Orhan Pamuk, Yerli olmayan Yerli(!) sorunu

Orhan Pamuk… Türkiye’nin en ‘ünlü’ yazarlarından biri… 12 Ekim 2006 tarihinde Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak Nobel Ödülü kazanan ilk Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı…

Pamuk, 1983 yılında ilk birincilik ödülü olarak, Orhan Kemal Roman Ödülüne layık görülüyor, ikinci romanı ile 1984 yılında Madaralı Roman Ödülünü kazanıyordu. Bu romanın Fransızca tercümesi de 1991 yılında Prix de la Decouverte Europeenne ödülüne hak kazandı. 1985 yılında yayımlanan tarihi romanı ile 1990/Küreselleşme icadı yılında ABD’de Independent Award for Foreign Fiction ödülünü kazanıyor ve yurtdışında tanınmaya başlıyordu. 2003 yılında İrlanda’nın International IMPAC Dublin Literary Award ödülünü kazanıyordu. Nobel ödülü kazanması öncesinde, ABD’de yayımlanan Time dergisinin 8 Mayıs 2006 tarihli sayısının, “Time 100: Dünyamızı Biçimlendiren Kişiler” başlıklı kapak yazısında tanıtılan 100 kişiden biri yapılıyordu. 12 Ekim 2006’da Nobelli oluyor; ödül kendisine, “kültürlerin birbiriyle örülmesi için yeni simgeler bulduğu için” veriliyordu. Bize yutturulan demokrasi -halkın kendi kendini idaresi- olması palavrası dışında Kral ve/veya Kraliçelerle yaşadığı için Orhan Pamuk ödülünü, İsveç kralı XVI. Carl Gustaf’ın elinden almış bulunuyor. Nobelli olunca da ödül verilmesi yoğun bir sürece sokuluyor; “Avrupa’da Kültürel mirasına büyük katkıda” bulunanlara her yıl verilen Helena Vaz da Silva Avrupa Ödülünün 2014 yılı sahibi Orhan Pamuk oluyordu. Bu ödülün gerekçesinde, Türkiye’nin kültür ve tarihinden yola çıkan(!) eserlerinde, Avrupa kültür ve değerlerini başarıyla ifade etmesi ve onları coğrafi sınırların ötesine taşıması vurgulanıyordu. Bu arada “ödül turuna!” çıkıyor, 2012 yılında, Fransanın en yüksek nişanı olan “Legion d'honneur Nişanı” aldığında, “Osmanlı-Türk siyasi Batılılaşmasının modeli Fransa olmuştur” diyor, yine 2012 yılında Kopenhag Üniversitesi tarafından iki yılda bir “Avrupa kültürüne katkı sağlayan çalışmalara” verilen “Sonning Ödülü” alıyordu. Kopenhag Üniversitesinde düzenlenen ödül törenine Ermeni Diasporası da katılırken, Kürt asıllı şarkıcı Fuat Talay’ın seslendirdiği Kürtçe “Naz Bariadlı” şarkısının ardından Orhan Pamuk’a ödülü sunuluyordu. Ödülü aldıktan sonra kürsüye çıkan Pamuk; “Hepimiz için, Türkiye’de birçok kişi için…Avrupa düşünceler fikirler, sanat ve kültür anlamına geliyor. Avrupa bizi yapandır… Sonning ödülü benden önce olduğu gibi Avrupa kültürüne katkıda bulunanlara veriliyor. Benim katkılarımdan dolayı bana da bu ödülü layık görmüşler.” diyordu. Peşinden de İrlanda’dan,  filozof, siyasetçi ve estet Edmund Burke adına verilen “Burke Madalyası”nı alıyordu! Daha ne kadar “ödül turu!” yapıp, ne aldı bilemiyorum, bilebildiğim son olarak Şubat 2015’de, Aydın Doğan Ödülü alması oluyor. Ödülün gerekçeli kararında, “..Doğu ve Batı kutuplarını ustalıkla bir araya getirdiği..” ifadesine (de) yer veriliyordu….

***

Avrupa için; Avrupa düşünceler fikirler, sanat ve kültür anlamına geliyor. Avrupa bizi yapandır…” veyahutta Avrupa demek, Avrupa’da üretilen, müzik, sanat, tablo, mimari, özgür düşünce, Avrupa felsefesi demektir. Avrupa Birliği benim için hedef değildir, Benim umurumda da değildir. Benim için hedef Avrupa kültürüdür” diyen Pamuk’un, ödüllendirilmesi için roman yazmasına bile(!) gerek bulunmuyor; “..Doğu ve Batı kutuplarını ustalıkla bir araya getirmesi!!/Sentez yapması” zaten asıl gerekçe oluyordu. “Doğu-Batı sorunsalı” denilen “Doğu-Batı çatışmasına’, daha doğru bir ifadeyle de “Eski-Yeni Avrupa’nın Doğu’ya saldırmasına/Doğu’yu teslim alma(!) amacına” katkı veyahutta “Avrupa Kültürünü hâkim kılma amacı için ‘çözüm!” üretiyor” olması, romanlarının neredeyse tüm dünya dillerine çevrilmesi, tekrar tekrar basılması da oluyor!.

Pamuk, ‘Romancılık anlama işidir’ diyordu ama, anladığı ve anlattığı bir bilgi bsözkonusu olmuyor; çünkü, “Bilmediğini Bilmeyenlerden” biri de o oluyor…

***

Nobelli Pamuk, Avrupa’nın Hıristiyan olması, Türkiye’nin Avrupa’da yer alıp almamasının dini şartlara bağlı olup olmadığı konusundaki sorulara cevap verirken, “Benim dinim edebiyattır” diyordu. Din konusunda böyle kalsaydı, -Din tanımının edebiyat olamayacağını bilemeyen bilgisiz, tanrısız biri der geçerdik, ama o BU noktada kalmıyor, “Dinin, Allah’ın varlığı, kitapları, kuralları ve peygamberleri aracılığıyla dünya işlerine ve vicdanımıza seslenen bir faaliyet olmaktan çok, aşağı sınıfların çaresizlikleri yüzünden ilgilendikleri birtakım tuhaf ve kimi zaman eğlenceli kurallara indirgenmesi, onun Batı ile Doğu arasında tuhaf bir müzik ve mantıkla gidip gelen bizim günlük hayatımıza kabulünü kolaylaştırıyordu.” diyordu ki, bu noktada da cevabımıza muhatap oluyor; çünkü, cahiliyetini/bilgisizliğini ortaya koyuyor.

Romancılık/Yazarlık anlama işidir” diyordu da yazar insan olduğu için soru ve sorun şu oluyor: Kişinin ya da Yazar’ın (da) anlaması gereken şey ne oluyor? Ya da şöyle sorarsak: Kişi/İnsan tanımı “Bilen varlık” da olabileceğine göre yazar/kişi neyi bilecektir, bilmesi gereken şey nedir?

Bu noktada karşımıza, insanlığın en eski/eskimeyen sorusu çıkıyor.

-Nereden geldik nereye gidiyoruz?

 Demek ki de insanoğlunun bilmesi gereken en önemli şey, yaşadığı ekosistemin; haliyle de   kendisinin nereden gelip nereye gittiği(?) oluyor.

Bunun için de varoluşunu bilme-kavrama-anlaması gerekiyor…

Romancılık/Yazarlık anlama işi” ise, ilk anlaması gereken şey “Varoluşunu bilme” eylemi oluyor.

***

Peki de “Orhan Pamuk’un dini olan edebiyat” kendisine bunu anlatabilir mi?

Orhan Pamuk’a bunu anlatamadığını, Pamuk’un düşüncelerinden-eserlerinden(!) zaten bilebiliyoruz. Daha genel ifade edersem de bugünkü edebiyatın-edebiyatçıların/Kişilerin anlaması-bilmesi gereken bu esas sorunun cevabını bilemedikleri; “bilgisizlikleri sebebiyle” anlamadıklarını, anlatamadıklarını da görebiliyoruz.  

İnsanoğlunun en eski sorusuna din sadece o olan İslam’ın verdiği cevabın, Yaradılış olduğu; Bir İLK/Ön Bilgilendirme olmadan” ilk bilgi’nin, haliyle de insanoğlunun uygarlığının ortaya  çıkamayacağını” ise  bilebiliyoruz.

Bir bilim yazarı da olarak belirtirsem de 20-21’inci yüzyılın bilimsel gelişmelerinin, insan dahil, kâinatın içerisindeki her şeyin Yaradılmış olduğunun “deneyselleştirip kesinleştirilmiş” olduğunu da bilebiliyoruz.

Hâl böyleyken, bu durumda -Orhan Pamuk için (de)- din, edebiyat olabilir mi?

El cevap…

Din, insanüstü olan da demek olduğuna göre edebiyat denilen olgu din olamaz

Peki ama Orhan Pamuk, dininin(!) edebiyat olmasını isteyemez mi?

Bir odun veya ağaç vb… bile kişiye din(!) olur, kişinin tercihi bu olursa…

Buna kimsenin bir itirazı da olmaz, olamaz.

Fakat böyle bir hurafeye de “kişin fikridir deyip” asla saygı duymam. Çünkü, bilimsel akıl yanlışa asla saygı duy(ur)maz; hurafelere itibar ettirmez, ben de etmiyorum.

***

İmdi şu soruya cevap ararsak, “İslam’ın olmadığı/önermediği edebiyatgerçek gerçeği/doğruyu anlatabilir mi?

Hiç şüphesiz ki anlatamaz…

Anlatamaz çünkü, bıraktık bir kâinat ortaya çıkarmasını, gakalsiler-galaksimizi, güneş sistemimizi, yaşadığımız ekosistem dünyamızı inşâ etmeyi, yeryüzünde insanoğlunun medeniyetinin başlaması için mutlaka gereken “İlk bilgi’yi” ortaya çıkaramaz. Tanrı sadece O olan Allah(cc.)’ın, peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği “bilgilendirme olmazsa” yeryüzünde  “İlk bilgi”nin ortaya çıkarması da açıklanamaz…

İlk Bilgi “Ot” değil ki yerden bitsin! Zaten yerden bitmesi de yetmez ki “Ot” demek için bile “İlk bilgi/Ön bilgilendirme” olması gerekiyor. Herşeyin kökeni “Su” olduğu için de ya “Suyu da Tanrı yarattı” denilecek ya da “Su da yerden OT gibi bitti” denecek…

Geldiğimiz bu nokta, başka bir cevabı olamayacağı için de “Yaradılış” demek oluyor; roman ya da edebiyat vb.. “Boşsözdepoculuğu değildir” demek de mümkün olabiliyor. Böyle olunca, da ortadaki edebiyat da olanın, “Sahte edebiyat(vb..)” olduğu da algılanabiliyor.

İşte, sözkonusu bu sahtelik, “Sahte roman-edebiyat vb…”, insanı kendi gerçek gerçeğinden uzaklaştırıp, “başka bir kimliği kendi kimliği gibi” yaşatabiliyor. Yaşanan bu olunca da “Kişi/insanlık, “Vahşi Batı’nın/gerçek dışılığın/Gerçek kültürün önüne, gerçeğe uymayan gerekçelerlekadavra gibi uzatılıyor!

***

Konuya Nobelli Pamuk özelinden baktığımızda; “Ne babaannem, ne de ondan sonraki kuşaktan amcalarım, yengelerim, babam, annem, bir gün bile oruç tutmazlardı ama Ramazanlarda iftar saati, oruç tutanların iştahıyla beklenirdi. Akşamın erken bastırdığı kış günlerinde babaannem misafirleriyle poker ya da bezik oynarken, iftar bir çeşit fırında ekmek ve çay saatine dönüşür, kâğıt oynarken sürekli bir şeyler atıştıran bu yaşlı ve neşeli kadınlar iftar saati yaklaşırken tıkınmayı bırakır, oyun masasının yanına, dindar bir zenginin konağında görüleceği cinsten, çeşit çeşit reçelli, peynirli, zeytinli, börekli, sucuklu bir iftar masası özenle kurulur, radyoda iftar saatinin yaklaşmakta olduğunu sezdiren ney çalarken babaannemle misafirleri, sanki sabahtan beri açmışlar gibi sabırsızlıkla “Daha ne kadar var” diye sorarlar, top atıldıktan sonra da, aşçı mutfakta bir şeyler yesin diye bekledikten sonra kendileri de hırsla yemeğe başlarlardı. Bugün bile, ne zaman radyodan ney sesi işitsem ağzım sulanır.” açıklamaları geldiği çevreyi, kendini kandırmayı, esasta da bilgisizliği  gösteriyor. “Camiye ilk götürülüşüm, din ve İslâm konusundaki temel önyargımı doğrulamaya yaradı. Resmî gezi değildi bu: Evde kimseciklerin olmadığı bir öğleden sonra, hizmetçi kadın Esma Hanım, ibadet aşkından çok, evde canı sıkıldığı için kimseden izin almadan beni camiye götürdü. Teşvikiye Camii’nde, Nişantaşılı zenginlere hizmet eden hizmetçiler, aşçılar, kapıcılar ve arka sokaklardaki küçük dükkân sahiplerinden yirmi otuz kişilik bir kalabalık bir ibadet havasından çok, bir dayanışma ve arkadaşlık ruhuyla halılara oturmuş, namaz vaktini beklerken fısıltıyla dedikodu yapıyordu. Onlar namaz kılarken aralarında gezindiğimi, caminin kuytu köşelerinde koşturup bir şeyler oynadığımı, kimsenin de beni azarlayıp durdurmadığını, hatta cemaatteki pek çok kişinin, çocukluğumda hep olduğu gibi, bana tatlı tatlı gülümsediğini hatırlıyorum. Dinin yoksullara ait olduğunu bir kere daha öğrenmiş, ama gazetelerdeki karikatürlerin, evdeki Cumhuriyetçi havanın aksine dindarların zararsız kişiler olduklarına hükmetmiştim.” açıklaması da “beslenilen iklimi”; tabii ki de bilgisizliği gösteriyor. Din/İslam olan’ın sadece yoksullara değil, zenginlere de geldiğini; hatta zenginlere fakirlerden çok daha fazla -zekat gibi- sorumluluk yüklendiğini de bilmiyor.

Bilgisizliği o kadar fazla ki, “Ama bu insanların saf ve iyi yanlarıyla, inandıkları şeyler arasında bir çelişki olduğunu, bunun da modernleşme, Avrupalılaşma ve kalkınma gibi büyük tasarıları zorlaştırdığını, evin içindeki küçümseyici havanın zaman zaman otoriter bir öfkeye dönüşmesinden anlardım. Bizler yalnız mal mülk sahibi olduğumuz için değil, Batılılaşmış ve “pozitivist” olduğumuz için de hükmetme hakkına sahip olduğumuz bu “cahil” insanların tuhaf itikatlarına fazla bağlanmalarına yalnız kendi çıkarlarımız için değil, memleket çıkarları için de şiddetle karşı çıkmalıydık...” derken, gerçek modernleşmenin-medeni olmanın Avrupalaşma olmadığını, İslamlaşma olduğunu; Avrupa için kalkınma denileninin, Afrikalı, Kuzey-Güney Amerikalı fakirlerin altın, gümüş, elmaslarının (Avrupalı denilenlerce) çalınması, kan ve gözyaşı da yaşatılması olduğunu da akletmeyi beceremiyordu. Karşı çıktığı şey, çocukluğunda büyüklerinin karşı çıktığı şey oluyor. Öyle olunca da Avrupa kültürü olarak tanımladığı kültürsüzlüğe halkımızı “yükseltebilmek!” için romanlarıyla sentezi; “bizim biz olarak kalmamamızı öngörüp” ödül avcılığı yapıyor!

***

Pamuk, İnanç ahlakımızı inanç, iman ve alçakgönüllük sorunu olarak görmesini, ilkokul öğretmenini bugün bile ‘tatsız ve otoriter’ olarak hatırlamasından, namazı ise bir düdükle yapılan jimnastik gibi, orucu da Batılı kadınların perhizi gibi görmesinden de anlaşılabiliyor: “…çocukluğumda dinin emirlerine boyun eğdiğim zamanlar oldu. İlkokulun son sınıfındayken mesela, gözüne girmekten pek hoşlandığım, bir gülümseyişiyle mutlu olup, kalkan bir kaşıyla dertlendiğim-ve şimdi de pek tatsız ve otoriter olarak hatırladığım-bir öğretmenim vardı. Bu beyaz saçlı, asık suratlı yaşlı kadın “dinimizin güzelliklerini” benim hissettiğim ve korktuğum gibi bir inanç, iman ve alçakgönüllülük sorunu olarak değil, bir akılcılık ve faydacılık estetiğiyle sınıfa heyecanla anlatırdı. Ona göre Hazreti Muhammed orucu, nefsine hâkim olmak kadar, sağlığa iyi gelen bir “perhiz” olduğu için de o kadar önemsemişti. Ondan yüzyıllar sonra güzelliklerine düşkün şimdiki Batılı kadınlar perhizin ne kadar hayati bir şey olduğunu yeni keşfediyorlardı. Namaz da zaten kan dolaşımını arttıran, gövdeyi zinde tutan bir çeşit jimnastikti. Günümüzde her gün milyonlarca Japon yazıhanelerinde, fabrikalarda bir düdükle çalışmayı durduruyor, tıpkı namaz kılar gibi, beş dakika jimnastik yapıyor, sonra gene işlerine dönüyorlardı. İslâm’ın bu yararcı ve mantıkçı sunumu, içimdeki küçük pozitivistin gizli gizli beslediği iman aşkı ve fedakârlık ruhuna uygun düşünceyle, bir Ramazan günü, ben de oruç tutmaya karar verdim. Bunu öğretmenimizin etkisiyle, onun hoşuna gitmek için yapıyordum ama ona söylemedim. Anneme kararımı söyleyince onun biraz şaşırıp, biraz sevinip, biraz da endişelendiğini gördüm: Dinî hiçbir alışkanlığı olmamasına rağmen annem aramızdaki en “ne olur ne olmaz, inanayım bari”ciydi, ama gene de oruç tutmanın Batılılaşmamışların bir alışkanlığı olduğunu biliyordu. Konuyu ağabeyimle babama hiç açmadım bile. İçimdeki iman aşkı, daha ilk orucumu bile tutmadan utanıp saklanması gereken bir şey haline gelmişti. Yaşlı öğretmenimden edindiğim dinî görevler konusundaki pozitivist belagat da ailedeki sınıfsal simgeler konusundaki hassas, şüpheci ve alaycı duyarlılık ve söylem karşısında daha ortaya çıkmadan yenilgiye uğramıştı. Orucumu kimselere çaktırmadan, övünmeden, herhangi bir “aferin” beklemeden tuttum. Belki de annemin on bir yaşındaki bir çocuğun oruç tutmasına gerek olmadığını söylemesi gerekirdi bana…” dese de bir ağabeyi(!) olarak bugün bendeniz ona, Bilmediğini (bile) Bilmediğini söylüyorum; yaptığı “Kültür/bizi biz yapan kimlik” ile “Kültürsüzlük/Sahte kimlik-kimlikdışılık”  örmesinin/sentezlemesinin dışında “bizi biz gibi anlatsın da görelim”, bakın o zaman verilen ödüller nasıl da geri geri toplanıyor!.. 

***

Orhan Pamuk 7 Aralık 2006’da, İsveç Akademisi’nde “Babamın Bavulu başlığı altında hazırladığı Nobel konuşmasında; “Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana…Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum…çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış, Paris'e gitmiş, otel odalarında başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum…Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını….otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı…Paris'e gitmiş…yazdıklarını Türkiye'ye geri getirmişti.. Bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım…babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki değildi, ya da benim hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses.” diyordu.  Farkındalık yaşayamadığı -kim ne olduğunu bilemediği- için, babasının şahsında anlattığının aslında, “kendisini anlatması” olduğunu, “kendisinin de hakiki olmadığını kendine anlatması” olduğunu idrak edemiyordu. Kapayıp kaldırdığı babasının bavulu ya da yazıp ödüller aldığı eserler(!) içinde kendisini taşımıyor. Kendi kokusundan hoşlanması gerekirken, yabancı ülke kokusundan hoşlanmasının, asimile olması, “Kendi/öz bavulunu taşamadığı için kendisine/Özü’ne yabancı olduğunu göremiyor. Gerçeğini bulamadığı için de huzur da bulamıyor.

***

Nobelli Pamuk, “Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir…Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum…edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir…Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim dünyam.. Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık…” diyerek de Bilmediğini Bilmediğini delillendiriyor.

Bugünkü boşsözdepoculuğu dediğim edebiyat, diğer dallar gibi, toplumunu, toplumları değiştirmek, dönüştürmek için kullanılıyor. Edebiyat tanrı mı ki insanı insana anlatan şey oluyor. Yukarıda sorduk ya önce yeryüzündeki “İlk bilgi” nasıl ortaya çıktı(?) sorusunu açıkla, sonra tanrıcılık oyna! Buna yapmadan, -Ben tanrıyım dememek gerektiğini de bilmiyor…

Gerçek edebiyatı, “Orhan Pamuk gibi, dini edebiyat zannedenleranlatamayacağı gerçeği bir tarafa, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bugünkü edebiyatçılar da anlatamaz; anlatamıyor. Edebiyat adına ortadaki “Sahte Edebiyata/Kültürdışılığa”  “ölçü/örnek” olarak, edebiyatta gül ve bülbül aşkı denilen şeyin “gerçeğini” anlattığım, “Bülbüller hep gider, güller hep solar ama..” başlıklı yazımı, miras bırakmış bulunuyorum.

Süleyman Nazif’’in; “Allah’ın Şehitleri olduğu gibi şairleri de var” dediği Mehmet Akif Ersoy rahmetliyi hariç tutarsam, yapılan işlerde “Allah’ın ilmi olan genel bilimdalları üzerinden” bakıp eser ürete(bile)n pek yok, göremiyorum; her türlü Boşsözdepocusuna, “Kur’an’dan alıp ilhamı asrın idrakine söyletin İslamı” vasiyetini bize/Asım nesline miras bırakan Mehmet Akif olmuştu; yaşadığım zaman diliminde bendeniz, “Bilmediklerini Bilmeyenlere”  bunu da öğretiyorum!

Yerel yerel(Milli-Dini)dir, diğeri ise “Yerli Olmayan Yerli(Kendine/Özü’ne Yabancılaşme örneği-Didon kafa, Başkasının bavulunu kendi bavulu zanneden)” oluyor diyerek de…  

***

Ülkemizde Keriman Halis veya Nobel ödüllü Pamuk, Fazıl Say olmak vb… çok kolay! İnsanının kimliğini Sök, sonra ona başka bir kimlik(sizlik) Ör, peşinden geliyor hep ödüller, geçmişine bak da gör!.

Kimliğim eyvahNobelli ve/veya Nobelsiz(Hacılı hocalı, siyasili, prof.lu, yazar değil yazan olanlar, türban taşıyanlar vb… tarafından da)- bir çorap gibi sökülüyor

 

http//www.ahmetmusaoglu.org

Yayın Tarihi
22.02.2015
Bu makale 760 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!