Antalya-Monte Carlo paralel kurgusu

90’lı yılların henüz başıydı. Talih oyunları salonları turizmin bir parçasıydı ve hükümetin başının eşine yönelik suçlama gündemde olmadığı için izinli kumarhanelerin kapatılması henüz konuşulmaya başlanmamış, kumar yasal zeminden alınıp, mahalle arasında yeraltına itilmemiş, lüks semtlerde de akıllı binaların çatı arasına yollanmamıştı.

Biz de turizm-casino ikilisi huzur içinde hayatlarına devam ederken, köyünün efendisi olmakla yetinmeyenlerden olduğumuz için, casino ekibi olarak Monte Carlo’daki Casino Fuarı’na hem bilgi ve görgümüzü arttırmak, hem de yenilikleri takip etmek için gitmeye karar vermiştik.

Monaco bu işin mabediydi. Bu sektör yasal ve doğru yolda turizmin hizmetinde kalacaksa, en iyiler, en başarılılar mutlaka yakından tanınmalı, incelenmeliydi.

Kalabalık bir grup yola çıktık…

O günlere dönersem, ilk hatırladığım, grubun büyük bölümü, Nice Havalimanı’ndan Monaco’ya trenle geçip, otelimize yerleşip, dışarıya çıktığımızda şok olmuştu. “Principaute de Monaco” yani “Monako Prensliği” dedikleri, Lara’nın yarısından az büyük, dimdik bir yamacın sınırladığı dar bir alana ustaca sıkıştırılmış bir kasabaydı.

Girişinde nüfus ve rakım tabelası olan, yol üstündeki, bildiğimiz bizim kasabalardan “biraz!!!” farklıydı tabii.

İstasyona gitmek için “toplu taşıma asansörü”ne bindiğiniz, caddelerinde her köşede kamera olan, üst geçitleri yürüyen merdivenli, beyaz belediye otobüsleri ücretsiz, büyük ama topu topu 4 tane olduğunu öğrenince şaşırdığımız filmlere konu edilmiş casino’ları olan değişime uğramış, modifiye edilmiş bir kasabadan bahsediyorum.

Halbuki, Monaco 20. yüzyılın başında fakirleşen bir prenslikti.

O yıllarda, düşmüş, beş parasız kalmış ama hala kuyruğu dik tutmaya çalışıp, burnundan kıl aldırmayan asilzadeler için söylenen, “Bırak yahu, Monaca Prensi işte!” diye bir deyim bile vardı.

Ancak, çok iyi hazırlanmış, tez konusu olabilecek bir PR çalışması ve gelişim-değişim programıyla adım adım Avrupa’nın zenginlik ve ihtişam merkezi oldu.

Bu planlanmış yolun kısa metrajlı filmine bir göz atıp, o dönemi ve yapılanları hatırlayalım…

Baba Prens’in Hollywood yıldızı Grace Kelly ile evliliğini ve ailenin fırtınalı aşklarını, özel hayatlarını gözler önüne sermesi. Her sanat dalında ödül törenleri icat etmek. Para karşılığında dünya yıldızlarını ve “jet set”ini sürekli Monaco’ya çağırmak. Formula 1’i (o dünyanın en yalan etabında) Monaco sokaklarında yarıştırmak, Super Kupa finallerini klasik opera salonu benzeri Luis 16’da oynatmak, toprak kortta büyük sponsorluklar karşılığı Monaco Open’ı düzenlemek. En tanınmış bilim adamlarını bu kurguya dahil etmek için Saray’ın halka açık bölümünde “Cousteau Deniz Müzesi”ni kurmak. Otellerin önüne hava olsun diye saat başı dünyanın en pahalı arabalarını park etmek, imaja katkı olsun diye en pahalı mücevher ve kürk dükkanlarını finanse edip, yan yana dizmek..

Uzatmayalım, bu süreci “marka ve imaj için her yolu, kurallara saygılı ya da bel altı, denemek” diye özetleyelim ve Monaco’yu ziyaretimize geri dönelim.

O zamanlarda bizim de bu senaryonun figüranları olduğumuzun farkında değildim tabii.

Elime kentin her günü organizasyonlarla dolu yıllık program kitabını aldığımda “Acaba Antalya bir gün böyle olur mu?” diye gıpta ve kıskançlıkla kendime sorduğumu hatırlıyorum. Yıllar geçti, gözüm açıldı, tecrübem katlandı ve  bugün her şeyin nasıl bir nakış gibi titizlikle işlendiğini anladım.

Zaman su gibi aktı, Cafe de Paris’de, meydanda soğan çorbası içeli 20 yıl oldu.

Her ne kadar casino’lar kapatıldı ise de üst geçitlerimizde yürüyen merdiven, hatta engelliler için asansör bile var. Sokaklarımızda “mobese” dediğimiz modern kamera sistemi mevcut. Toplu taşıma değil ama, alışveriş merkezlerine hatta pazar yerlerine klimalı araçlarla gidiş geliş ücretsiz. İçeride klasik olmuş, dünyaya açılmaya başlayan, Coppola, Helen Miren ve daha bir çok ünlünün geldiği Altın Portakal Film Festivali’miz var. İsmail Cem Televizyon Ödülleri dağıtılmaya başlandı. Birinci ligde oynatmayı becerebildiğimiz bir takımımız ve eli kulağında yapılacak modern bir stat projemiz var. Dev akvaryum yolda. Teleferik yapıldı. Önce Alanya, sonra Antalya’da triatlon yaptık. Kemer Dünya Ralli Klasmanı’na alındı. Formula 1’i kıl payı kaçırdık. Harika bir pist yapıp, (hatta projesi bir yerlerde hazır olmalı) onu da İstanbul’dan söke söke geri almalıyız. (O zaman “Hata olacak İstanbul tercihi” diyorduk, çok bilenler dinlemiyordu.) Muhteşem otellerimiz var. Unutmadan, Expo bile geliyor.

20 yılda bu noktaya gelmişiz. Eh “fena” sayılmaz…

Tabii ki çok eksiğimiz var, örnek mi? En temeli, Nizamettin Şen Ağabey’in dediği gibi bizde gastronomi eksik. Ağır konuklarımızı ancak otellerdeki şeflerimize hazırlattığımız zorlama mönülerle, mahzende sakladığımız üç beş klişe garanti şarapla ağırlayabiliyoruz. Halbuki, göğüs gere gere dışarıda götürebileceğimiz escargotu, Kobe bifteğini, trüf mantarını, her dem taze ıstakozu mutfağında bulunduracak, şarap listesi  4 sayfadan az olmayacak, en az 10  uluslararası restoranımız olmalı, gerçek turizmden bahsedeceksek tabii… Kimse alınmasın bir tane bile yok.

Olmaması da normal. Bakın, Yaşar Sobutay Ağabey yıllarca Çin Restoranı’nı adeta sırtında taşıdı, taşıyor. Pırıl pırıl, müthiş bir konum, yemekler harika, işin hakkını veren klasik bir sunum da var. Müdür Kemal misafirleri için adeta yerlere kırmızı halı seriyor... Her şey tamam da dışı sizi yakar, içi Yaşar Ağabey’i. Konuyu özele indirgemeyelim, dağıtmayalım da bir örnek de bizden verelim. O kadar işin gücün arasında, yıllarca sırf bu şehirde iyi bir “patisserie” olsun diye pastane işlettik. Para kazanmayı bırak, hep cepten koyduk.  Şimdi de uslanmadık, kaşındık ortaklarımızla Sushico’yu getirdik.

Amaç, biz Antalya aşıkları için, hep aynı: İri bir kasaba olmaktan kurtulup “Turizmin Başkentiyiz!!!” iddiamızın  altını doldurmak.

Kısaca yazalım, kimse de kızmasın, alınmasın…

“Herşey dahil”i bitirmeden ama yanına farklı olanı da koyarak, bugünkü tek düzelikten sıyrılmak gerekiyor. Vazgeçmeden devam etmek şart, gerisi gelecektir inancımızı yitirmeye de hakkımız yok. Şimdilik kabul edelim bizim turizm pastasında krema az, üstünde olması gereken o özel vişne de hala eksik. Bizim yazdığımız turizm senaryomuzda Monaco benzeri süreç henüz yeni yeni kaleme alınıyor, tam hazır değil. Bizler hala inançla ama sabırsızlanarak sahne arkasında sıramızı bekliyoruz.

Yeme içme dedik, gelelim ikinci büyük eksiğimize; saygın markalar. Çakmalardan kurtulup gerçeklerini Antalya’ya taşımamız, onlarla Antalya’yı yan yana koymaya başlamamız gerekiyor.

Üçüncü eksiğimiz Lara Park Projesi. Bu eksikliğimizin giderilmesi için paradan daha zor şeyler gerekiyor. Vizyon.

Fazla uzatmamak için şimdilik bitiriyorum. Uzun uzun yazdım zaten, ileride tekrar döneriz ve konuyu daha da açarız. 

Başarının yolu, resmi ya da özel her kesimin, seçilmişlerin, atanmışların ya da düz vatandaşın, kısaca tüm Antalya’nın kafasını kaldırıp, itişmeden Antalya için, turizm için, sözde değil, özde çalışmasından geçiyor…

Sonuç: Şimdilik uzundan kısa, kısadan uzunuz.

 

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR

Yayın Tarihi
03.05.2010
Bu makale 10166 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!