan, yuvalar yıkan bir bilgi ve iletişim kaynağı. Aileler kendi rahatları için iki yaşındaki bebeklerini bile bilgisayar başına oturtup çizgi film izlettirebiliyor. Daha sonraki aşamada ise gelsin şiddet oyunları. Buna rağmen okul çağında ise bilgisayar müthiş bir bilgi kaynağı ama şayet doğru kullanılırsa. Torunum Can’da henüz iki yaşındayken bilgisayar karşısına oturtulmuş bir çocuktu. Üç yaşındayken en büyük zevki şiddet oyunlarını izlemekti. Artık onu çizgi filmler pek ilgilendirmiyordu. İşin kötüsü o kendisini şiddet oyunlarının kahramanları ile özdeşleştiriyordu. Bir gün arabamla dik bir yokuşu çıkarken karşılaştığımız araba trafik kurallarına göre bana yol vermesi gerekiyordu ama belli ki bu kurallar o sürücüyü ilgilendirmiyordu. Can henüz altı yaşındaydı. Öfkeyle, dede durdur şu arabayı. Gidip şu adama iki tekme vurup bir de kafa koyup geleyim demez mi? Belli ki o kendini vurduğunu deviren o şiddet oyunlarındaki kahramanlardan biri zannediyordu. Bu durum onun için tehlike sinyalleri veriyordu. Eve gittiğimizde babasına bilgisayardaki tüm şiddet oyunlarını kaldır. Aksi halde bunun bedeli çok ağır olur dedim. Neyse ki Can benim uyarılarımı iyi algılar. Uyarılarım sayesinde artık şiddet oyunları değil belgeseller izliyor. Bu sayede de her karne döneminde takdir belgesi alıyor. İnternet dünyası sürprizlerle doludur. Kimilerine yuva kurdurur. Kimilerinin ise yuvalarının yıkılmasına neden olur. Bazen de ölümcül kavgalara neden olur. Bir İnternet kafesinde iki genç aynı yerde olduklarından habersiz küfürleşmeye başlarlar. Biri diğerine erkeksen falan kafeye gel der. İkisi de dışarı çıkarlar. Bu karşılaşmanın sonucunda biri mezara, diğeri de cezaevine gider. Bir erkekle kadın çetleşmeye başlarlar. Önce arkadaşça başlayan yazışmalar bir büyük aşka dönüşür. Sonunda buluşmaya karar verirler. Kararlaştırdıkları yere vardıklarında ikisi de şok olurlar. Zira kadın erkeğin eşidir. Bu karşılaşmadan sonra soluğu boşanma mahkemesinde alırlar. İnternet tuzaklarla doludur. Bu nedenle çocuklarımızı tehlikeli olacak yazışmalardan mutlaka uzak tutmalıyız. Tehlikeli diye de bilgisayarı yasaklamamak gerekir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 02.12.2010

On iki mil yine gündemde Yunanistan’da yine kriz mi var? Yoksa Megalo idealarının gereği olan karasularını on iki mile çıkarma arzusunu gerçekleştirecekleri uygun bir zaman mı olduğuna inanıyorlar? Şu günlerde Yunanistan hava sahasını on iki mile çıkarmayı kararlaştırmış durumda. Bu karar Türkiye’nin umursamazlığıyla işleme konulursa ve Türkiye’den tepki gelmezse gelsin karasularında da on iki mil. Böylece Ege denizini bir Yunan iç denizine çevirme arzusunu Gerçekleştirmiş olacaklar. Bu durumda gel de Bülent Ecevit’i sevgiyle, saygıyla ve rahmetle anma. Kıbrıs savaşına ilk adım atıldığında harita üzerinde Ege denizini tam ortasından bölen bir çizgi çizilmişti. Eğer bu çizgi Yunanlılar tarafından aşılırsa Türkiye bunu savaş nedeni sayacağını sert bir dil ile Yunanistan’a bildirmişti. Yunanistan yıllarca Türkiye’nin bu kararına uymuş ve o çizgiyi aşmamaya dikkat etmişti. Ta…ki Netekim paşanın yaptığı seksen darbesine kadar. Geçmişte üç mil olan karasuları Demokrat Parti döneminde altı mile çıkarılmıştı. Bu karar Yunanistan’ın Ege’deki adaları yüzünden Yunanistan’ın lehineydi. Karasularının altı mile çıkarılması Yunanistan’ın başarısıydı. Yunanistan bu başarısını yinelemek için ve karasularını on iki mile çıkarmak için nabız yoklamaya başlamıştır. İnşallah Yunanistan’a bu fırsat verilmez. Verilirse Ege denizi bir Yunan gölü olur. Antalya’nın Kaş ilçesine gidenlerin iki buçuk mil uzaklıktaki Meis adasını gördüklerinde mutlaka içleri sızlar. Yunanistan nerede? Meis adası nerede? Türkiye’ye iki buçuk mil, Yunanistan’a ise bin mil uzaklıkta. İçme ve kullanma suyundan yoksun olan bu adaya Yunanistan’dan tankerlerle su taşınmaktadır. Adada yaşayanlar Yunanistan’dan aldıkları maaşla ve biraz da balıkçılıkla geçimlerini sağlamaktadırlar. Buna rağmen Yunanistan bu ada üzerinde uluslar arası anlaşmaya aykırı olmasına rağmen bir de hava alanı inşa etmiştir. Bu hava alanını inşa etmelerindeki amaçları Türkiye’yi güneyinden kuşatmak içindir. Kaş’tan Kalkana giden sahil yoluna yaklaşık iki yüz metre mesafede iki adacık var. Geçmişte Yunanlılar gelip bu adacıklara Yunan bayrağı çekmişler. Bu adalar bizim diye. Neyse ki bizimkiler gidip bayrağı indirmişler ama ne yazık ki bizim bayrağımızı dalgalandıramamışlar. Zira o iki adacık da Foça körfezindeki adacıklar gibi hangi ülkeye ait olduğu belirlenmemiş adacıklardanmış. Akla ilk gelen ne işi var bu Yunanlıların bu adacıklarda sorusudur. Olsa, olsa Megaloideanın adım, adım uygulaması olabilir. Yani ne kaparsak kar diyorlar. Henüz on üçüncü yaşına yeni basmış torunum ücretsiz telefon konuşmalarının başladığı saat olan on dokuzda beni aradı. Çok heyecanlıydı. Dede, sana bir şey sorabilir miyim dedi? Tabi ki dedim. Dede paralı askerler vatan savunmasında başarılı olabilirler mi? Belli ki askerliğin paralı olmasına çok bozulmuştu. Bana ters düşer. Ben günü gününe yirmi dört ay askerlik yaptım. Askerlikte geçen iki yılımı kayıp yıllar olarak değil, gurur yıllarım olarak tanımlarım. Bu ilerlemiş yaşımda geri hizmete çağırsalar, seve, seve giderim. Askerlik vatan borcudur, bu borcu ödemek zorunludur, kaçınılmaz dedim. Dahası, paralı askerlerden oluşan Amerika Birleşik Devletlerinin ordusu, olabildiğince ileri teknolojiye sahip olmasına rağmen girdiği her savaşı kaybetmektedir. Bu da paralı askerliği savunanlara ders olsun dedim. Paralı askerliğin konuşulduğu bu günlerde Almanya’nın ordusunu paralı askerlerle oluşturma kararı aldığı açıklandı. Bunda şaşılacak bir şey yok. Askere alabileceği genç nüfusu olmayan bir ülke paralı asker çalıştırmaktan başka ne yapabilir ki? Kaldı ki Almanya’nın komşularıyla hiçbir sorunu yok. Türkiye gibi ateş çemberinin içinde değil. Özcan Nevres

Özcan Nevres 25.11.2010

CHP de Yol Ayırımı Tarih tekerrürden ibarettir sözü boşuna söylenmemiş olan bir sözdür. Geçmişe baktığımızda geçmiş bu sözlerin kanıtlarıyla doludur. Bin dokuz yüz elli yedi yılı sonrasında, Demokrat Partinin baskı rejimi uygulamasından rahatsız olan bir grup, Demokrat Partiden ayrılarak Ferruh Bozbeyli’nin liderliğinde Hürriyet Partisini kurmuşlardı. Bu demokrasi aşığı insanlar ne yazık ki başarılı olamamışlar ve CHP ye katılarak kurdukları partiyi kapatmak zorunda kalmışlardı. Bin dokuz yüz yetmişli yıllarının parlayan yıldızı Bülent Ecevit idi. Milli şef İsmet İnönü’ye karşı siz padişah değilsiniz sözleriyle açtığı isyan bayrağını zirveye taşıyarak CHP ye genel başkan olmuştu. Bülent Ecevit’in genel başkanlığını hazmedemeyen bazı milletvekilleri CHP den istifa ederek Güven Partisini kurmuşlardı. Güven Partisini kuranlar CHP ye o kadar çok saldırmışlardı ki, başarısızlığa uğradıktan sonra CHP ye dönmeye yüzleri olmamıştı. Güven Partisi kurucularından Mustafa Uyar, nedense beni kendi saflarına çekmek için mecliste yaptığı konuşmalarının tutanaklarını bana tek taraflı olarak gönderiyordu. Ben de bana göndermiş olduklarını, ona yazmış olduğum yanıtlarla birlikte İzmir CHP İl Başkanı Sayın Talat Orhon’a gönderiyordum. Güven Partisi Muğla belediye başkanı adayı benden kendisine destek vermemi istediğinde bu isteğini hemen reddetmiştim. Birbirimize o yüzden çok kırılmıştık. Selamı sabahı kesmiştik. Güven Partisi büyük umutlarla girdiği seçimde hezimete uğramıştı. Mensubu oldukları partide kalıp parti içinde mücadele etmektense partiden kopmayı yeğleyenler hezimete uğraşmışlardı. Bu örneklere İsmail Cem ile Murat Karayalçın’ın kurdukları partileri de ekleyebiliriz. Bu nedenle CHP ile yol ayırımında olanların CHP den kopmakla kazançlı çıkmayacaklarını bilmeleri gerekir. CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti yönetimindeki ani değişiklik kararı vermesinde, Genel Sekreter Önder Sav’ın son günlerin parlayan yıldızı Muharrem İnce’yi aday gösterme olasılığı neden olabilir. Son günlerin parlayan yıldızı Sayın Muharrem İnce’nin eğer genel başkanlığa aday olma gibi bir düşüncesi varsa, olağan veya olağan üstü kongreye kadar beklemesi ve hiçbir hizbin içinde yer almaması gerekir. Genel başkanın yaptığı operasyon sonucu koltuklarını kaybetmiş olanların, kaybetmiş olmanın öfkesi ile yanlış adım atmamaları gerekir. Yanlış adım atarlarsa kendileri kaybederler. Hizipçilik yapmadan, yapılacak ilk kongreye kadar yeni yönetim kadrosuna saygılı olmalıdırlar. Kozlarını delegelerin önünde paylaşmalıdırlar. Kongrede alınacak kararlara da saygılı olmalıdırlar. Zira artık CHP nin iç çekişmelere harcanacak zamanı yoktur. Tam bir birlik ve beraberlik içinde iktidar yolunu açmaları gerekir. CHP ye gönül vermiş olanların elli yedi yıl süren iktidar olma hasreti sona erdirilmelidir. Eğer Muharrem İnce genel başkanlığa aday olmayı düşünüyorsa kendi genç kadrosunu kurarak aday olmalıdır. Eskilerden destek beklememelidir. Zira CHP ye gönül verenler partilerinin yönetiminde genç yüzler olmasını istemektedirler. CHP iktidara yürümek için mutlaka yönetimini gençleştirmesi gerekir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 08.11.2010

Yanlış Bilinen Doğrular Ara sıra uğradığım mağazada, mağazanın yaptığı işe uymasa da bal da satılmaktadır. Biri geldi ve dükkân sahibine donmaması için bu balları kaynatıyor musun diye sordu? Hayır, yanıtını alınca konu üzerindeki uzmanlığını belirtmek için bu kavanozları bir kazana koyup, kazandaki su kaynamaya başlayıncaya kadar ısıtmaya devam et. Bunu yaparsan bu ballar buzdolabında bile donmaz dedi. Adama sordum. Peki, bal atmış beş derecenin üzerindeki bir ısıya maruz kalırsa içindeki tüm yararlı mineraller ve vitaminler ölmez mi diye? Yok, öyle bir şey olmaz deyince vay be ne kadar da cahilmişim. Zira ben balın en fazla atmış beş derecedeki ısıya dayanıklı olduğunu biliyordum dedim. Adam ne söyleyeceğini bilemediğinden olsa gerek çıkıp gitmeyi yeğledi. O sırada dükkânda orta yaşın üzerinde bir bayan vardı. Yanıma gelip ben Datça’dan bal aldım. Oranın balları nasıl diye sordu? O yöre çok çeşitli çiçeklerin yetiştiği bir yöredir. Özellikle Datça’nın kekik balları çok lezzetli olur dedim. Hah dedi kadın, ben de size onu soracaktım. Ben Datça’dan kekik balı aldım ama bal naftalin kokuyor dedi. Bu neden olabilir ? Sordum balı yediniz mi diye? Yok, yemedik deyince de iyi ki yememişsiniz dedim. Nedenine gelince arı kovanlarında temizlik çok önemlidir. Doğadaki birçok canlılar da balı severler. Bu nedenle kovanın içine girip orada beslenip üremek isterler. Sağlıklı bal üretmek isteyen arıcılar, kovanlarını, yeni petek koymada önce şalome ateşiyle ısıtarak o zararlıları yok ederler. Kimi arıcılar ise işin kolayına kaçarlar ve kovana naftalin serperler. Daha sonra kovanı ağzı yere gelecek şekilde çevirerek silkelerler. Ne kadar silkelerlerse silkelesinler, o kovanları naftalinden tam arındıramazlar. Bu arada size şunu da söyleyeyim. Eğer bir bal satıcısı size ballarım çok kalitelidir. Buzdolabında bile donmaz derse sakın o kişinin balını satın almayın. Donmayan bala o kadar para vereceğinize, şekeri iyice kaynattıktan sonra bir iki damla limon suyu damlatarak soğumaya bırakın. Alın size çok ucuz donmayan bir bal. Kadın verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim dedi ve gitti. Bal binlerce seneden beri insanlar üzerinde tedavi edici olarak kullanılmıştır. Doğal olarak tıbbi ilaçlar kullanılmaya başlamadan önce baldan deva umulurdu. Oysa bal ilaç değildir. İnsan bünyesini güçlendirerek hastalıklara karşı koruyucu rol oynar. Doğru bilinen bir yanlış da çam balında var. Çam balı çiçek balından daha aromalı ve lezzetlidir. Arılar çam ağacında yaşayan basra dedikleri bir böceğin salgısından çam balını üretirler. Bu nedenle çiçek balı kadar sağlıklı değildir. Bazı yörelerde az da olsa pamuk ve ayçiçeği balı üretilmektedir. Bu ballar çok çabuk donar. Çabuk donmaması için de bolca kaynatılır. Bu kaynamış balı yemenin hiçbir zararı olmaz ama faydası da olmaz. Bazı bal tüccarları ise bal donmasın diye balın içine şap koyarlar. Koyarlar çünkü ülkemizde insan sağlığına zararlı üretim yapmanın hiçbir sakıncası yoktur. Bu da kontrolsüzlükten kaynaklanmaktadır. Bazı balların zararlı olduğunu nasıl ve ne zaman öğreniriz? Taki ihraç edilen ballar alıcı ülkeler tarafından geri gönderildiği zaman. Birkaç yıl önce Avrupalılar Türkiye’den ithal ettikleri balların tümünü geri göndermişti. Zira balların içinde zararlı maddeler vardı. Peki, o ballar ne oldu? Bize yedirildi. Yerken de oh be bal bu kadar ucuzlayınca ağız tadıyla bal yer olduk dedik. Bal alacağımız zaman özellikle markalı olmasına dikkat etmeliyiz. Tarım Bakanlığından ambalajlama izini alan firmalar, balı ince eleyip sık dokuyarak alırlar. Balı atmış derecelik bir ısı altında süzdükten sonra kendi firmalarının adını taşıyan kavanozlara ve tenekelere doldurup piyasaya sürerler. Donmayan bal daha koyu renkli olan çam balıdır. Eğer almak istediğiniz markasız çiçek balı için kesinlikle donmaz diyorlarsa lütfen o ballardan uzak durun. Sağlığınız için gerekli olan bal yüzünden sağlığınızdan olmayın. Özcan Nevres

Özcan Nevres 29.10.2010

Sağlığın En Yeni Koşulu Kimi uzmanlara göre insanın yaşamını sağlıklı olarak sürdürebilmesi için mutlaka kırmızı et tüketilmelidir. Kimi uzmanlara göre ise yaşamın sağlıklı sürdürülmesi için kırmızı etten uzak durulması gerekiyor. İlle de kırmızı etten uzak duramıyorsanız eti yağsız olarak tüketmeniz gerekir diyorlar. Hadi bakalım bu durumda kime inanacağız. Kırmızı et yeme diyene mi, yoksa ye diyene mi? Ben yaklaşık üç aydan beri kırmızı et yemiyorum. Vejetaryen değilim ama tavuk etiyle de hiç aram yok. Bu gün haberlerde ithal et rezaletini televizyonda izleyince et yemediğime şükrettim. Kırmızı et, özellikle yağlı et tüketmek gerçekten sağlık için zararlı mı? Kimi insanlar yemeğini yedikten sonra uzanıp yatmayı yeğlerler. Bu alışkanlığa sahip olan insanlar ne yerlerse yesinler, sağlıklarına en büyük zararı vermektedirler. Zira hareketsizlik şişmanlık ile birlikte her türlü ölümcül hastalıklara davetiyedir. Dedem ve Babaannem doksan dört yaşında iken öldüler. Yaşamları boyunca etin en yağlısını, tereyağının en alasını yemişlerdi. Henüz çocuktum. Dedem bana iki buçuk lira verdi. Falanca kasaba git. Bir kilo dana eti al. Söyle o kasaba, etin yağı bol olsun dedi. Gittim. Eti aldım ve dedeme verdim. Dedem paketi açıp baktı. Bak ulan P….. ge. Çocuksun diye sana yağsız et vermiş. Paketi hemen kasaba geri götürdü ve istediği yağlı eti alıp geri döndü. Peki, bu insanlar bu kadar yağlı yedikleri halde nasıl oluyor da bu kadar uzun ömürlü olabiliyorlardı? Yanıtı çok basit. Çok hareketli oldukları için. Dedem çok çalışkan bir insandı. Durmadan çalışır, yorgunluk diye bir şey bilmezdi. Babaannem de çok hareketli ve temiz bir kadındı. Sabah ilk işi evinin toprak zeminli avlusunu dip temel süpürmek olurdu. Avlu temizliği tamamlanınca avlunun içinde küçük bir tepe gibi duran çalı yığınından bir kucak çalı çekip mutfağa götürürdü. Bu günün gençlerinden öyle bir çalı yığınından bir kucak çalı çekip alması istense çekebileceklerini sanmıyorum. Çalılar mutfağa taşınınca çalıları ufak parçalara böler ve ocağa yerleştirdikten sonra çıra ile tutuştururdu. Çalılar iyice tutuştuktan sonra ocağın içine sacayağını yerleştirip, sabah kahvaltısı için tenceresini sacayağının üzerine koyar ve tarhana çorbasını pişirirdi. O yıllarda yaşam koşulları çok ağırdı. İş bulamayan erkekler Tabak Ali Beyin çiftliğine gidip çok geniş ağızlı çapalarıyla meyan kökü kazarlardı. Akşama kadar kazdığı meyan köklerini balya haline getirir, atmış, atmış beş kiloluk yükünü tren istasyonunun yakınındaki FORBES firmasına götürüp satarlardı. Meyan kökü kazdıkları yer ile FORBES in arası en az yedi kilometredir. Kadınlar için ise bu günkü kolaylıkların hiç biri yoktu. Bulaşıklar, çamaşırlar elle yıkanır ve her türlü temizlik işleri hep elle yapılırdı. Bu nedenle kadınlar çok yoğun işler yüzünden dur durak bilmezlerdi. Bu durumda onlar ne yerlerse yesinler, yediklerini yakmamaları olası mı? Üstelik bu insanlar doktor nedir bilmezlerdi. O yılların Menemen’inde bir Sıtma Mücadele Kurumu doktoru ve bir de hükümet tabibi vardı. Ermeni kilisesi yakınındaki Devlet Hastanesinde ise çoğunlukla doktor bile bulunmazdı. O yıllarda topu, topu iki eczanenin olması, insanların ne kadar sağlıklı yaşadıklarının göstergesidir. O yılların kahvehanelerinde en çok tüketilen içecek ise soğuk algınlıklarından ve gripten koruyucu olduğu bilinen ve tarçının kaynatılmasıyla üretilen kanelaydı. Üstelik kanelanın bir özelliği daha vardı. Kanela çok iyi bir şeker düzenleyiciydi. Dahası, çok tüketmekte olduğumuz çay gibi kansızlığa neden olmazdı. İnşallah bir gün bu kolaycılıklardan kurtulup, kış günlerinde kahvehanelerde ve evlerimizde yine iyi bir kanela tüketicisi oluruz. Hazırcılık yüzünden sağlığımızla oynamayız. Özcan Nevres

Özcan Nevres 21.10.2010

Tebrikler CHP Hiçbir güç CHP ye yönetenler kadar zarar veremez. CHP Atatürk ilkelerinin tek savunucusu olduğu yüreğimizde çok derin bir yer edinmişti. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, hiç gereği yokken türban açılımı tüm umutlarımızı ve sevgilerimizi yok etti. Kılçdaroğlu’nun CHP nin Cumhuriyet bayramında Cumhurbaşkanı’nın vereceği davete katılmama kararı aldığını açıklaması yüreğimize su serpmişti. Ne olduysa oldu ve amiyane bir deyişle CHP kıvırmaya başladı. Bir anda umutlarımız patlayan bir balon gibi sönüverdi. Bu olumsuzluğa karşı sesini yükselten ve partim ne karar alırsa alsın ben bu davete katılmayacağım diye haykırması, işte partimizin başında görmek istediğimiz ve bizim özlediğimiz CHP yi Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün CHP sini iktidara taşıyacak gerçek bir lider diye düşünmemize neden olmuştu. Sayın Muharrem ince inşallah baskılara boyun eğmez ve her türlü olumsuzluğa karşı bu yürekliliğini korur. Bizim de Muharrem İnce sayesinde kerhen de olsa CHP ye desteğimiz sürer. Bu ülkenin sanki hiç sorunu yokmuş gibi yine türbanı allayıp pullayıp önümüze koydular. Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Türban başörtüsü değildir. Siyasi bir simgedir. Gerçi her türban takan siyasetçi değildir. Siyaset ile uzaktan yakından ilgisi olmayanlar da var. Onlar ya aile baskısıyla kafalarını lahana gibi sarıyorlar. Ya da kafalarını lahana gibi sarınca daha güzel olduklarını sanıyorlar. Kimisi de mensubu oldukları tarikata göre alınlarına bandrol takıyorlar. Şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekir. Türbanın annelerimizin, büyük annelerimizin baş örtüleri ile hiçbir ilgisi ve benzerliği yoktur. Avcılar Belediye Başkanı Sayın Mustafa Değirmenci’nin türbanın rahibe kıyafeti olduğundan haberi olmayan halkımıza türban gerçeğini anlatabilmek için yaptırıp astırdığı afişler için yalnızca tutucu kesimde değil, Atatürkçü CHP de bile fırtınalar kopardı. CHP bu yüzden çok değerli bir belediye başkanı olan Sayın Mustafa Değirmenci’yi neredeyse tü kaka diye ilan edecekti. Değirmenci’yi bu denli ağır eleştirenler lütfetsinler ve bir türbanlı ile bir rahibenin giysilerini kıyaslasınlar. İki kıyafetin bire bir örtüştüğünü mutlaka göreceklerdir. Doğal olarak mantık gözüyle bakarlarsa. Yunanistan’da ne zaman bir olumsuzluk oluşsa, bunu halkın gözünden uzak tutmak için hemen savaş çığlıkları atmaya başlarlardı. Artık bu saçmalığı Yunan halkı yutmuyor olacak ki, artık savaş çığlıkları atılmıyor. Bizde ise olumsuzluklar baş gösterdiğinde ya türban gündeme taşınıyor. Ya da değerli insanlarımız Ergenekoncu olarak tutuklanıyorlar. Neyse ki hükümet Ergenekonculara çok iyi bir kıyak yapmaya hazırlanıyor ve bunu halkımıza bir demokrasi zaferi gibi yutturmaya çalışıyor. Yılbaşına kadar çıkarılacak bir yasayla mahkeme kararı ile tutukluluk süresi üç yıl ile sınırlandırılacakmış. Ne müthiş bir adalet anlayışı değil mi? Üç yıl günahsız bir insanın tüm özgürlük haklarını elinden alacaksın. Dava sonucunda şayet aklanırsa, kişi içeride yattığıyla kalacak. Neyse ki; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi var. Suçsuz olduğu halde yıllarca içerde yatanlar, haklarını bu mahkemede arayacaklar. Nitekim haksız yere içeride yatanların bu mahkemeye başvuruları başladı bile. Hükümetin ağır tazminatlarla başının ağrıyacağı zaman çok yakın. Anayasamızda şöyle bir madde var. Bir görevli hizmetinde her hangi bir kusur işler ve birini zarar uğratırsa, bu zararı hatayı yapan değil, çalıştığı kurum öder. Kaldırsınlar bakalım bu yasayı. Ergenekon diye bir dava kalır mı? Özcan Nevres

Özcan Nevres 20.10.2010

Ne Muhteşem Zam Tüm emeklilerin gözü aydın. Hükümetin yılbaşından sonra uygulayacağı zam tüm emeklileri ihya edecek, isteyen emekliler gemicikler bile alabilecek. Altı yüz lira aylık alan bir emeklinin maaşı yüzde on artacak. Bu zam sayesinde isteyen emekli oyuncakçı dükkânlarından gemicikler alıp leğenlerde yüzdürüp gönüllerince eğlenebilecekler. Emekliler için ne kadar keyifli olur değil mi? Bir de yaşamın gerçeklerine bir göz atalım. Sofralarımızın vazgeçilmezi domatese gelen zam yüzde altı yüz. Yumurtaya yüzde elli, süte yüzde otuz. Dar gelirlilerin en çok tükettiği ekmeğe ise yapılması düşünülen zam yaklaşık yüzde kırk. Bu durum zam tiryakilerinin emeklilerin alacakları yüzde on zammı beklemeyeceklerini göstermektedir. Bir de zammın uygulanacağı günü görün. Zam yağmurundan dar gelirlileri hiçbir şemsiye koruyamayacaktır. Olan her zamanki gibi sabit gelirlilere olacak. Bu günler en iyi günlerimiz. Et fiyatlarının uçtuğu dönemde fiyatların düşürülmesi için umar ithal etler olmuştu ama bırakın fiyatların düşmesini olduğu yerde tutamadı bile. Açıkçası et dar gelirlerin mutfağında hayal oldu. Etin alternatifi olarak gösterilen fasulyenin fiyatı bile üç liranın üzerinde. Fasulye etin tam karşılığı değildir. Bunun da bilinmesinde yarar vardır. Şimdi de süt ithalatından söz edilmeye başlandı. Gel de bu da nereden çıktı deme. Zira birkaç ay önce süt üreticileri süt fiyatlarının çok düşük olduğu için sütlerini derelere döktükleri henüz belleğimizden silinmedi. Bir tarafta süt üreticileri ürettikleri sütleri değerinde satamadıklarından, diğer tarafta kasaplık hayvan yetiştiricileri hayvanlarını satamamalarından yakınıyorlar. Bu da hayvan üretiminin daha da düşmesine neden olacağını göstermektedir. Bu da süt ve etin daha da pahalanacağını işaret etmektedir. İster süt, ister kasaplık hayvan yetiştiriciliğinde hayvanların beslenmesinde en ucuz ve en yararlı yem pancar küspesidir. Pancar küspesinden elde edilen yem diğer yemler için dengeleyiciydi. Ama ne yazık ki şeker fabrikalarının çoğu özelleştirilince ve bu nedenle kapanınca, pancar tarımı olabildiğince geriledi. Yeterli pancar küspesi elde edilemez oldu. Bir kilo yem bedeli bir litre sütün bedelinden çok fazla oldu. Kasaplık hayvanlar çok uzun bir sürede kesilecek duruma geldiği için üreticilerin zarar etmelerine neden oldu. Hiçbir üretici de zararına hayvan yetiştirmek istemez. Yetiştiremez de. Kasaplık davar ve sığır yetiştiriciliğinde hayvanların iyi beslenmesi çok önemlidir. İyi beslenmeyen hayvanlar doğum yapamaz, yavrularını düşürürler. Halkçı Parti İlçe Başkanı olduğum günlerde kendisini rahmetle andığım Profesör Mahmut Akkılıç ile köyleri gezerken bize ulaştırılan en büyük yakınma konusu hayvanlarının düşük yapmalarıydı. Profesör Mahmut Akkılıç hayvancılara şu açıklamayı yapmıştı. Eskiden hayvanlarınızın otlama alanı çok genişti. Orman idaresi kendilerine ait alanları tel örgülerle çevirince otlatma alanları çok daraldı. Bu nedenle hayvanlarınız yeterli beslenemediklerinden brosella hastalığına yakalanıyorlar. Bu hastalığı önlemek için hayvanlarınıza yem takviyesi yapmanız gerekir dediğinde, üreticiler boyunlarını büküp, biz kendimizi doyuramıyoruz ki hayvanlarımıza nasıl yem alalım. Bir de hayvan barınaklarının çok önemi var. Genelde ahırlar oldukça basık tavanlı yapıldığı için ve bir de hayvanlar üşümesinler diye çok küçük pencereli yapılıyor. Bu da hayvanların çeşitli hastalıklara yakalanmalarına neden oluyor. Profesör Mahmut Akkılıç ile Harmandalı köyünde bir ahıra girmiştik. İçeride bir dakika bile duramadım. Tezek ve sidik kokusu çok boğucuydu. Az sonra Mahmut Akkılıç da ahırın sahibiyle dışarı çıktılar. Ahır sahibine içerdeki havanın ne kadar boğucu olduğunu hissetmiyor musun? Biz geçici bir süre için bile o ağır kokuya dayanamadık. Hayvanlar nasıl dayansın dedi. Ahır sahibine pencereleri büyütmesini sidiklerin boru içinde dışarı, üstü kapalı bir çukura akıtılmasını önerdi. O günlerin üzerinden yirmi yedi yıl geçmesine rağmen ahırlar yine olabildiğince havasız durumda. Oysa her canlı için temiz hava yaşamın en yararlı kaynağıdır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 13.10.2010

Bu Değirmenin Suyu Nereden Geliyor. Her yer AKP nin evet afişleriyle donatılmış. Savcılığın afişleri toplatma kararı var ama uygulayan yok. Toplayamazlar. Zira bu günkü ortamda baskılara dayanacak güçleri yok. Evet afişleriyle donatılmış araçlardaki güçlü ses yayın cihazlarından evet oyu kullanılması yönünde telkinler yapılıyor. Bağımsız yargı için, çocuklarımızın geleceği için evet diyorlar. Çocuklarımızın geleceği için sözleri kara bir mizah gibi. Gülmek mi gerekir, yoksa ağlamak mı? Tabi ki ağlamak gerekir. Çocuklarımızın istikbali nerede? Kapanan fabrikalarda ve iş yerlerinde mi? AKP iktidarda bulunduğu bu sekiz yıl içerisinde ülkemize hangi fabrikaları kazandırdı? Aksine kar eden fabrikaları ve iş alanlarını yok pahasına özelleştirdiler. Bir çocuğu okutmanın bedelinin ne olduğunu çocuk okutmayan bilemez. Peki, çocuk ne için okutulur? İş alanında aranılan bir kişi olmasını sağlamak için. Peki, iş nerede? Artık ekmek aslanın ağzında değil. Midesinde. Üç beş kişinin alınacağı bir işe binlerce işsizin başvuruda bulunması bize neyi anlatır? İşsizliğin nasıl bir boyutta olduğunu anlatmaz mı? Bir aile çocuğunu veya çocuklarını boğazlarından, giyimlerinden kısarak, her türlü yokluğa katlanarak okuttuğu çocuğunun iş bulamamasını nasıl karşılar? Böyle bir durumda içleri kan ağlamaz mı? Tarım katledilmiş. İthal ürünler yüzünden birçok iş yeri kapatılmak zorunda kalınmış. Özelleştirme İdairesi tarafından işletilmesi kaydıyla satılan fabrikalar, betonlaşmadaki rant yüzünden kapatılmış. İşçiler kapı dışarı edilmiş. İşsizlik inanılmayacak boyutlara ulaşmış. Her geçen gün çöp bidonlarından nafaka arayanların sayıları biraz daha artıyor. On iki eylülde halk, oylarıyla bakalım hangi kapıyı açacak. Karanlığın mı? Yoksa aydınlığın mı? Çocuklarımızın geleceğinden söz edenlere sormak gerekir. Çocuklarımızın geleceğini garanti altına almak için mi tüm liseleri imam hatip liseleri yapacaksınız? Bu ülkenin teknik adamlara gereksinimi var. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerine dört elle sarılmak gerekir. Onun gösterdiği gibi çağdaş eğitime gereksinim var. Ülkemiz yaşlı insanlar diyarı AB nin kapı komşusu. Yaşlanan nüfusları yüzünden ekonomileri gittikçe bozuluyor. Bu kötü gidişten kurtulmalarının tek bir yolu var. Doğum yolu ile elde edemedikleri genç nüfusu yabancı ülkelerden sağlamak. Bu demektir ki AB ülkeleri eninde sonunda Türk gençlerine kapılarını açmak zorunda kalacaklardır. Geçmişte kendilerine ayak işlerinde yardımcı olacak elemanlar arıyorlardı. O devir çoktan geçti. Şimdi aradıkları iyi yetişmiş teknik elemanlardır. Ülkemizdeki eğitimin bu nedenle teknik eğitime odaklanması gerekir. Artık halkımız çocuklarının geleceği için arayışa geçmelidirler. Onlara evlerine sadakavari erzak gönderecek hükümetler değil, tarımı geliştirecek, fabrikalar kuracak ve iş alanları açacak hükümetler gerekir. Bir gün bu sadakavari yardımların tıkanacağını, yoksulluklarına yoksulluk katacağını görmeleri ve aş değil iş istiyoruz demeleri gerekir. Aksi halde yoksullukları çocuklarına miras kalır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 08.09.2010

Referanduma Gün Sayarken AKP devletin tüm olanaklarını kullanarak sürdürdüğü propaganda bakalım nasıl bir ses getirecek. Zira boş tenekenin gürültüsü dolusundan çok fazla olur. Sayın Başbakanın mitinglerdeki konuşmaları sermayenin sahip olduğu tüm televizyonlarda yayınlanırken, CHP nin mitingleri ise izleyicisi yok denilecek kadar az olan televizyonlarda yayınlanıyor. Sayın Kılıçdaroğlu’nun Van’daki mitingi sırasında CHP ilçe merkezindeydim. Van’daki mitingin nasıl geçtiğini merak edenler pür dikkat Halk TV yi izliyorlardı ama, Halk TV nin miting alanı ile bağlantı kuramıyor olması bu mitingi izlemek isteyenleri hüsrana uğrattı. TELEKOM mitingin yayınlanamamasında bir kasıt olmadığını, kusurun uydudan kaynaklandığını açıklaması bana inandırıcı gelmedi. Diğer kanallarda ne hatlarda ve ne de uydudan kaynaklanın hiçbir sorun yok iken yalnızca Halk TV de olması bu yayını engelleme kuşkusunu olabildiğince güçlendirmektedir. Silivri CHP yönetimini yürekten kutluyorum. Zira gece gündüz demeden aralıksız çalışmalarını sürdürüyorlar. Önce en zor olandan başlamışlar. İlçeye en uzak olan yerleşim birimlerinden başlayıp, merkeze doğru gelmekteler. CHP deki bilinen hastalık Silivri CHP yönetimini hiç etkilememiş. Bilindiği gibi CHP yönetimleri halkın arasına girip halkla diyalog kurmaktansa masa başında komisyonlar kurarak güya çalışıyor görünmeyi yeğlerler. Eğer CHP yönetimleri Genel Başkan Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun çalıştığı gibi çalışırlarsa, bu referandumda AKP nin arkasından nal toplamaktan kurtuldukları gibi AKP ye nal toplatırlar. Bilindiği gibi çalışanlar kazanır. Yan gelip yatanlar değil. Hükümet yetkilileri dünyada en hızlı büyüyen ikinci ülkeyiz diyorlar. Yalnız baştan ikinci mi, yoksa sondan ikinci mi diye sormak gerekir? Zira her gün çöp bidonlarından nafaka çıkarmaya çalışanların sayılarının hızla arttıklarını gözlüyorum. Gelişen ülkeler arasında hangi ikinciliğe sahip olduğumuzun kararını değerli okurlarıma bırakıyorum. Yine hükümetin bir açıklamasında işsizlik oranında düşüş olduğu açıklanıyor. Doğrudur. Zira referandum için binerce anketör geçici de olsa bir iş sahibi olmuştur. Referandumun sona erdiği gün hepsine harç bitti yapı paydos diyecekleri kesin. Yani hiç biri işlerinde kalıcı değil. Siyasetten çok soğuduğum halde tedavisi mümkün olmayan bir hastalık gibi siyaset bir türlü yakamı bırakmıyor. Bu gün CHP ye uğradığımda Sayın Kılıçdaroğlu’nun büyük boy hayırlı afişinden alıp evimin pencere camına bantladım. Görenler sen de mi hayırcısın dediklerinde evet diyorum. Zira ben on iki eylül öncesini, o günlerde çocuğunu okutan bir baba olarak çok iyi biliyorum. İktidar Anayasa’yı değiştirmekte samimi ise bölük pörçük maddelerle halkın önüne çıkmasın. 1961 Anayasa’sını oylamaya sunsun. İşte o zaman anamın ak sütü gibi helal ederek evet mührünü basarım. Özcan Nevres

Özcan Nevres 01.09.2010

Al Sana Af Bin dokuz yüz doksan sekiz seçimleri öncesinde rüzgâr DSP den yanaydı. Anketlerde DSP tek başına iktidar olarak çıkıyordu. Taki, Sayın Rahşan Ecevit biz iktidar olduğumuzda mutlaka genel af çıkaracağız deyinceye kadar. Bu sözleri kahvehanede otururken işittiğimde eyvah demiştim. Bu sözler DSP nin önünü tıkar. Nitekim de öyle oldu. Geçmişte Sayın Baykal iktidara gelmek istemiyor. Partim küçük olsun ama benim olsun diyor derlerdi. Sayın Kılıçdaroğlu’nun Tunceli’deki konuşmasında genel affı dile getirmesi akla Sayın Kılıçdaroğlu da mı Baykal’ın yolunda sorusunu akla getiriyor? Zira halkı tanımış olsaydı genel affı dile getirmezdi. Hele, hele bu sözleri terörün kol gezdiği Tunceli’de söylemesi bence çok büyük bir gaftır. Sayın Başbakan’da bu sözleri olabildiğince Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun aleyhinde kullanmaktadır. Demokrat Parti iktidara geldiğinde ilk işi genel af yasası çıkarmak olmuştu. Bu ileride çıkarılacak olan af yasalarının ilk halkasıydı. Bu halkaya başta orman afları olmak üzere nice kısmi ve genel af yasaları eklenildi. Demokrat Partinin çıkardığı genel af yasasından sonra nice mağdur insanların tepkilerini çekmişti. Bunlardan aklımda kalanlardan en önemlisi ise genç bir kadının feryadı ve söyledikleriydi. Kadın bir kahvehane önünden geçerken zorla ırzına geçen ahlaksızı görür. Koşarak jandarma karakoluna gider ve hızla komutanın odasına dalar. Komutanım, benim ırzıma geçen alçak ceza evinden kaçmış. Ne olur onu yakalayın der. Komutanın yüzünde acı bir ifade belirir ve kızım der. O kaçmadı. Onu devlet affetti. Kadın öfkeyle haykırır. Komutan, komutan o adam devletin değil benim ırzıma geçti. Devlet onu nasıl affeder der. Ne yazık ki o kadının acısına katlanmaktan başka umarı yoktu. Kimi insanlar kızlarını, oğullarını kardeşlerini ve yakınlarını canilere kurban vermişlerdi. Kimi insanlar gasp edilmiş, kimi insanların evi ve iş yerleri soyulmuş. Tek tesellileri faillerin yakalanıp ceza evlerinde yatıyor olmalarıydı. Bir genel af ile bu tesellilerinin ellerinden alınmasını nasıl hazmetsinler? İnsan Hakları Derneklerinin yaptığı eylemlere karşı her zaman tepkiliyimdir. O eylemleri yapanlara sormak isterim. Canilerin katlettiği insanların yaşamaya hakları yok muydu? Hele ceza evlerindeki yaşamı beğenmemeleri ve hor görmeleri ise beni çileden çıkarıyor. Katledilenlerin yetim kalan çocuklarının birçoğu babasızlığın ve annesizliğin neden olduğu acılar ve yokluklar içinde yaşamıyorlar mı? O çocukların babaları ve anneleri ile büyümeleri hak değil mi? Ne zaman bir genel af çıkarılmış ve hapishaneler boşaltılmışsa, bu boşalma uzun sürmemiştir. Çok kısa bir zamanda hapishaneler yine tıklım, tıklım dolmuştur. Açıkçası genel aflar caydırıcı olmamış ve daha çok suç işlemeye lokomotif olmuştur. Anaların yürekleri yitirdikleri çocukları yüzünden cayır, cayır yanarken genel aftan söz etmek o annelerin yüreklerindeki ateşi daha da alevlendirecektir. Ben genel af çıkaracağım diyen bir partiye kesinlikle oy vermeyeceğim. Şimdiye kadar olduğu gibi kerhen bile olsa oy vermeyeceğim. Bu hatalı çıkışın bedeli istifa olmalıdır ama olamaz. Zira burası Türkiye. İstifa etmesi gereken için istifa abes ile iştigalden ibarettir. Özcan Nevres

Özcan Nevres 31.08.2010

On İki Eylüle Doğru On iki eylülde yapılacak olan referandum için liderler yollarda. Anketörler de iş başında. Nedense insanlarımız anketörlerden korkuyorlar. Birçok insan bana dokunmayan yılan bin yaşasın havasında. Böyle de olunca meydan kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlara kalıyor. Sonra da anketler doğruyu yansıtmıyor söylemleri havada uçuşuyor. Anketlerin doğruluk payını yükselmesi için herkes bu anketlere katılmalıdır. Gerçi katılmaktan korkanlar da haklı. Hükümete karşı söyleyecekleri yüzünden Ergenekoncu diye yaftalanıp Silivri’nin beş yıldızlı oteline atılıp, yıllarca yargılanmayı beklemek de var. Sayın Başbakan’ın kendi adına mazlum edebiyatı yapabileceği hiçbir olgu kalmadı. İnsan niçin var gücüyle çalışır? Evlatları için. Allah daha ziyade etsin. Başbakanımızın çocuklarının gemicikleri bile var. Bu durumda mazlum edebiyatı yapıp halkın oylarını almak için elli yıl önceki Menderes dramını ısıtıp halkın önüne koymaktan daha kolay ne var? Nasıl olsa hafıza-i beşer unutmakla maluldür. insan oğlunun en büyük hastalığı unutmaktır. Unutmaktan çektiğimiz yetmiyormuş gibi bir de Alzheimer hastalığı insanların başına bela oldu. O hastalığı hastası olan çok iyi bilir. Bu hastalıktan kurtulmanın umarı olmasa da yakalanmamak veya geciktirmek için insanların okuması, aktif olması gerekir. Oysa okumayan bir toplum olduğumuzu söylemeye bile gerek yok. Oldukça gelişmiş olan kahvehane kültürümüz yüzünden okumanın bırakın alışılmışlığını, unutulmuş bile. 1960 yılı 27 Mayıs darbesinin öncesinde yaşananları anımsayan kaç kişi var. Anımsayanların birçoğu parti aşkına inkâr etmeyi particilik görevi sayıyor. Demokrat Parti iktidarı cumhuriyet Halk Partisinin ağzına kadar dolu bıraktığı hazineyi ve çok büyük dış itibarı beş yıl içinde tüketmişti. 1955 yılı sonrası ülke bir yokluklar ülkesi olmuştu. Çiftçi sabanının ucuna ekletecek bir demir parçası, bürokratlar ise iki evrakı birbirine tutturacak toplu iğneyi ve üst makamlara yazacakları yazılar için birinci hamur kâğıdı bile bulamıyordu. O yıllarda radyo istasyonları sabahın altısında Vatan Cephesine iltihaklar haberleri ile başlar yayın sonuna kadar bu saçmalığı sürdürürdü. Ülke nüfusunun on katı Vatan Cephesine iltihak ettikleri halde radyoya göre iltihaklar hızla sürerdi. İktidar yalakalığı bu haberleri ancak evinde elektriği ve elektrikli radyosu olanlar izleyebilirdi. Zira pilli radyolar için pil bulmak olası değildi. Gelelim on iki Eylül 1980 darbesine. Her gün kahvehanelerde günahsız insanlar yaylım ateşe tutulup katlediliyorlardı. Öğrenciler ve gençler kamplara bölünmüşler. Acımasızca birbirlerini boğazlayıp öldürüyorlardı. İktidarın başı Sayın Demirel, bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz diyerek yangına körükle gitmekte sakınca görmüyordu. Ülkeyi kasıp kavuran yoklukların en önemlisi olan akaryakıt için “benzin vadıda biz mi içtik” diyerek bu önemli yokluğu ti ye alıyordu. Üniversitede çocukları okuyan, bir işe girme şansını yakalayamadığı için sokaklara dökülmüş olan gençlerin aileleri diken üstünde yaşıyorlardı. Ailelerin kulakları radyolarda gözleri ise televizyonlardaydı. Hepimizin kuşkusu öldürülen gençler arasında benim de çocuğum var mıydı? Bu akan kanın durdurulması için iktidardan umut kalmadığında asker darbe yapmayı zorunlu görmüştü. Evim üç ana caddenin kesiştiği yerde olduğu için her gün sabahın kör karanlığında gürültüyle uyanırdık. On iki eylül sabahında ise şaşılacak bir sessizlik vardı. Nedenini öğrenmek için balkona çıktığımda iki silahlı askerin nöbette olduğunu gördüm. Sonunda çocuklarımızın can güvenliğini sağlayacak önemli gelişme gerçekleştirilmişti. O sabah on iki eylül darbesini alkışlarla karşılamıştık. Zira artık çocuğumuzun yaşama hakkı garanti altına alınmıştı. Nerden bilebilirdik daha sonra olacakları. Terörden beter uygulamalar olacağını. Netekim paşanın ülkeyi karanlıklara doğru yönelteceğini. Anayasa oylamasında hayır oyu kullanarak tepkimi göstermiştim ama benim tepkim hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Şeffaf oy pusulaları oy verenleri evet demeye zorlamıştı. Şimdi de değiştirile değiştirile kuşa dönmüş olan bu anayasa değiştirilmek isteniliyor. Değiştirmeye ne gerek var. Dünyanın en ileri ülkelerinin Anayasaları ile kıyaslanabilecek olan 1961 anayasasına dönülsün yeter. Yeter ama o özgürlüklere dayanabilecek olan iktidarlar nerede? Bunun için de oyum yine hayır olacaktır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 31.08.2010

On İki Eylüle Doğru On iki eylülde yapılacak olan referandum için liderler yollarda. Anketörler de iş başında. Nedense insanlarımız anketörlerden korkuyorlar. Birçok insan bana dokunmayan yılan bin yaşasın havasında. Böyle de olunca meydan kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlara kalıyor. Sonra da anketler doğruyu yansıtmıyor söylemleri havada uçuşuyor. Anketlerin doğruluk payını yükselmesi için herkes bu anketlere katılmalıdır. Gerçi katılmaktan korkanlar da haklı. Hükümete karşı söyleyecekleri yüzünden Ergenekoncu diye yaftalanıp Silivri’nin beş yıldızlı oteline atılıp, yıllarca yargılanmayı beklemek de var. Sayın Başbakan’ın kendi adına mazlum edebiyatı yapabileceği hiçbir olgu kalmadı. İnsan niçin var gücüyle çalışır? Evlatları için. Allah daha ziyade etsin. Başbakanımızın çocuklarının gemicikleri bile var. Bu durumda mazlum edebiyatı yapıp halkın oylarını almak için elli yıl önceki Menderes dramını ısıtıp halkın önüne koymaktan daha kolay ne var? Nasıl olsa hafıza-i beşer unutmakla maluldür. insan oğlunun en büyük hastalığı unutmaktır. Unutmaktan çektiğimiz yetmiyormuş gibi bir de Alzheimer hastalığı insanların başına bela oldu. O hastalığı hastası olan çok iyi bilir. Bu hastalıktan kurtulmanın umarı olmasa da yakalanmamak veya geciktirmek için insanların okuması, aktif olması gerekir. Oysa okumayan bir toplum olduğumuzu söylemeye bile gerek yok. Oldukça gelişmiş olan kahvehane kültürümüz yüzünden okumanın bırakın alışılmışlığını, unutulmuş bile. 1960 yılı 27 Mayıs darbesinin öncesinde yaşananları anımsayan kaç kişi var. Anımsayanların birçoğu parti aşkına inkâr etmeyi particilik görevi sayıyor. Demokrat Parti iktidarı cumhuriyet Halk Partisinin ağzına kadar dolu bıraktığı hazineyi ve çok büyük dış itibarı beş yıl içinde tüketmişti. 1955 yılı sonrası ülke bir yokluklar ülkesi olmuştu. Çiftçi sabanının ucuna ekletecek bir demir parçası, bürokratlar ise iki evrakı birbirine tutturacak toplu iğneyi ve üst makamlara yazacakları yazılar için birinci hamur kâğıdı bile bulamıyordu. O yıllarda radyo istasyonları sabahın altısında Vatan Cephesine iltihaklar haberleri ile başlar yayın sonuna kadar bu saçmalığı sürdürürdü. Ülke nüfusunun on katı Vatan Cephesine iltihak ettikleri halde radyoya göre iltihaklar hızla sürerdi. İktidar yalakalığı bu haberleri ancak evinde elektriği ve elektrikli radyosu olanlar izleyebilirdi. Zira pilli radyolar için pil bulmak olası değildi. Gelelim on iki Eylül 1980 darbesine. Her gün kahvehanelerde günahsız insanlar yaylım ateşe tutulup katlediliyorlardı. Öğrenciler ve gençler kamplara bölünmüşler. Acımasızca birbirlerini boğazlayıp öldürüyorlardı. İktidarın başı Sayın Demirel, bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz diyerek yangına körükle gitmekte sakınca görmüyordu. Ülkeyi kasıp kavuran yoklukların en önemlisi olan akaryakıt için “benzin vadıda biz mi içtik” diyerek bu önemli yokluğu ti ye alıyordu. Üniversitede çocukları okuyan, bir işe girme şansını yakalayamadığı için sokaklara dökülmüş olan gençlerin aileleri diken üstünde yaşıyorlardı. Ailelerin kulakları radyolarda gözleri ise televizyonlardaydı. Hepimizin kuşkusu öldürülen gençler arasında benim de çocuğum var mıydı? Bu akan kanın durdurulması için iktidardan umut kalmadığında asker darbe yapmayı zorunlu görmüştü. Evim üç ana caddenin kesiştiği yerde olduğu için her gün sabahın kör karanlığında gürültüyle uyanırdık. On iki eylül sabahında ise şaşılacak bir sessizlik vardı. Nedenini öğrenmek için balkona çıktığımda iki silahlı askerin nöbette olduğunu gördüm. Sonunda çocuklarımızın can güvenliğini sağlayacak önemli gelişme gerçekleştirilmişti. O sabah on iki eylül darbesini alkışlarla karşılamıştık. Zira artık çocuğumuzun yaşama hakkı garanti altına alınmıştı. Nerden bilebilirdik daha sonra olacakları. Terörden beter uygulamalar olacağını. Netekim paşanın ülkeyi karanlıklara doğru yönelteceğini. Anayasa oylamasında hayır oyu kullanarak tepkimi göstermiştim ama benim tepkim hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Şeffaf oy pusulaları oy verenleri evet demeye zorlamıştı. Şimdi de değiştirile değiştirile kuşa dönmüş olan bu anayasa değiştirilmek isteniliyor. Değiştirmeye ne gerek var. Dünyanın en ileri ülkelerinin Anayasaları ile kıyaslanabilecek olan 1961 anayasasına dönülsün yeter. Yeter ama o özgürlüklere dayanabilecek olan iktidarlar nerede? Bunun için de oyum yine hayır olacaktır. Özcan Nevres

Özcan Nevres 19.08.2010

Dünyanın çivisi Çıktı Eskiler bazı olumsuzluklar karşısında dünyanın çivisi çıktı derlerdi. Son günlerde yaşamakta olduğumuz hava olayları eskilerin bu sözünü doğrular nitelikte. Haziran ayının son günlerini yaşamakta olmamıza rağmen her gün sürekli yağan ve sellere neden olan yağmurlarla karşılaşmaktayız. Dün güneşli bir havada evden çıktım. Arabamı bir haftalığına oğluma verdiğim için çarşıya yaya mı yoksa minibüs ile mi gitsem diye karar vermeye çalışırken imdadıma karşı komşum yetişti. Arabasına binerek çarşıya gittim. Gök yüzü ışıl ışıl. Güneş her ne kadar haziran ayına yakışır şekilde ısıtamıyorsa da en azından üşümüyoruz. Halk Bankasından maaşımı çekeceğim ama sırada en az yüz kişi var. Yüksek Ziraat mühendisi İkbal Sönmez’in dükkanında biraz takılayım dedim. Bir haftadır eski memleketi Bulgaristan’da olduğu için bir hoş geldin derim diye düşündüm. Henüz her zamanki sandalyeme oturmuştum ki gök yüzünde müthiş bir gürültü koptu ve ardından sağanak yağış başladı. Bir anda dükkanın önündeki yol dereye dönüştü. Yağmur damlaları yerdeki suya düştükçe balonlar oluşturuyor. Belli ki yükseklerde hava oldukça soğuk. İkbal bey yetmiş yaşındayım. Hayatım boyunca bu mevsimde ve bu ayda böyle bir yağmur görmedim dediğinde ben de yetmiş beş yaşındayım. Ben de böyle bir hava yaşadığımı anımsamıyorum dedim. Hadi diyorum. Biz kilometrelerimizi doldurduk. Bu düzensiz hava koşulları ileride korkunç bir kıtlığa neden olacağı için çocuklarımızın ve torunlarımızın hali ne olacak? Kirlenen hava, delinen ozon tabaklası bu günlerdeki yaşadığımız olumsuzlukların nedeni. Bu kesin olarak bilindiği halde sözüm ona dünya hamisi Amerika halen hava kirliliğini azaltacak anlaşmaya imza atmaya yanaşmıyor. Oysa Amerikalıların yaşadıkları hortum ve sel felaketleri nedeniyle bu anlaşmayı bir an önce imzalamaları ve hava kirliliğini azaltacak önlemleri almaya başlamaları grekir. Hava kirliliğini azaltmakta en etkili faktör ormanlardır. Bu yüzden orman alanlarının eleverdiğnce genişletilmesi gerekir. Üstelik orman zenginliktir. Kereste mağazalarına gidin. Göreceğiniz kerestelerin tümü ya Kanada, ya da Rusya menşelidir. Eğer Türkiye orman afları ile ormanlarımızın yok edilmesine neden olmasaydı ve orman alanlarını çoğaltmaya çalışmış olsaydı ülkemiz de orman zengini olabilirdi. Zira iklim koşullarımız orman yetiştirmek için oldukça elverişlidir. Tema vakfının açmış olduğu ağaç yetiştirme kampanyaları devlet desteği olmadıkça hiçbir şekilde başarılı olamaz. Devletin dikilen ve yenilenen ormanları en iyi şekilde koruması gerekir. Hem de eski Tarım Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu’nun katı kurallarıyla. Hatipoğlu bakanlık koltuğuna oturur oturmaz bakanlığının tüm birimlerine gönderdiği bildiride yaş kesenin başını keserim demişti. Hatipoğlu yalnızca ormanları koruma altına almakla kalmamıştı. Edremit ve Ayvalık’taki vakıf zeytinliklerin ıslahı için büyük uğraş vermişti. Deliceler aşılanmış, kart ağaçlar budanarak kendilerini yenilemeleri sağlanmıştı. Sahiller yağmalanırken en büyük darbeyi zeytinciliğimiz yemiştir. Zeytin ağacının fidanı yirmi beş senede ürün vermenin doruğuna ulaşır ve bu verimliliği yaklaşık bin yıl sürer. Sahillerde o müthiş rantı sağlamak varken kim düşünür zeytin ağacının bin yıl yaşayacağını? Amaç günü kurtarmak olunca kim düşünür zeytin ağacının yüzlerce yıl sürecek olan ömrünü ve verimliliğini? Amazon ormanları için dünyanın akciğeri derler. Rantçılar o ormanlara da el attıkları için amazon ormanları da adım adım yok edilmektedir. Bu durumda Türkiye’nin yapacağı en güzel uygulama kendi akciğerlerini yaratmasıdır. Bu nedenle Tema vakfının çalışmalarını gölgede bırakacak büyük bir orman yetiştirme kampanyası başlatmalıdır. Bu yapılmazsa gelecek nesillere sağlık sorunlarıyla birlikte çok sorunlu bir vatan bırakırız. Özcan Nevres

Özcan Nevres 03.07.2010

Yine Siyaset Uzun bir zamandan beri siyaset üzerine yazmaz olmuştum. Nedense artık siyaset le uğraşmaktan zevk alamıyorum. Siyasetteki iki yüzlülük bu güzel uğraştan kopardı beni. Üç nisan bin dokuz yüz elli sekizde CHP ye katılarak siyasete ilk adımımı atmıştım. O günden bu yana bazen severek bazen de kerhen CHP ye oy verdim. Yalnızca bir kere, o da bin dokuz yüz atmış dokuz yılında, yani yaşamımı Muğla'da sürdürürken iki toprak ağasının CHP listesinde ilk iki sıraya yerleşmeleri yüzünde CHP ye oy vermemiştim. O yıl İşçi Partisinden ikinci sırada adaylık önerisi almıştım ama anında reddetmiştim. Zira bırakınız ikinciyi, birincinin bile seçilme şansı yoktu. Açıkçası olmayacak duaya amin dememiştim. Halkçı Parti ilçe başkanlığından sonra da siyasetten tamamen koptuğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Bir çok kere siyaset üzerine aldığım önerilere hiç bir şekilde sıcak bakmamıştım. Zira ben siyaseti gençlere bırakmak gerektiğine inanıyorum. Sayın Deniz Baykal'ı dinliyorum. Beni çileden çıkaran ıııı larına rağmen. Bir insan neden bazı durumlarda akıcı konuşamaz? Konuşamaz çünkü kendi söylediklerine kendisinin bile inanmadığından kaynaklanmaktadır. Siz istifa ettikten sonra CHP de büyük bir toparlanma gözlenmektedir diyen sunucuya n e diyor Sayın Bay-KAL? CHP de toparlanma benim zamanımda başlamıştı. Gülmek mi gerekir bu söze? Yoksa ağlamak mı? Sayın Baykal döneminde küskünlerin hangileri CHP ye geri dönmüştü? Kendisini Sezar ile özdeşleştirmek isteyenlere ben Sezar değilim diyor ama, kırgınlığını belirten sözleri Sezarvari bolca kullanıyor. Sükutu hayale uğramanın ne demek olduğunu herkes bilir. Belli ki Sayın Baykal bu sükutu hayale hazır değilmiş. Bu nedenle sitemlerini eski kader arkadaşlarından esirgemiyor. Oysa onun yapacağı en güzel davranış susmaktır. Ne yazık ki bunu yapamaz. Zira o yine eskisi gibi ne olur geri dön diye yalvarılacağını zannediyordu. CHP de sağ duyu hakim oldu ve bir yıl sonra yapılacak olan genel seçime yepyeni yüzlerle seçime katılmayı sağladılar. Sayın Baykal geri döndüğünü ilan ettiği gün ben CHP den istifa etmiştim. Siyasetten ayrı kalmayı yeğlemeyi sürdürmeme rağmen, diğer küskünler gibi her an Baykal'sız CHP ye dönebilirim. *** Menemen'e geldiğimde Sevgi Yolundan bir kaç kez geçmiştim. Ne yazık ki o yol esnafın aç gözlülüğü yüzünden sevgisizlikler yoluna dönüşmüş. Kimi malını caddeye yaymış. Kimi dükkanı güneş görmesin diye oldukça geniş sundurmalar yapmışlar ve caddeyi işgal etmişler. Esnafların sattıkları malları caddeye yayarak değil, vitrinlerinde sergilemelidirler. Zaten dar olan caddeyi işgallerle daha da daraltmaya ve görsel kirlilik yaratmaya hiç bir esnafın hakkı yoktur. Menemen'e geldiğimde kardeşimin Yeni Foça Gencelli'deki yazlığında kalıyorum. Menemen'e gidiş gelişlerde hep Kozbeyli yolunu yeğlerim. Bu şekilde ormanın temiz havasını ciğerlerime doldurmak varken niye fabrikaların dumana boğdukları Çakmaklı yolundan gideyim? Ne yazık ki Kozbeyli'yi bir duvak gibi saran o güzelim orman bakımsızlıktan ve ilgisizlikten yok olacak gibi. Zira neredeyse çam ağaçlarının tüm filizlerine tırtıllar yuva yapmışlar. Üstelik de çok hızlı bir şekilde artıyorlar. Eğer o tırtıllar ile gereken mücadele başlatılmaz ise bu yok oluşun önüne hiç bir güç geçemez. O güzelim orman bir gün yok olur gider.

Özcan Nevres 11.06.2010

Seçimin Sürprizi Antalya'da AKP de büyük hüsran yaratan seçim sonucu Antalya'da gerçekleşti. Sayın Başbakan Antalya'ya yedi milyar yatırım yaptık ama yine de seçimi kaybettik. Üstelik Antalya'ya yirmi iki defa gittim diyor. Yedi milyar dolar yatırımla Antalya da ne yapıldı? Alt geçitlerin dışında. Önemli olan bir kente çok para akıtmak değil, akıtılan paralarla neler yapıldığıdır. Silivri'de de Silivri'nin iki yakasını bir araya getiriyoruz diye büyük reklamlar yapılmıştı. Görünen iki yan yol için köprü ve yaklaşık üç kilometrelik sıradan bir yol. Bu iki yan yolun Silivri'nin iki yakasını bir araya nasıl getirdiğini anlayan beri gelsin. Kız kardeşimin ölümünde gittiğim Antalya da görebildiğim alt geçitler ve çok önem verilen bir meydanda çöken yoldu. Bir kente yapılan çok büyük yatırım eğer bunlarsa vay o kentin haline. Türkiye'nin gelişme tarihine damga vurmuş olan üç beş validen en önemlisi Haşim İşcan'dır. Bu gün Antalyalılara nefes aldıran o büyük park Haşim İşcan'ın eseridir. Antalya sıcağını göz önüne alan vali Düden çayından aldırttığı suyu arklarla şehrin ana caddelerinden akıttırmıştı. Sıcaktan bunalanlar bu arklardan kovalarla aldıkları suyla caddeyi sulayarak serinlerlerdi. Onun o günün şartlarına göre modern şehircilik anlayışı Antalya'ya geniş caddeler kazandırmıştı. Bundan kırk yıl önce gittiğim Antalya'da Antalyalılar Haşim İşcan'dan övgüyle söz ediyorlardı. Valileri için o nereye tayin olduysa orayı kalkındırmıştır. Tıpkı Samsun'da da olduğu gibi diyorlardı. Doğru söylüyorlardı. Zira bir dönem İstanbul'da yaptığı belediye başkanlığında İstanbul'a da dev eserler kazandırmıştı. Belki de Antalyalılar Haşim İşcan'ın parasızlık döneminde devletten yeterli destek dahi almadan Antalya'ya kazandırdıklarıyla bu bol paralı günlerde yapılanları kıyaslayarak oylarını kullanmışlardı. Bir de Antalya'daki seçime Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin'e yaşlı bir kadının Deniz Feneri ne oldu diye sorması ve verdiği yanıt damgasını vurdu. Adalet Bakanının o iş yargıda sözüne karşılık yaşlı kadın seçimden sonra onu da unutursunuz demesi Antalyalıların üzerinde büyük etkisi olmuştu. Seçim bitti ama kavga bitmedi. Bu gidişle bitmesi de olası değil. Zira her yerden sandıklardan kaçırılan oylar fışkırıyor. Bir çok seçim bölgesinde yapılan itirazlar sonucu oylar yeniden sayılıyor ve sayım sonuçlarında CHP nin oylarında artış gözleniliyor. Bazı seçim bölgelerinde ise seçimler iptal ediliyor. Seçimin iptal edildiği bölgelerde haziran ayında halk yine sandık başına gidecek. Kazanma hırsıyla yapılan bu ahlaksızca oy kaçırmalar yüzünden bir çok bölgede insanlar yine sandık başında çile çekecekler. AKP nin itirazıyla Büyükçekmece'de oylar yeniden sayıldı. AKP ile CHP arasında iki yüz kırk dört oy olan fark yeni sayım sonucunda dört yüz kırk yediye çıktı. Çekmeköy'de de CHP nin itirazıyla on üç sandıkta sayım yapılıyor. CHP nin itirazını haklı çıkaran bulgular var. Bu durumda üç yüz sekiz sandığın oyları büyük olasılıkla yeniden sayılacak ve AKP nin kazandığı başkanlık CHP ye geçecek. Burada üzerinde durulması gereken bu hileler neden yapılıyor? Şüphesiz Hiçbir aday oy çalma girişiminde bulunamaz. Bu pislikleri parti fanatikleri ile destekledikleri adaydan beklentileri olanlar yapıyorlar. Zira bir çok işsize, ya da daha iyi iş beklentisi olanlara gerçekleştirilmesi mümkün olmayan tavizler verilmiştir. Onlar da beklentilerini gerçekleştirmek için oy çalmayı marifet sayıyorlar. Görünen o ki bu seçim tartışmaları uzun bir süre daha sürecek. Bu sayede insanlar işsizliklerini, kredi kartı borçlarını ve daha nice olumsuzlukları unutacaklar. Duyarlı insanların kulaklarında ise şu sözler kim bilir ne kadar zaman çınlayacak. Bize hangi parti erzak ve kömür veriyorsa oyumuzu ona verücüh. Onlar için önemli olan günü kurtarmak. Ne kendi geleceklerini ne de çocuklarının geleceğini düşünmeye gerek bile görmüyorlar. Özcan Nevres www.ozcannevres.com

Özcan Nevres 01.04.2009

Özlediğimiz Gerçekleşti Sekiz yıl önceydi. İstanbul'un gürültüsü ve kirli havası beni iyice yıldırmıştı. İstanbul'un dışında bir yere taşınmaya karar vermiştik. Bir öneri üzerine Yalıköy'e gittik ve kiralık ev aradık. Kiralık ev vardı ama bize göre çok küçüktü. Zira evler hep yazlık olarak inşa edilmiş. Yalıköy şahane bir kumsala ve tertemiz bir havaya sahip olan nefis bir yerleşim yeridir. Evlerin küçük oluşundan başka İstanbul'a da bir hayli uzaktı. Bu nedenle Yalıköy'den vazgeçtik. Bu kez de baldızımın iş yerindeki bir arkadaşı Silivri'yi önermişti. Bunun üzerine bir pazar günü Silivri'ye geldik. Torunum Can henüz bir buçuk yaşındaydı. Kenti gezdikten sonra bir de sahiline bakalım dedik. Sahildeki çay bahçelerinden birine oturduk. Torunum Can çay bahçesinin önündeki çimenlerin üzerinde koşuyor ve yuvarlanıyordu. O gün kısacık hayatının belki de en mutlu gününü yaşamıştı. Onun çimenler üzerinde yaşadığı mutluluğu izlerken Silivri'ye yerleşmeye karar verdik. Halen oturmakta olduğumuz villanın karşısındaki bahçeli villayı kiralayarak kararımızı gerçekleştirdik. Bu arada İnternette yaptığım bir araştırmada Silivri'de belediyede CHP nin iktidar olduğunu görmek de beni mutlu etmişti. Zira ne de olsa serde CHP lilik var. Büyükçekmece'de satın aldığım evde iki buçuk yıl yaşadıktan sonra bahçeli ev özlemi ağır bastı ve evi satarak halen oturmakta olduğumuz bu tripleks binayı satın aldık. Biz Büyükçekmece'de yaşarken yapılan yerel seçimde Silivri'de belediye el değiştirmiş ve yönetim AKP ye geçmişti. Yirmi dokuz mart sabahı saat yedi otuzda komşum Cesur ailesiyle birlikte gidip oyumuzu kullandık. Döndüğümüzde hiç yapmadığım ve sevmediğim bir şey yaptım. Arabamdaki kendi tasarımım müzik düzeneğini çalıştırarak yüksek sesle Muazzez Ersoy'u dinlemeye başladık. Gelip geçen hayrola şenlik mi var diye sorduğunda akşama gerçekleşecek olan zaferimizi kutluyoruz diyordum. Her geçen bu söylediğime inşallah diyordu. Zira villamızın önü CHP bayraklarıyla donatılmış olduğundan hangi partiyi kastettiğimi biliyorlardı. Bir ara seçim sandıklarının olduğu yere gittim. Çok yoğun bir katılım olduğunu gördüm. Silivri belediyesinin eski başkanı Selami Değirmenci'de oradaydı. Ayak üstü konuşurken görünen o ki Silivri'de zafer CHP nin olacak dedim ve görüşümün nedenini şöyle açıkladım. Bu seçimde katılım çok yüksek. Bu da CHP nin işine yarar. Gece saat yirmi sıralarında CHP nin zaferi kesinleşmişti. Saat yirmi dörtte kulağımıza patlama sesleri geldiğinde hemen üçüncü kata çıktık. Oradan hem deniz ve hem de neredeyse bütün Silivri görülmektedir. Bir süre havai fişekleri seyrettik. Sanki içimizde gençlik yıllarımızın rüzgarı esmişti. Yatmak için pijamalarımızı giydiğimiz halde tekrar giyinip arabamıza binerek havai fişeklerin patlatıldığı Atatürk meydanına gitmek üzere yola çıktık. Biz meydana varmadan şölen bitmişti. Yoğun bir kalabalığın içinde kalarak kıpırdayamaz bir duruma düştük. Kontağı kapatarak kalabalığın dağılmasını bekledik. Tekrar yola çıktığımızda yol boyunca müthiş bir kalabalık vardı ve herkes müthiş bir coşku içindeydi. Belli ki on beş yıllık CHP iktidarından sonra gelen beş yıllık AKP iktidarından memnun olmayan büyük bir kesim vardı. Ve bu kesim yeniden gerçekleşen CHP iktidarını coşkuyla kutluyorlardı. Gerçi biz de o coşkunun bir parçasıydık ama coşanları izlemenin zevki çok daha başkaydı. Ertesi gün torunum Can aradı. Büyük bir sevinçle dede Zonguldak'ta biz kazandık. Silivri'de kim kazandı dedi. Silivri'de de biz kazandık. Ama en büyük zaferi İzmir'de kazandık dedim. Hem büyük şehir belediyesini, hem de otuz ilçenin tamamını CHP kazandı. Bu defa sevinç çığlıkları Can dan geliyordu. Can henüz on yaşında ama müthiş bir araştırmacı ve siyasetçi. Bu gün yine MSN den görüntülü olarak uzun uzun konuştuk. Yaptığı araştırmada on dört bin yıl önce Kuzey İspanya'ya Türklerin yerleştiğine dair bilgilere ulaşmış. Bir de Pelaslar ile ilgili bir araştırma yapmış. Dede diyor. Yaptığım araştırmada senin yıllarca önce Pelasların Türk olduğunu yazdığını gördüm. Oysa Pelasların Türk oldukları yeni öğrenilmiş. Peki onların Türk olduklarını nereden biliyordun? Ona Atatürk'ün bu konuda geniş kapsamlı araştırmalar yaptırdığını, o araştırmaların bulgularının çok uzun bir süre kabul görmediğini ama artık bilim adamlarının da bu gerçeği kabul ettiklerini görüyoruz dedim. Torunum şimdi bana çok önemli bir ödev verdi. Köktürkleri araştırıp bana bilgi verir misin dedi? Yaş yetmiş üç olsa da verilen ödev ödevdir. Araştırıp mümkün olduğunca geniş bilgiler edinmek zorundayım. Zira o öğrenmek istediklerinin peşini asla bırakmaz. Ondaki bu araştırmacı ruhun beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam. Zira kelimelere sığmaz. Can henüz on yaşında. Hem müthiş bir araştırmacı ve hem de çok iyi bir öğrenci. Sınıfının da birincisi. Keşke her aile çocuğunu Can gibi yetiştirebilse. Babası inşallah halan gibi olursun diyor zira halası bilgisayar doktoru ve Amerikan üniversitelerinde öğretim üyesi. Oysa o şimdiden halasını geçti bile. İnşallah sonuna kadar da böyle gider ve Nevres ailesi olarak topluma yeni bir bilim adamı daha kazandırmış olmanın mutluluğunu bize yaşatır. Özcan Nevres www.ozcannevres.com

Özcan Nevres 01.04.2009

Seçim Yapıldı Seçim yapıldı ama kavga bitmedi. Bu kavga bitse de üstündeki şaibenin örtüsü bir dahaki yerel seçime kadar kalkamaz. İnternet veri tabanının çökmesi, elektriklerin alışılmışın dışında kesilmesi, çalınan oylar. Boş arazilerde çuvallar içinde bulunan oylar bu seçime çok kirli bir damga vurdu. Bu satırları yazarken Büyükçekmece'de AKP liler ile CHP liler arasında adeta bir meydan savaşı vardı. Nedeni ise AKP lilerin belediye başkanlığı oylarına yaptıkları itirazdan kaynaklanıyor. Yapılan itirazı ilçe seçim kurulu görüşür. Sonucu il seçim kuruluna bildirir. İtiraz kabul edilirse oylar yeniden sayılır. Haklı haksız ortaya çıkar. Taraftarların birbirleriyle dalaşmasının ilçe seçim kurulunun vereceği karara hiçbir etkisi olmaz. Dahası, çöplüklerde bulunan oy pusulalarının CHP ye ait olması kazanan taraf olan CHP nin elini daha da güçlendirir. Şimdi gözler İstanbul ve Ankara belediye seçimlerine yapılan itirazlarda. Zira kutular içinde, çöplüklerde ve çuvallar içinde bulunan oyların tümü CHP ye ait. Eğer bu bulunan oylar seçim sonucunu etkileyecek düzeydeyse her iki kentte de yeni seçim kararı alınabilir. Eğer böyle bir karar alınacak olursa AKP bu iki şehri de kesinlikle kaybeder, Güzel İzmir. Alnından öpülesi insanların yaşadığı bu güzel kentin insanları AKP ye en büyük dersi verdi. Başta büyük şehir belediyesi olmak üzere tüm ilçe ve belde seçimlerini almış olması ile İzmirliler bir ilki gerçekleştirdi. Bu üstün başarıların sağlanmasında emeği geçen tüm belediye başkanlarını ve parti yöneticilerini yürekten kutlarım. Bu seçim AKP nin çöküşe geçtiğinin kanıtı oldu. Yüzde kırk yediden yüzde kırkın altına düşmüş olması bile bu çöküşün kanıtıdır. AKP her ne kadar yüzde otuz dokuz oy alsa da bu genel seçimde alacağı garantili oy demek değildir. Zira halkımızın bir kesimi eğer belediyeleri bizim partimizden olanlar kazanamazsa hükumetten para alamaz sözlerine inanmış ve oylarını kerhen AKP ye vermişlerdir. Bu kesim de en az yüzde ondur. Bunu düştüğümüzde AKP nin oylarının yüzde otuzun altına düştüğü açık açık görülür. Peki, AKP den olmayan belediyeler hükumetten parasal destek almayacak mı? Elbet de alacaklar. Zira bu para işi yasal bir düzenlemedir. Şimdi bir de muhalefette olup da harikalar yaratan belediyelere bakalım. En başta Eskişehir belediyesi. Başında efsane bir isim. DSP li Yılmaz Özerşen. Köy görünümündeki Eskişehir'i kendi yarattığı olanaklarla Avrupa kentlerini kıskandıracak kadar güzellikler ile donattı. Kentin içinden geçen Porsuk çayının yatağını ıslah ederek kenarlarında güzellikler yarattı. Üzerinde inşa edilen köprüler bile güzellik harikası. Keşke Menemen'i yönetenler kentimizin içinden geçen ana kanal için Eskişehir'e gidip Porsuk çayına yapılanları inceleseler ve benzerini ana kanala da uygulasalar. İkincisi Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven. Arkasında iktidar olmamasına rağmen harikalar yaratmaya devam ediyor. Şehir içi ulaşım bedava. Ekmek bölgenin en ucuz ekmeği. Isınma termal avantajıyla olabildiğince ucuz. Alt yapı ise kusursuz tamamlanmış. Sahil düzenlemesi de tek kelimeyle harika. İzmir'i İzmirlilere anlatmaya gerek görmüyorum. Zira belediyelerin başarısını tüm İzmirliler görüyorlar. Muğla'da Muğlalılara bin kişilik tiyatro sarayı kazandıran ve kentin çehresini değiştirip güzelleştiren Osman Gürün'ün arkasında hükümet mi var? Giresun'a kız istemeye giderken Ordu'nun içinden geçmiştik. Kentin gelişmişliği hemen göze çarpıyor. Ordu'yu da bir DSP li başkan yönetiyor. Şişli'nin (İstanbul) efsane belediye başkanı eski CHP li ve yeni DSP li Mustafa Sarıgül'ün Şişli'ye kazandırdıklarını göz ardı edebilir miyiz? Bu saydıklarımın hangisinin arkasında hükümet vardı? İş yapmasını bilenler azmederlerse hükümet desteği olmadan da büyük işler başarırlar. İş yapmasını bilmeyenlere bırakınız hükümetin desteğini, dünyanın desteğini sağlasanız yine hiçbir şey başaramazlar. Malum. İş bilenin kılıç kuşananındır. Özcan Nevres www.ozcannevres.com

Özcan Nevres 31.03.2009

Yürüyün Be Kim Tutar Sizi Bu gün İstanbul'un tüm telefonlarında çok önemli bir çağrı vardı. Çağrıda Sayın Başbakanın Kazlıçeşme'deki mitingine aboneler davet ediliyordu. Telefonum çaldığında hemen açtım. Daha ilk kelimelerde Başbakanın mitingine davet için arandığımı anladım ve telefonumu öfkeyle kapattım. Binlerce arabadaki ses yayın cihazlarıyla yaptıkları gürültü kirliliği yetmezmiş gibi bir de insanlar telefon ile rahatsız ediliyorlar. AKP bu seçime şimdiye kadar görülmemiş bir savurganlıkla asılıyor. Bu kadar savurganlığın kaynağı neredendir. Adayların cebinden mi? Yoksa devletin kasasından mı? Bu kadar savurganlığın adaylar tarafından karşılanmış olacağını sanmıyorum. Peki bir parti iktidar partisi olduğu için devletin kasasından, yani bizim vergilerimizden seçim masrafı yapması etik olur mu? Seçim yasaklarının başlamasına bir gün kalaya kadar Başbakan devlete ait araçları kullanmakta hiçbir sakınca görmedi. Bunu yaparken de takiye yaparak yaptıklarına kılıf uydurdu. Başbakan güya siyaset yapmıyordu. Başbakan olarak açılışlara gidiyordu. Gerçi açılışını yaptığı tesisler daha önce Birkaç kez açılmış olan tesislerdi ama önemli olan günü kurtarmaktı. Kazlıçeşme'ye AKP yandaşları akın akın gidiyorlar. Bir gazeteci bir kadına soruyor. Nereye gidiyorsunuz diyor? Kadın sevinçle Tayyip babamızı izlemeye gidiyorum diyor. Gazeteci yine soruyor. Oğullarınızın işi var mı? Kadın gayet rahat oğlumun işi yok diyor. Be kadın, oğlunu işsiz bırakanların, ona yedi yıllık iktidarlarında iş olanağı sağlayamayanların mitinginde ne işin var? Orada boy gösterdiğinde çocuğuna iş olanağı sağlayacağını sanıyorsan avucunu yalarsın. Halen iş sahibi olan işçiler bile diken üstünde. Tümünün yüreğinde işinden olma korkusu yaşıyor. O kalabalıkta seni kim görür? Ne senin ne de başkalarının oğullarının işsiz olması iktidarın umurunda bile değil. İşsiz kalanlar yüzünden ülke bir yangın yerine dönmüş ama başbakan ve bakanlar seçim meydanlarında seçim kazanma sevdasındalar. Toplanalım, ne gerekirse onu yapalım. İşsizler daha fazla mağdur olmasın diye düşünen yok. Seçime yedi gün kala seçim meydanları doldu taştı. Bu arada bir tartışma başladı. Kimin mitingi daha kalabalık? Bunun yanıtı çok kolay. Hangi parti daha çok taşımacılık yaptıysa onun meydanı daha kalabalık olacaktır. Hele bir de dedikleri gibi meydanlara taşınanlara yirmi beş lira vermişlerse gel keyfim gel. Hem gez, hem de cebine para koy. Bu ara gündeme liderlerin tartışmalarından daha çok Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve adayı Melih Gökçek'in başta Uğur Dündar olmak üzere bazı gazeteciler için sizin hayatınızı mahvederim sözleri bomba gibi düştü. Sayın belediye başkanı kendisini son Osmanlı padişahının baş sadrazamı zannediyor olsa gerek ki böylesine esip gürlüyor. Belli ki hangi devirde yaşadığının bile fakında değil. Geçti o devirler sayın başkan. O astığı astık kestiği kestik yılları çok gerilerde kaldı. Gelişmeler yüzünden İ.Melih Gökçek'te seçilememe korkusu hezeyanları başlamış. Sayın Gökçek şunu iyi bilmelidir. Bu dünya eden bulur dünyasıdır. Siz Kızılırmak'ın lağım sularıyla karışmış sularını Ankaralılara doğru dürüst arıtmadan içilebilir diye içirirsen elbet de bunun bir bedeli olacaktır. Korkunun ecele yararı yoktur. Görevini başkasına devrettiğinde görevi devralan yaptıklarının hesabını mutlaka soracaktır. Makamlar kimse için baki değildir. Bu nedenle seçim kaybetmek de normal karşılanmalıdır. Yeter ki makamını terk ederken alnı ak olsun. Bu konuda çok güzel bir örnek var. Dikili'nin çok başarılı belediye başkanı Osman Özgüven. Belediye başkanlığının ilk döneminde ilk işi sahile yeni bir düzenleme yapmak ve sahildeki tuvaleti kaldırmak olmuştu. Ardından Dikilileri kanalizasyon ile tanıştırmıştı. Yollara parke taşları döşetiyor. Kaldırımlara beton döktürüp motiflerle süsletiyordu. Kaldırımlarda kırmızı boya kullandırdığı için defalarca komünist propagandası yapıyor diye şikayet edilmişti ama her defasında aklanmıştı. ANAP rüzgarının hızlı estiği dönemde bir çok karalamalar yüzünden seçimi kaybetmişti. Aradan geçen beş yıl Dikili için çok büyük kayıp olmuştu. Dikililer beş yıl sonra onu yine başkan seçti. Hem de oyu çok az olan bir partiden. Seçimi kaybeden adayların seçilemediklerine kızmamaları gerekir. Oturup nerede yanlış yaptım diye düşünmelidir. Bunu sağa sola çatmadan yapmalıdırlar. Gelen gideni arattırır derler. Eğer başkanlığı döneminde iyi işler yapmayı başarmışsa tekrar seçilme şansı yüksektir. Sayın Osman Özgüven örneğinde olduğu gibi. Özcan Nevres www.ozcannevres.com.

Özcan Nevres 22.03.2009

Liderler Düellosu Sayın Deniz Baykal Sayın Başbakanı istediği televizyonda, istediği moderatör ile tartışmaya davet ediyor ama Başbakan bu tartışmaya yanaşmıyor. Bu tür tartışmalar halkın karşısında atıp tutmaya benzemez. Zira hatip konuşur dinleyiciler dinler. Dinleyicilerin soru sorma olanağı olmadığından konuşmacı çok rahattır. Tartışmayı kabul edecek olsa önüne konulacak belgeleri nasıl yanıtlayacak? Ülkemizin en değerli sanayi tesislerini, limanlarını satmadım mı diyecek? Sattım ama ülkemi ağır borç yükünden kurtardım mı diyecek? Nasıl diyebilir ki? Onca tesisler satıldığı halde bırakınız borç ödemeyi, iktidarları döneminde ülkeyi Cumhuriyet tarihinin en ağır borç yükünün altına sokmuşlardır. Sayın Başbakan meydanlarda konuşurken ne rahat. O anlatıyor ve anlattıklarıyla toz pembe bir ülke profili çiziyor. Arada halini yüreklilikle arz etmek isteyenleri dinlemektense halini arz edenleri provokatörlükle suçluyor ve ananı da al git diyebiliyor. Çaresizlikle kredi kartlarıyla borçlananları savurganlıkla itham ediyor ve ödeyemeyeceksen harcama. Harcarsan ödeyemiyorsan ağlama kardeşim diyebiliyor. Kim ister borçla yaşamayı? Kredi kartı kullanıcısı evine gerekenleri kazandığı para ile alamıyorsa aç mı yaşayacak. Umarsızlıkla nereye kadar giderse gitsin diyerek kartlara yükleniyor. Yavrularının istediklerini alamayan anneler çocuklarıyla büyük marketlere gidiyorlar. Çocuklarının her istediğini market arabasına doldurduktan sonra kasaların yanına geliyor ve çocuklarına biz şimdi evimize gideceğiz. Bu aldıklarımızı evimize gönderecekler diyorlar. Umarsız anneler içleri kan ağlayarak yavrularına yalan söylüyorlar. Hangi anne bu duruma düşmek ister? Vermeyince mabut neylesin Mahmut. Yokluk içinde kıvranan anne ne yapsın? Çocuk yokluktan anlar mı? Peki bu ülkeyi yönetenlerin bunlardan haberi yok mu? Mutlaka haberleri vardır ama sorunu çözebilecek olanaklardan yoksunlar. Zira yedi yıldır üretmemişler hep satmışlar. Adeta işsizlik yangınına körükle gitmişler. Davul zurnayla gelmekte olan ekonomik krize önlem almaktansa kriz bizi etkilemez. Teğet geçer diyebilmişlerdir. Oysa ekonomik kriz teğet geçmemiş, ülke ekonomisini can evinden vurmuştur. Aslında ekonomiden söz etmek yanlış. Zira tarımı ve sanayisi çökmüş sıcak parayla ayakta kalmaya çalışan bir ülkede ekonomiden söz edilemez. Zira sıcak para kaygandır. Sıcak paranın sahipleri istedikleri anda paralarını çekebilirler. Paralarını çekerek ülke ekonomisini çökertmekte hiçbir sakınca görmezler. Zira onların defterinde yalnızca para kazanmak yazar. Yerel seçimler nedeniyle hükümet kesenin ağzını açmış yardım adı altında her ne kadar sosyal devlet gereği diyorlarsa da seçim rüşveti dağıtıyorlar. Seçimden sonra işsizlerin ve dar gelirlilerin hali bakalım ne olacak? Dar gelirlilerin üzerine zam yağmuru yüklenildiğinde bu ağır zamları nasıl taşıyabilecekler? Bu gidişle başımıza neler geleceğini düşündüğümde kahroluyorum. Gün geçmiyor ki ülke soygun, gasp, hırsızlık ve cinayet haberleriyle sarsılmasın. Bir de bunlara cezaların caydırıcı olmaması eklendiğinde sokağa çıkacakların vay haline. Her an karşılarına bir gaspçı, kapkaççı ve tinerci çıkabilir. Üzerlerinde ne varsa verseler bile yine canlarından olabilirler. Eskiden aç fırın deler derlerdi. Oysa artık açlar fırın delmiyorlar. Can alıyorlar. Özcan Nevres www.ozcannevres.com

Özcan Nevres 20.03.2009

Seçime Az Kala Yıllardır gazetecilik yapıyorum. Kalemimi ne yağcılık ne de yalakalık için kullanmadığım halde yazdıklarıma bu dönemdeki kadar tepki almamıştım. Şerefli ve dürüst olan eleştirilerini adam gibi yapar. Eleştirisinin altına adam gibi ismini de yazar. Başbakanın dahi hani bizi teğet geçer dediği kriz yüzünden ocak ayı verilerine göre işsizliğin yüzde on ikinin üzerinde olduğunu açıkladı. Oysa işsiz oranı bu ayın verilerine göre yüzde on dörde ulaşmasına ramak kaldı. Kimi çevrelere göre hükümet yeterli önlem almadığı, alamadığı için kriz bizi bu denli derinden vurdu. Bunu söyleyenler önlemin nasıl alınacağını da söyleselerdi bari. Bir ülke ki tarımı katledilmiş. Dev sanayi tesislerini kolay siyaset anlayışı yüzünden başarısızlığa götüren siyasetçilerin ellerini sanayi işletmelerinden çektireceklerine satıp kurtulmayı yeğlemiş. İşletilmesi kaydıyla satılan fabrikaların kapatılıp arsa rantına açılması karşısında sessiz kalmış. İşsizliği yok etmek için yeni sanayi tesisleri kurulması gerektiği halde aksine var olanlar da elden çıkarmış. Peki bu durumda istihdam nasıl sağlanacak? Tüm işsizler devlet kapılarında çalıştırılarak mı? Çok azı dışında görsel ve yazılı basın hükumete yaranmak için yarışmakta. Kapatılan Gözcü gazetesinin çalışanları tarafından çıkarılan Sözcü gazetesi ile Yeni Çağ gazetesi ve Doğan Yayın Grubu gazeteleri ve televizyonları muhalefet görevini tüm olumsuzluklara karşın sürdürmeye çalışmaktadırlar. Şimdi susturulma hedefinde Doğan Yayın grubu var. Zira onlar işsizlikten umarsızlık içinde yaşadıklarını göz yaşlarıyla anlatanlara sayfalarını ve televizyonlarının ekranına taşımaktadırlar. Bu muhalefet susturulmalıdır ki, kalkınmakta olduğumuzun ve fert başına ulusal gelirimizin on bin doları geçtiğinin yalanlarıyla halkı kandırabilsinler. Bu nedenle çok arzuladıkları dikensiz gül bahçesine doğru ilerlemekte hiçbir sakınca görmüyorlar. Bunu başardıklarında ise neler olacağını hep birlikte göreceğiz. İnşallah laiklik ilkesinden mahrum olup Afganistan'a dönmeyiz. Yanlış kararlar, ilerisini göremeyen hükumetler tarafından alındığında, iş işten geçtikten sonra geriye dönüş olamıyor. Bu yanlış kararlar yüzünden Avrupa Gümrük Birliğine girdik. Avrupa Birliğine üye olan ülkeler diledikleri ülkelere mallarını uygun şartlarla satarlarken bizim dış alım ve satışlarımıza kısıtlamalar (kota) koymaktadırlar. Bu kısıtlamalar yüzünden ülkemiz bir ithal cenneti olmuş ve bu yüzden de birliğe girdiğimizden beri en az seksen milyar dolar kaybımız olmuştur. Madalyonun görünen yüzü bu. Peki ya görünemeyen yüzü? Tarımda ve sanayideki çöküşün bedelini hesaplamak olası mı? Önümüzdeki yerel seçimde halkımızın sadaka ile yaşamaya mahkum edilmiş olmasına karşı nasıl bir tepki göstereceklerini hep birlikte göreceğiz. Sağ duyu mu kazanacak? Yoksa bana kömür ve erzak veren partiye oyumu vereceğim diyenler mi kazanacak? Kömüre ve erzaka oy verenler çoğunlukta olursa hükümet aynı ekonomik politikasını yürütmekte sakınca görmeyecek. Bu politika yüzünden işsizler ordusuna yeni işsizler katılacak. Gün gelecek bu yardım işi iflas edecek. İflas ettiğinde ise o insanların sonu ne olacak? Bunu düşünmek bile istemiyorum. Hırsızlık tavan yapmış. İnsanlar sıra benim evime ne zaman gelecek kuşkusuyla yaşıyorlar. Buna rağmen bu günlerimiz en iyi günlerimiz. Bu gidişe dur denilemezse yakında insanlar sokağa çıkmaya korkar olacaklar. Özcan Nevres www.ozcannevres.com

Özcan Nevres 17.03.2009

Seçime Gün Sayarken Yerel seçimlere bir buçuk aydan az bir zaman kaldı. Sandık başına gittiğimizde kendi irademizi kullanarak değil, partilerin genel başkanlarının dikte ettirdiği şekilde oylarımızı kullanacağız. Yani biz seçmenlerin gönlünde yatan adaya değil, parti başkanlarının ver diye emrettiği adaylara içimiz sızlaya sızlaya oylarımızı vereceğiz. Oy vermek vatandaşlık görevidir. Bu nedenle içimiz sızlasa da gönül vermiş olduğumuz partinin adayına oyumuzu vereceğiz. Sekiz yıl Menemen CHP de yöneticilik yapmış olduğum CHP bu günkü CHP değildir. Bu günkü CHP Sayın Rahşan Ecevit'in adam öğütme taktiklerine sahiplenmiştir. Demokrasilerde yönetim seçilenlerin elindedir. Oysa CHP de seçilen yöneticiler genel merkezin güdemeyeceği kişilerden oluşmuşsa tıpkı geçmişteki DSP de olduğu gibi seçimle gelmiş yönetim azledilir ve yerine atanmışlar gelir. Bu CHP ki sembolü olan altı okun en önemlisi olan devletçilik okunu kırıp atmış, laiklik ilkesi de aynı akıbete uğramak üzere. İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkan adayı sayın Kemal Kılıçdaroğlu bile türbanı ve kara çarşafı savunabildiğine göre vah CHP vah demekten başka elden ne gelir. Baykalizm Silivri'de halkın nabzını tutmuştu. Silivri belediye başkanlığına aday olan dört ismi sormuş ve sorgulamaya katılanların büyük bölümü Selami Değirmenci ile seçimi kazanmanın mümkün olacağını söylemişler. Böylece ilk etapta aday olarak Selami Değirmenci'nin adı geçmişti. İki gün sonra ise aday değiştirilmiş ve yerini alan isim Özcan Işıklar olmuştur. Eğer söylenenler doğru ise bu değişikliği Büyük Şehir adayı Kemal Kılıçdaroğlu istemiş ve bu isteği kabul edilmiş. Bakalım bu değişiklikten hangi taraf kazançlı çıkacak. CHP mi yoksa diğer partilerden biri mi? Oysa genel kanı eğer Selami değirmenci aday olmuş olsaydı bir dönem AKP ye kaptırılmış olan belediye yönetimi bu seçimde geri alınacaktı. CHP iktidar yolunu açmak için üç büyük ilimizin belediye seçimini kazanmayı hedefliyor. Bunun için de en isabetli isimleri aday olarak göstermiştir. Karayalçın CHP ye geri dönmüştür. Genel başkanlık için oldukça tehlikeli bir isimdir. Ondan daha da tehlikeli olanı Kılıçdaroğlu'dur. Eğer ikisi de kazanırsa beş yıl daha Sayın Baykal için Hiçbir tehlike olmayacaktır. Kazanamazlarsa yıpranmış isimler olarak Baykalizm için hiçbir tehlike arz etmeyecektir. Sayın Baykal kongrede göğsünü gere gere kazanın da gelin diyebilecektir. Başkaları seçim kazanamamışsa bu kazanamayanlar için büyük sorundur. Beş seçim üst üste seçim kaybetmiş olan Baykal için ise sorun değildir. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu türban ve kara çarşafa seçimi kazanmak için taviz verse de kazandığı takdirde Baykalizmi sona erdirir ve CHP eski devletçi ve laik kimliğine geri dönmesine neden olur umuduyla oylarımızı Kılıçdaroğlu'na vereceğiz. Dahası biz Kılıçdaroğlu'nun yolsuzlukları ayyuka çıkmış olan Topbaş yönetiminin ipliğini pazara çıkaracağına yürekten inanıyoruz. Bu yüzden de Sayın Baykal'ın hesapları ne olursa olsun Kılıçdaroğlu'nun kazanmasına tam destek vereceğiz. CHP Genel Başkanlığına aday olmuş olan Şişli'nin başarılı belediye başkanı Mustafa Sarıgül partisinden ihraç edilmiştir. Oysa Mustafa Sarıgül ile birlikte hareket eden Menemen Belediye Başkanı Sayın Tahir Şahin aday olarak yerinde bırakılmıştır. Bırakılmış olmasının nedeni ise onun genel başkanlıkta gözünün olmamasıdır. Peki Esenyurt'un eski belediye başkanı Sayın Gürbüz Çapan nerede? O Baykalizmin affı şahanelerine mazhar olamadı mı? Belde belediyelerinin kapatılmasıyla ilçe belediyeleri de büyük şehir belediyeleri gibi ağır bir yükün altına girdi. Merkezlerde bile başarılı olamayan belediyeler o kadar geniş bir alanda nasıl başarılı olabilecekler? Hani demokrasilerde belirleyici olan halktı. Şimdiye kadar hangi belde halkına siz ilçe belediyesine katılıp ilçenin mahallesi olmak ister misiniz diye soruldu? Ne demokrasisi? Her şey bu ülkede ben yaptım oldu olarak değerlendiriliyor. Bu dayatma karşısında da köylerin köy kişiliğine ait tüm malları büyük şehir belediyesine geçmiş oldu. Köylerin mahalleye dönüşmesi köylülerin yaşam standardını yükseltti mi? Bakın bir beldenin halkından biri ne diyor. Büyükşehir belediyesine bağlanmadan önce suyun tonuna sekiz yüz bin lira ödüyorduk. Şimdi ise bir buçuk milyon lira. Yeni TL ye çevirirsek eskiden seksen kuruş ödüyorlardı. Şimdi ise yüz elli kuruş. Meğer mahalle olmanın bedeli buymuş. Bu gün bir oylama yapılacak olsa tüm köyler ve beldeler mutlaka eski kimliklerine dönmek isterler. Oysa dönemezler. Zira demokrasi yönetilenler için değil, yönetenler içindir. Özcan Nevres www.ozcannevres.com

Özcan Nevres 10.02.2009

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!