Şehr-i Kadim?

Antalya haritası ortadan katlanırsa, ortada kalan İl merkezinin sağında kalan, doğudaki en eski ilçeleri, kıyıda Alanya, toroslardaki Akseki’dir. Batı ilçelerinin en eskileri de, kıyıda Finike, dağlık bölgede Elmalı olduğu görülür. Elmalı yakınlarındaki Korkuteli Nahiye iken, 1913 de Kaza olmasına rağmen, yaz aylarında yüz bine yaklaşan nüfusu, mantar üretiminin başkenti konumuyla gelişme kaydetmiş, kıyıdaki Kemer ve Kumluca çok yakın zamanlarda ilçe teşkilatına kavuşmuşlar; birisi turizmde kendisinden söz ettirmiş, diğeri de seralarında ürettiği sebze türü ürünleri büyük kentlere, hatta yurt dışına ihraç eden genç ilçelerimiz olmuşlar. Aksekimizin yer aldığı doğu kanadında da gelişim farklı değil. Yakın zamanda ilçe olan Serik, Manavgat ve hatta Gazipaşa turizm gelirlerini arttırmışlar, göç alan kentler konumundalar.

Bizler, kış aylarında veya sürekli olarak Antalya’da yaşayan Aksekililer ve Akseki dostları, her ayın ilk Cumartesi toplantılarında oluşan istekler doğrultusunda, dost ve yakınlarımızla Akseki’yi tanıtma gezisini iki kez gerçekleştirdikten sonra, bu kez de, “harita simetriğimiz” en eski Antalya ilçelerinden Elmalı’yı ziyaret edelim dedik. 30 Nisan 2017 Pazar günü, Derneğimiz Şubesi Başkanı Sn. Alaattin Eraydın’ın, daha önce görev yaptığı yer olması ve eşi Ayşe Hanımın da memleketi olmasının ayrıcalığından öte Elmalı Belediyesi Kültür Müdürü Sn. Durmuş Altan’ın ilgileri ve rehberliği ile muhteşem bir gün yaşadık. Aksekimiz gibi, eski ilçelerimizden olan, yozlaşmayan, mümkün olduğu kadar korunmaya çalışılan mimarî dokusunu ve toplumsal yaşamını yakından gördük; gördüklerimizden  esinlenilmesinde yarar bulunduğu için de bu mütevazı yazıyı kaleme alıyorum. Umarım sıkılmadan okuma sabrını gösterirsiniz.

Korkuteli’yi duble yol ile kısa sürede geçtikten sonra Elmalı’ya ulaştık. Rahat bir yolculuğu gerçekleştiren, 43 kişilik otobüsümüz, görkemli Elmalı Müzesi’nin önünde park etti. Merdivenlerde bizleri karşılayan genç Kültür Müdürü;  müzenin arkasındaki açık hava müzesini gördükten sonra, üst katlara  çıkacağımızı  söyledi. Lidya mezarları ve anıtlarının yanındaki, bizim yöremizin hatıllı duvar benzeriyle yapılmış, arı kovanı serenlerini anlattı ve Belediyece “kara kovan balı” üretilerek, markalaştırma çalışmalarına başlanıldığını söyledi. Müze’de ilgimizi çekecek eserlere doğru hep beraber yürüdük. İsa’dan Önce üç bin-iki bin aralığında bölgede yaşayanların, ölülerini büyük küplerde defnettiklerini gösteren “Semahöyük küp Mezarları” içlerindeki iskeletlerle birlikte, müzenin bir odasına taşınmış, ışıklandırılmıştı. “Yüzyılın Definesi” olarak bilinen, ABD’ye kaçırılan Elmalı Sikkelerini gördük; açıklamaları dinledik. Yörede yaşayan Lidya’lıların mezarları ve ilginç mezar odalarını, duvar betimlemelerini de anlatan Rehberimiz, çoğumuzun duymuş olduğu Ksanthos Kaya Köylülerinin tutsak olmaktansa hep birlikte yaşamlarına son vermeleri olayının iki kez yaşandığını, doğudan gelen işgalci Pers ordularının ayrılmasından sonra, bölgedeki irili ufaklı kent devletlerinin, hep birlikte “zafer sikkesi” bastırdıklarını da anlattı. Demokrasi uygulamasının ilk kez Yunanistan’da görüldüğü söylenir; ama, ilk demokrasi uygulamaları bu yörede, Ksantos’da başladı, diyen Rehberimiz; “Kent arenasında toplanan yurttaşlar, özgür düşünceleriyle, kendi kararlarını doğrudan alırlar ve hatta her yıl, yeni yöneticilerini seçerlerdi.” dedikten sonra,”Türkler, Ortaasya’dan 1071 de, Malazgirt’ten sonra geldi, deniliyor; ama, müzede resmini gördüğünüz, fildişi çocuklu kadın heykelindeki giysi, günümüz Türkmen kıyafetlerine uygunluğunu görünce, Anadolu’da, çok önceleri, Atatürk’ün –Güneş-Dil- teorosinde işaret buyurduğu çalışmaların yoğunlaştırılması gerektiğine ben de inanıyorum.” diye konuştu.

Ziyaret sırası, kendilerini “okuma-yazma bilmeyen-cahil “ olarak tanıtmak için, isimlerinin önüne “Ümmi” sıfatını koyarak, büyük bir tevazu örneği veren, ermiş din bilginlerinin türbelerini ziyarete gelmişti.  

Sinan-ı Ümmi…

 16.Yüzyılda yaşadığı bilinen, Türk İslâm şairi, mutasavvıfı, müderrisi Sinan’ın dizeleri, türbe giriş kapısının solunda yer alıyor. Yunus tarzında, günümüzde de anlaşılan şiirlerinin yanı sıra, divan edebiyatımızda yer alan,  Divan-ı İlahiyat, Kutb-ül Meani adını verdiği aruzla yazdığı eserlerinin de Sinan’ın ününe ün kattığını söyleyen Rehberimiz, ermiş kişinin kerametlerini ve rivayetlerini öyle akıcı ve şiir gibi bir anlatımla dile getirdi ki, hepimiz can kulağıyla dinledik.

Anlatılana göre, öğrencisi Mısri Niyazi’nin ünü, Hocasını geçmiş; ilminden ve ışığından yararlanmak için, birçok dergâha, tekkeye uğrayan genç Niyazi, bir türlü arzuladığı, kapısında kul olacağı alimi bulamamış. Bu arada, ilginç bir rüya görmüş. Düşünde ibrik kalaylayan kişi, ibriği boydan boya ikiye bölüp, içini de kalayladıktan sonra dışını kalaylıyormuş. Niyazi, Sinan’ın dergâhına uğradığında; “Sen ibriği nasıl kalaylarsın?” sorusunu kendisine soran Sinan’ın eline sarılır, müridi olur; ama, dergâhta uzun süre kalmaz, dönüp-dolaştıktan ve aradan yıllar geçtikten sonra Hoca’sını tekrar ziyaret eder. Aylardan Ramazan ayıdır; Sinan kendisine bir somun ekmeği verir.  Elmalı Büyük Camisinde oruçla ilgili, uzun ve ayrıntılı bir vaaz vermesini, sonunda da Cami şadırvanının önüne gelip, orucunu bozmasını ve somunu yemesini emreder; kendisini dinleyecek dört müridi  ile birlikte dergâha dönmelerini ister.

Sinan’ın emri, aynen uygulanır; ancak, biraz önce orucun farzını anlatan Hoca’nın orucu bozduğunu gören halk, Niyazi’yi linç etmek ister. Beraberindeki dört müridin korumasında, dergâha ulaşan topluluğu karşılayan Sinan, orucu bozan Niyazi’nin kefareti olan 61 günlük orucu çilehanede çekeceğini söyleyerek, kalabalığı dağıtır. Çilenin sonunda, kefaretin yeterli olmadığını söyleyen Sinan, 40 gün daha sürmesini emreder. Yaşamını sürdürecek kadar su ve ekmekle yetinen Niyazi’ye seslenen Sinan, kırk gün sonunda, öğrencisinden cevap alamayınca, çilehaneden çıkartıp, azar azar yiyecek ve su ile beslenmesini emrettiği öğrencisini, ermiş ve olgunlaşmış bir mürit olarak uğurlar.

Mısri Niyazi’nin, yakın tarihimizi de ilgilendiren bölümünün daha da ilginç olduğunu söyleyen Rehberimiz, kahramanımızın büyük bir hitabet yeteneği olduğundan söz ederek, ününün Osmanlı Payitahtına dek uzandığını da anlatıyor. Osmanlının son dönemlerinde, kendi ikballerinden endişe duyan yetkili ve etkili kişiler, Mısri Niyazi’yi, ayağı prangalı olarak Limni Adasına sürerler. Bu olaya çok üzülen alim ve ermiş kişi; “Beni ayağımdaki prangaları çıkartmadan defnedin.” diye vasiyet eder; “Bana bu zulmü lâyık gören Osmanlı’ya Yaradan öyle bir kazık çaksın ki, yedi düvel çıkaramasın.” diye de beddua eder. Osmanlı’nın sonu olan mütarekenin imzalandığı, İngiliz Agememnon Gemisinin Limni Adasının Mondros Limanında demirlediğini de belirten Rehberimiz, arkasından yurdumuzu paylaşma koşullarını da,  Sevr’i  de getirecek olan, Padişahın onayladığı anlaşmanın “Mondros Müterakesi” olarak anıldığını söylemesinden sonra,  biz dinleyenler de, “Henüz O kazık, çıkartılabildi mi, acaba?” sorusunu sorduk, birbirimize…

Vehhab-ı Ümmi Türbesi…

Sinan’dan daha önce, 16.Y.Yılda yaşayan Vehhab-ı Ümmi’nin, oldukça zengin divanı, Halk Kütüphanesi El Yazması eserler arasında bulunmaktadır. Türbesini, Sinan-ı Ümmi türbesinden sonra ziyaretimizin nedeni de, Elmalı’nın en yüksek yeri olan Pınarbaşında olmasından kaynaklandı. Türbenin yanında, buz gibi suyu olan çeşme bulunmaktadır. Çile çekerek olgunlaşmayı ilke edinen“Halveti Tarikatı”nın kurucusu olan ermiş kişinin kerameti de, kentin üzerine doğru yuvarlanmakta olan devasa kayanın durması için, müritleriyle birlikte yakarmasıyla, önünde hiçbir engel olmamasına rağmen, kaya kütlesinin asılı kalması rivayetidir ki, halk bu kayayı, “Zincirli Kaya” adıyla anmaktadır.

Elmalı Belediyesi, türbelerin bulunduğu cadde ve sokaklardaki uygulamalarıyla, 2016 yılı Akdeniz Belediyeler Birliği Proje Yarışmasında Birinciliği kazanmış. Hayranlıkla izlediğimiz bu çalışmaları, Belediyenin grubumuza tahsis ettiği midibüs ile gezip gördükten sonra, Atatürk’ün istekleriyle Kutsal Kitabımız Kur’an’ı 12 yılda dilimize çeviren M.Hamdi Yazır’ın yaşadığı evi,, günümüzde Müze konumunda ; ziyaret ettik. “Elmalılı Hamdi” olarak tanınan din alimi, maketiyle, sanki canlıymış gibi, çalışma masasının önünde durmaktaydı. Yakınındaki,  klasik kent mimarisine uygun inşa edilmiş, orta sahanlıktaki boşluktan alt katların göründüğü,  dört katlı Konuk Evi’nin çatı katında, yöresel yemeklerin, self servisle sunulmasından sonra, kartvizitimiz niteliğindeki dernek flamamızı ve Dergilerimizi bırakarak bu güzel yapıdan ayrıldık.

 

 Ketenci Ömer Paşa Camisi…

Kentin ortasındaki bu görkemli Camiyi, Manavgatlı Ketenci Ömer Paşa, ders aldığı Elmalı’da yaşayan  hocasına duyduğu minnet duygusuyla yaptırmış. Geniş kubbesi, dört tarafındaki,  sütun görevini de üstlenen duvarların üzerinde duruyor. Yıldırm düşmesi nedeniyle yıkılan minaresinin, 1942 de ilçeye gelen Mareşal Fevzi Çakmak’ın emirleriyle onarıldığını da öğrenerek, yakınındaki Bakırcılar ve Leblebiciler Çarşısından alış veriş yaparak ayrılıyoruz.

Likya Şarapları…

İlçenin iş çevreleri, yatırımcıları da ekonomik gelişime katkı sağlayan girişimlerde bulunmuşlar. Soğuk Hava Depolarının yanı sıra, ilçenin raf ömrü uzun “Margaz Üzümü” nün yanı sıra, günümüzün şarapçılığında öne çıkan, “Öküz Gözü, Boğazkere, Papaz Karası, Marlot…vb.” türlerle bağlar kurmuşlar. “Likya” adını verdikleri şarap fabrikasında ve bağlarında yüzlerce kişi çalışmakta.  Ziyaret ettiğimiz fabrikanın satış reyonundaki, yörenin antik adlarını taşıyan70 cl.lik şişelerde pazarlanan ürünler, 15 Lira ile yüz lira arasında fiyatla satılıyor. Ham maddesi bir litreyi geçmeyen şıra olan şarabın maliyeti ile, 8-9 kilo üzümden ancak yapılabilen bir kilo pekmezin meşakkatli üretimi, oldukça düşündürücü değil mi…

Abdal Musa Türbesi…

Gezimizin son durağı, Tekke Köyündeki, Abdal Musa Dergâhı oldu. Bizi burada da yalnız bırakmayan Kültür Müdürümüzün anlattıklarına göre, Hacı Bektaş Veli’nin amcasının oğlu Musa, tevazu ve alçak gönüllüğünü, adının önüne “Abdal” eklemesiyle göstermiş.  Yine rivayete göre, Alanya Beyinin oğlu “Kaygusuz” ava meraklı bir gençmiş. Bir geyiği okuyla vurmuş ama, avını bir türlü yakalayamamış; arkasını takip etmiş; ta ki, Abdal Musa’nın dergâhına kadar…  Abdal Musa koltuğunun altından çıkardığı oku göstererek; “Aradığın bu muydu? dediği sahnenin büyük tasviri, dergâhın girişini kaplamakta.

Alanya Beyi, oğlunu defalarca çağırmasına rağmen gitmediği, O’nun “Kaygusuz Abdal” adıyla yazılmış, günümüzde de, beğenilerek okunan şiirleri olduğu biliniyor.

Türbenin bitişiğindeki, giriş kapısı üzerindeki, görkemli Atatürk maskı bulunan “Bayram Kaya Parkı”  da, geniş alanıyla, mekâna piknik yeri niteliği kazandırıyor.

Abdal Musa’nın bir kerameti de, yörede su sıkıntısı çeken, Gömbe köylülerine, “Yaradan’dan su niyazında bulunacağım; ama, üretiminizden dergâhıma da pay ayıracaksınız.” der. Asasını yere vurur, yöre bol suya kavuşur; ama köylüler sözünde durmaz, dergâha pay vermezler. Bunun üzerine; “Yazın içilmesin, kışın geçilmesin.” bedduasından sonra, suyun yazın Finike tarafına aktığı, kışın da ulaşımı aksatacak kadar, coşkun sele dönüştüğü görülmekte imiş. Abdal Musa’nın, yürüyen dağı durdurduğundaki kolunun ve kayalar üzerindeki ayak izinin de, demir parmaklıklarla çevrili olarak korunduğunu gördük.

Rivayetleri ve kerametleri, yöresiyle ilgili dizeleri şiirsel bir anlatımla bizlere nakleden, Yüksek Öğrenimini Arkeoloji ve Coğrafya dallarında yapan, Değerli Kültür Müdürüne ve gezimizin her anını görüntüleyen Hanımefendiye teşekkür ve minnet duygularıyla veda ederken, Yaz aylarında gerçekleşeceğini umduğumuz “Akseki Festivali”ni onurlandırmaları dileğinde de bulunduk.

Dönüş Yolu…

Sanyorum ki, dönerken bir çoğumuz, değişik duygular içinde kendimizi sorguladık. Elmalı’nın  doğal ve kültürel değerlerine sahip çıktığı gibi, bizlerin de ilgilenmeye muhtaç değerlerimizi sıralamanın, yazımızın Köşe formatını aşacak bir boyuta ulaşacağı için, başka bir yazı konusu olabileceğini düşündük. Ve kısaca değinmekle yetindik. Hani; “Herkes ölü evinde ağlar da, kendi ölüsüne ağlar.” Sözü var ya, “Bizim Hamdi’mizin, Ahmet Hamdi Akseki’nin” gece rüyamıza girmesini mi bekleyelim. Akdeniz Üniversitesinin belirlediği yerde kurulacak, “Fatin Gökmen Gözlem Evi ve Müzesi” bir hayal mi? Cumhuriyet tarihimizin en özverili, milletvekilinin binlerce kitaplarından oluşan kütüphanesini, oğul Abidin Bey’in,Diyanet İşleri Başkanlığına taşımasından, haberi olan var mı?  Rasih Hoca’nın,  adına bir müze kurulmasına uygun olan Akseki’deki, Hüsamettin’deki evleri ne durumda? Ünlü Sadrazamın adını taşıyan, 25 bin kitap koleksiyonlu, dört katlı kütüphanesinin hizmetlisinin bulunmadığından, tek memurla görev yapmaya çalışıldığından bilgimiz var mı?

 Balkanlarda, Galiçya’da,Trablus’ta,Yemen’de,Çanakkale’de,Kurtuluş Savaşında savaşmış çok sayıda gazimizi, şehidimizi anacak bir müze kurma fırsatını niçin değerlendiremedik?

Selçuklu Sultanlarını Başkent Konya’dan Alanya’daki kışlık saraylarına ulaştıran  yollar, Osmanlı ve Cumhuriyetimizin ilk yıllarında da, ilçemizi dış dünyaya bağlayan kervan yolları olmuş. Bu yolun denize ulaştığı yerde, tüm bu kıyıdaki arazilerin tapularını Büyük Atatürk’ün Aksekili gazi ve şehit ailelerine tahsis ettiğinin onurunu yaşamak ve gelişmelerin belgelenmesi gerekmez mi?   

Cumhuriyet ve İnkılâp Tarihimizde, 1927 tarihli AKSEKİ TİCARET BANKASI’nın müzelik koleksiyonu, Bankanın kurucusu Hasan Fehmi Bey’in frağını, güve yemeden, (M.Hamdi Yazır’ın ki gibi), bir maketine giydirip, Bankasının Riyaset Masasının önüne oturtmak, bizim kuşağa düşen bir görev olmalı…

Elmalı Belediyesinin, tanıtım amaçlı çok sayıda broşürünün üzerinde “Kadim Şehir” yazıyordu. Ben de, yazımın başlığını, anlatılanlara uygunluğu nedeniyle, Osmanlı isim tamlamasıyla, “Şehr-i Kadim.” olarak belirledim. Umarım yadırganmaz.

Sürç-ü lisan ettiysek af’ola… Saygı ve sevgilerle…

Yayın Tarihi
31.05.2017
Bu makale 2111 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Sayın Hüseyin Akkaya okurumuzun duyarlığına ve ilgilerine teşekkürler. Yazımızda adı geçen, Likya ve Lidya devletleri konusunda da, uyarılarında haklılar. Ben de, Sanat Tarihi okutan bir resim öğretmeni olarak, bildiklerime bir daha göz attım. Halk arasında, "Karun Kadar zengin" deyiminin ülkesi Lidya'nın, Başkenti SART (Sardes) idi; tarihte ilk altın-gümüş parayı basan ülke olarak da bilinen Lidya, söz konusu kaya mezarlarını da içine alan bir coğrafya idi. Ege Bölgesinin yanı sıra, Batı Akdeniz Bölgesini de kapsayan, Likya ya göre daha büyük bir coğrafya'ya hükmediyordu. Kuzeyde Troya'yı da içine alan, Symirna, Efes, Milet, Halikarnas ile birlikte Antalya Körfezini de kapsayan Lidya, söz konusu olan, "Işık Ülkesi" anlamındaki LİKYA'yı da içine almaktaydı. Zaman zaman küçük şehir devletleri konumunda yaşayan, özgürlükleri için her şeylerini feda edebilen LİKYA'nın Başkenti PATARA, diğerleri de, Faziles, Myra antik kentleriydi... Günümüzde "Akçay" ismiyle anılan Uçarsu'nun Gömbe'sinden bir kez geçmiştim. Kışın Elmalı yönüne, Yazın da Finike yönüne değil de, Kaş yönüne aktığını açıklayan okurumuza tekrar teşekkür ederim. Jeolojik yapısı gereği, fizik kurallarına göre yön değiştiren Uçarsu'nun yön değişimini Abdal Musa'nın kerametine bağlayan rivayetleri yaşatan yöre halkını kutluyor, söylentilerin bir folklör zenginliği anlayışıyla yaşatılmasının da yararlı olduğunu düşünüyorum. Yunan mitolojisinin öykülerini, inanmayarak da olsa anlatıyoruz da, kendi kültürümüzün söylemlerini niçin hor görüyoruz ki ? ABD petrol arma olarak, kanatlı atı kullanıyor, Çıralı'daki mitolojik öyküyü anımsatıyorsa, biz de Abdal Musa kerametlerini gelecek kuşaklara taşımalıyız, diye düşünüyor,saygı sevgiler sunarım...

ibrahim Ekmekci 20.06.2017

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!